☁️
Kitabın sayfasını çevirip, elmadan büyük bir ısırık aldım ve dikkatli şekilde okumaya devam ettim.
Anton Çehov - Altıncı koğuş.
Bir anda kulağımda yankılanan o ses, dehşete düşürdü bedenimi. Odamın kapısı üç kez tıklandı. Bu O'ydu. Gelmişti.
Yavaşça elimdeki kitabı yatağa bırakıp, komodinin üzerindeki silahı alıp ayaklandım ve ağır adımlarla kapıya doğru ilerledim. Bacaklarıma taş bağlanmış gibi hissediyordum. İlerlemek benim için zordu, korkum hat safhaya ulaşmıştı. Fakat ben bununla eninde sonunda yüzleşmem gerektiğini biliyordum.
Silahın üstünü bacağıma bağladığım kemerin yan tarafına hızlıca sürttüm ve doluya alarak, kapı deliğine yaklaştım. Tek gözümle kapı deliğinden dışarıya baktığımda, büyük bir ayı gördüm. Evet, ayı. Oyuncak ayı.
Geri çekildim ve yüzümde büyük bir gülümsemeyle, silahı belime yerleştirip elimi kapının kulpunun üzerine koydum. Büyük bir sevinçle kapının kilitlerini açtım ve kulpunu çevirerek açtım.
Karşımda duran kişi elindeki büyük ayıcığı yavaşça aşağıya indirdi ve kenara fırlattı. Karşımda gördüğüm yüzle birlikte sarsılarak geriye doğru adımladım.
Yavaşça içeriye girdi. Yine o soğuk bakışları, soğuk ifadesiyle karşımdaydı. İstemiyordum. İlimizden biri ölene dek vazgeçmeyecekti.
"Gelme!" diyerek elimle dur işareti yaptım ve geriye doğru adımladım.
Hiçbir şey söylemeden üzerime doğru yürüdü ve arkada kalan kapıyı sertçe çarparak kapattı.
"Deniz Kızı, Deniz Kızı..." diye fısıldadı başını iki yana sallayarak.
Bunu uzun süre sonra, hem de ondan nefret ederken duyunca istemsizce sol gözümden süzülen damlaya engel olamadım ama dişlerimi birbirine sıkarak elimi belime attım. Silahı çıkarıp bir an bile düşünmeden kalbine doğrulttum.
"Gelme Saru!" diye bağırdım, sessizce gözyaşı akıtırken. Kendimde yüksek sesle ağlama hakkını bile bulmuyordum ben, kızım duyacaktı.
"O benim!" dedi ifadesini milim değişmeden ve adımlarını durdurmadan. Üzerime doğru gelişine zıt şekilde geriye giderek başımı iki yana salladım.
"Sen de öyle!" dedi daha kararlı biçimde. "İkiniz de benimsiniz, gidemezsiniz. Sahiden buna inandın mı? Aptal olma!.."
Silahın üzerindeki parmaklarımı sıkılaştırarak, başımı hızla iki yana salladım ve hırslı gözyaşları dökmeye devam ettim.
"Hayır! O senin değil ve olmayacak! O, benim de değil Renat! O hiç kimsenin! O sadece kendine ait olacak ve benim gibi kimseye mahkûm olmayacak!.."
Benim gibi başını iki yana salladı ve yaklaşmaya devam etti. Kalbine yönelttiğim silah bile onu durdurmuyordu. O, ölmekten korkmuyordu. O, zaten ölüydü.
Adımladı, adımladı ve adımladı. Ta ki, benim dizlerimin arkası yatağa, onun kalbi silahın namlusuna dokunana dek...
"Susma," dedi. "Konuş yine çınlasın kulaklarımda o güzel sesin..." dedi ürkütücü sakinliğiyle.
Bu ölümün sessizliği, bu katilin sakinliğiydi.
"Dinle o zaman!" diye bağırdım. "Ne ben, ne çocuğum sana ait değiliz ve ben senden nefret ediyorum, iğreniyorum anladın mı?!"
Ani bir hareketle silahı tutan elimi büktü ve boğuşmaya başladık. Kolunu boynuma sarıp bedenimi terk çevirdi ve silahı tutan ellerimiz yukarıya doğru havalandı. Silahtan çıkan kurşun yukarıdaki lambaya değdi ve cızırtılı şekilde sönüp yanmaya başladı.
Silahı elimden alıp kenara fırlattıktan sonra boynuma doladığı koluyla beni sabit tuttu. Diğer elindeki elimi karnıma doğru sardı ve beni bedenine bastırdı. Ne kadar çırpınsam da onun elinden kurtulmak için yeterli güce sahip değildim, henüz hazır değildim.
"Sen nasıl birisin? Karnımda çocuğun varken canıma kast ediyorsun!" dedim boğuk çıkan sesimle. "Vicdansız!"
Ani bir hareketle beni kendine çevirip, belimden kavrayarak arkadaki yatağa yatırdı ve ellerimi tek elinde birleştirerek başımın üzerinden yatağa bastırdı. Diğer eliyle atletimin eteklerini yukarıya doğru sıyırdı ve soğuk parmaklarını karnıma koyduğunda ürperdim.
Parmakları karnımda dolanırken,
"Onu benden alamazsın, ona dokunmama engel olamazsın!" dedi sakin bir sesle. Hipnotize olmuş gibi karnıma bakıyor, aynı zamanda yavaşça okşuyordu.
"Sen seni gerçekten seven ve sevecek o iki kişiyi öldürmeye kalktın..." dedim zümrüt gözlerine bakarak.
Bakışları gözlerimi buldu ve zümrüt rengi ormanlara sisle duman çöktü. Yavaşça eğilip dudaklarını dudaklarıma bastırdı ve dudaklarımı günlerce, aylarca susuz kalmış gibi öpmeye başladı.
Gözlerimi aralayıp camdan dışarıya baktım ve derin bir iç çekerek gözlerimi tekrar kapattım. Yüzümü yana çevirip gözlerimi tekrar araladığımda sürücü koltuğunda oturan Alparslan'ı görüp, kendimi toparladım.
Her şeyin bir rüya olduğuna inanamıyorum. Keşke böyle yapmasaydın. Keşke o gün beni gölden çıkarıp, bunları gerçekten söyleseydin ama sen arkanı dönüp gittin.
"Daha gelmedik mi?" diye sordum. Akşam olmak üzereydi.
"On beş dakika kaldı." dedi saatine bakarak. Sesli şekilde yutkundum.
15
"A... anladım." diye mırıldanarak önüme döndüm ve ellerimi yüzümde gezdirerek, rahatlamaya çalıştım. Rüyanın etkisinden çıkmam birkaç saatimi alacaktı.
Kâbus gördüğümde bana sarılıp, saçlarımı okşayan Renat, şimdi kâbuslarımın nedeni olmuştu.
Söylediği gibi yaklaşık on beş dakikanın ardından ormanlık alanda peş peşe duran arabalardan inip, Alparslan'ın arkasından ilerlemeye başlamıştık. Ormanlık alanda neden olduğumuzu anlayamaz şekilde etrafa bakıyordum ve bir bina arıyordum.
Kars'taydık.
Kar dizlerimize ulaşana dek yağmıştı, bembeyaz karlar ayaklarımızın altında kıtırdıyordu. Siyahlar beyazların üzerinde yürüyordu.
Alparslan bir anda durdu ve Akbaba'yla birlikte yerdeki koca taşı kaldırmaya çalıştılar. Bir tek ben onlara hiçbir şeyden habersiz bakışlar atıyordum. Taşı kenara ittiklerinde, yaklaşıp altındaki gizli kapağa baktım ve dudaklarım uçukladı.
Kapağı açıp kenara çekilerek diğerlerinin içeriye sırayla girişini izlediler. En son Akbaba, Alparslan ve ben kaldığımızda, Alparslan aşağıdaki tünele indi ve az sonra karanlıkta gözden kayboldu. Akbaba benim inmemi beklerken, tedirgindim ama buradan geri dönüşü de yoktu, gidecek başka bir yerim de.
"İstersen önce ben ineyim?" diye sordu. Bakışlarımı gözlerine çevirip başımı onaylar anlamda salladım.
Akbaba benden onayı alıp aşağıya çöktü ve daire şeklindeki çukura inen merdivenlerden yavaşça aşağıya inmeye başladı. Arkamı döndüm ve son kez geldiğimiz yola baktım. Karlarla örtülü bu ormanda, sadece bizim ve birkaç tilkinin ayak izi vardı.
"Geliyor musun?" diye soran Akbaba'nın sesi içeriden yankılandığında, kendime gelip yavaşça aşağıya eğildim. Ellerimi iki tarafa yaslayıp, ayaklarımı teker teker içeriye sokup basamakların üzerine koydum ve en son kapağı çekip, başımın üzerine yasladım.
İki basamak daha indiğimde kapak kapandı ve ortalık karanlığa gömüldü.
"Buradayım, korkma." dedi Akbaba.
Tuttuğum nefesimi bırakıp yavaşça merdivenleri indim ve arkamı dönerek karanlıkta parlayan gözlerine baktım.
"Korkmuyorum ben, ölüler korkmaz."
"Ben korkuyorum," dedi ve arkasını dönüp karanlığa doğru ilerledi.
Bu ben yaşıyorum demekti.
Arkasından ilerledim. Dar koridorlardan geçip, bir kat daha aşağıya inen merdivenlerden indik. Büyük bir kapının önüne geldiğimizde, Akbaba kapının üzerindeki ekrana on altı haneli şifreyi girdi.
Açılan kapıdan içeriye girip etrafa bakarak, "Dışarıdaki taşı kim yerine koyacak?" diye sordum.
İçeriye girip kapıyı kapattıktan sonra,
"Dikkatlisin," dedi ve koridor boyunca yürümeye başladı. Peşinden ilerledim. "Ormanda bir bekçi var, o saat başı kontrol eder."
"Peki, çıkarken ne yapacağız?" diye sordum, geçtiğimiz yoldaki kapılara bakarak.
"Çıkacağımız zaman da telsizle haber veririz, bu kış için geçerli. Yazda kapının üzerini yaprak ve çalılarla kapattığı için, çıkmak istediğimizde kolayca çıkabiliyoruz."
Koridorun sonuna ulaştığımızda yine merdivenleri inmeye başladı. Kırmızı renk LED ışıklar ortamı yürüyebilecek ve etrafı seçebileceğimiz şekilde aydınlatıyordu.
Peşinden merdivenleri inerken etrafa hayranlık dolu bakışlar atıyordum. Kaşlarım havadaydı, dudaklarım büzülmüştü. Bir alt kata indiğimizde siyah mobilyalarla ve yine kırmızı LED ışıklarla bezeli olan iri bir salona giriş yapmıştık.
"Kız var mı başka?" diye sordum.
"Yanında çalışacağın bir diğer hacker erkek ama TİM'de başka kızlar da var." diyerek ilerlemeye devam etti.
Peşinden ilerlerken duvarlardan asılmış maskelerle ve silahlara şaşkın şekilde bakıyordum. Yerin altında, bir dünya yaratmışlar resmen. Gizemli ve ürkütücü bir dünya.
Bilardo masalarının yanından geçerken başımı kaldırıp köşelere baktım. Her yer kameralarla izleniyordu. Onları bozmak benim için çocuk oyuncağıydı tabii.
Akbaba yine uzun bir koridora girdiğinde, üzerinde numaralar yazan kapılara bakarak peşinden ilerledim. Üzerinde 3 yazan kapının önünde durdu ve kapıyı açarak içeriye girdi. Peşinden içeriye girdiğimde arkamdan kapıyı kapattı ve benimle birlikte ilerledi.
"Burası senin odan, içerisinde her türlü ihtiyaç var ancak ilave olarak bir şeyler istersen, bunu liste hâlinde yazıp bana verebilirsin."
Kocaman bir yatak, camlı lüks bir banyo, çalışma masası, büyük bir buz dolabı ve gerekli olan diğer her şey vardı. Resmen otel gibi hazırlanmıştı.
"Akbaba?" dediğimde bakışlarını gözlerime çevirdi. Yüzünü çok net olmasa da kulübede biraz olsun görmüştüm ama şimdi o da benim gibi maskeliydi.
"Efendim?"
"Senin adın neden Akbaba?" diye sordum.
Bir büyük adımda aramızdaki mesafeyi kapatıp, gözlerimin içine baktı ve yüzüme doğru yaklaştı.
"İşkence bittiğinde, leşlerle ilgilenirim." dedi soğukkanlı şekilde.
Bir anda içim ürpermişti. Ben ne biçim adamların arasındaydım böyle? Yağmurdan kaçarken doluya mı tutulmuştum yoksa?
"İşkence ve leş derken?" diye sordum titreyen sesimle.
Bakışlarını yüzümde gezdirdi. Kara gözleri kobranın ürkütücü gözlerini andırıyordu.
"Sen TİM'in kurulma amacını bilmeden mi geldin?" diye sordu.
Başımı onaylar anlamda salladım.
"Sen de gördün, mecburdum. Başka gidecek hiçbir yerim yoktu."
Maskenin altından bile kaşlarını kaldırdığını hissettim. Şaşırmıştı. Bilmiyordu. Alparslan Kutay bana detaylı bir bilgi vermemişti, o sadece bana sunduğu şartları anlatmıştı. TİM'e katılmak için kararlı olursam, ondan sonra anlatacağını söylemişti.
Ve ben şimdi ne iş yapacağımı düşünmeye başlamıştım.
"Anlat." dedim ve yüzümdeki maskeyi çıkararak yatağın üzerine fırlattım. "Ne iş yapacağım ben burada? TİM'in kurulma amacı ne?"
Ellerini bir asker edasıyla arkasında birleştirdi ve başını dikleştirdi.
"TİM devlete değil, devletin ve devlet büyüklerinin aleyhine çalışıyor... Çalarız, sipariş alırız, kaçırıp konuştururuz, konuşmazsa işkence yaparız, hiç konuşmazsa öldürürüz ve en sonunda gömeriz..." dedi gözlerimin içine bakarak.
Bir anda öylesine sarsıldım ki, ikinci bir şok dalgasının yayıldığı bedenim geriye doğru sendeledi. Ben aylarca hırsız olmadığımı ispatlamaya çalıştım, değildim ama inandıramadım. Şimdi ise benden hırsızlık yapmam isteniyordu.
Çocukluğuma döndüm. Masum olduğum anlara. Sonra geri döndüm ve aynanın karşısına geçip, aksime baktım. Hiçbir şey değişmemişti. Ben şimdiye dek masum kalmayı başarmıştım, iyi olan kimseye zarar vermemiştim.
Ben bana zarar verenlere bile kıyamamıştım.
"Zor durumdayım diye beni kullanmaya çalışamazsınız, ben hırsız değilim ve asla da kimseden bir şey çalmayacağım!" dedim yüzüne doğru yaklaşarak. "Alparslan beye söyle ben TİM'de yokum!"
Hiçbir şey söylemeyerek sessizce gözlerime bakmaya devam etti. Bir adım geriledim ve arkamı dönerek kapıya doğru ilerledim.
"Artık gidemezsin!" dedi arkamdan.
"Giderim. Zorla tutamazsınız." diyerek elimi kapının kulpuna koydum ve çevirerek açtım. Dışarıya bir adım attığım anda koluma dolanan parmaklar beni içeriye çekti ve kapıyı sertçe çarparak, sırtımı kapıya yasladı.
Göz göze geldiğimizde, karnıma giren sancıyla birlikte yüzümü buruşturdum.
" Bırak beni!" dedim kolumu elinden almaya çalışarak, "Bırak diyorum!"
Rüyam kısmen gerçekleşiyordu.
"TİM'in yerini ve ne iş yaptığımızı bilen biri TİM'den tek bir şartla ayrılabilir." dedi gözlerime bakarak. Kaşlarımı sorgular anlamda çattım. "Buradan ayrılan herkes gibi toprağın altına girmeyi kabul ediyorsa..."
Ölüm. Tek şart ölümdü. Buradan geri dönüş yoktu. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmadım ben. Buzlarla kaplı kalpten kaçarken, cehennemin ortasında buldum kendimi ve buradaki yataklar kır kazanı, karşımdaki kişi ise Zebani...