Annemin sözlerinden sonra üç gün, üç gece kendime gelemedim. Doğru düzgün yemek yemediğimi bilirim. Bazen bahçeden kopardığım salatalığı kuru ekmeğin arasına koyup idare ettim, bazen daldan kopardığım elmayla akşama kadar oyalandım. Mutfağa hiç girmedim. Sofrayı kendilerine göre kurdular, ben tokum dedim.
Kağan’a karşı hissettiğim ağır duygu beni kendimden edecek kadar güçlüydü. İki kapı arasında sıkışıp kalmıştım. Kağan’ın olduğu kapıya elim gidiyor ama açıldığı an uçuruma açılacağını da az çok seziyordum. Kağan, bilinmezlikti.
Fakat cahilliğimden mi, yoksa gün görmemiş olup da güneşe tutulduğumdan mı bilmiyorum. Ben o güneşe doğru kan ter içinde koşarken korkmuyordum. Hayatım aynı avlu içinde, aynı düzende ilerliyordu; sanıyordum ki şeytanın bacağını bu kez kıracağım.
Kendi kendime hem gelin hem de güvey olurken, bir bakmışım huyum suyum, aileme karşı bakış açım değişmiş. Bunun farkındaydım, hatta ailem ve akrabalarım da fark etmişti. Eskiden yapmam dediğim ne varsa yapmaya başlamış, bunca yıllık hayatıma tezat çıkışlar yaparken göze batar olmuştum.
Anneme ezelden küskündüm. Ama o sıra babama da bir duvar örmeye başlamıştım. Özellikle Kağan’ın yanında beni azarlaması, sanki kötü yola düşmüşüm gibi yaptığı muamele ağırıma gitmişti. Kendince doğrunun bu olduğunu söyleyen babama karşı o günden sonra tavır aldım. Mümkün olduğu kadar karşı karşıya, göz göze gelmemeye çalıştım.
Kendimce babamı haklı görmek istemiyordum. Bir o kadar da emindim ki haklı gördüğüm an bilinmezlik beni yaka paça yakalayacak, istediğimi elde edemeyecektim. Zaten babam da karşıma çıkıp “Hayırdır, bu hâlin ne?” diye sormuyor, çeksin cezasını der gibi beni gördüğü an suratını indiriyordu.
Ah canım babam. Keşke tek hatam, kapıyı yarı çıplak açmış olmam olsaydı.
Üç gün boyunca evin içinde suratım beş karış gezdim.
Babamın aksine, annemle daha çok konuşur olmuştum. Annem, benim o hâlimden sonra eskisi gibi gündüzleri uyumuyor, hatta çok acil bir şey olmadıkça gezmeye bile gitmiyordu. Normalde buna sevinmem gerekirdi, ama aksine evde kimse kalmasın istiyordum. Kimse olmasın ki fırsatını bulduğum an Kağan’ı görüp onunla konuşmak, onu tanımak için özgür olayım.
Baktım ki buna fırsat vermeyecekler, kendimi tembihledim. Annemin gözü üzerimde, babamın gözü yerde. Üstümdeki baskıyı artırdıklarında, fırsatını bulduğum an annemle konuşacaktım. Kağan’a olan hislerimin sıradan olduğunu belirtmeliydim ki benden uzak dursunlar.
Bunu düşündüğüm günün öğlene yakın saatlerinde uyanıp yataktan çıktım. Ev sessizdi, mutfakta annemden başka kimse yoktu. Onun o saatte mutfakta olması inanılacak gibi değildi. Bunda da bir hayır var, fırsat bu fırsat! diyerek her zamanki hâlimle yanına gittim.
Babamın “Bir daha üzerinde görmeyeceğim!” dediği o geceliği çıkarmamıştım üstümden. Bak gör, evin içinde ne olmuş yani, diyerek haklı olduğumu göstermek istiyordum. İnanın, haklı değildim. Maksadım ekmek arası bir şeyler yemek gibi görünse de annemin tepkisini ölçmekti.
Ocağın başında çorba kaynatıyordu. Ben girince başını çevirip baştan aşağı süzdü, sonra suratı asılarak çorbayı kaynatmaya devam etti.
Aldırış etmeden dolabı açıp ekmeğin arasına zeytin koyarken, hızla yanıma gelip elimdeki ekmeği aldığı gibi tenceredeki çorbayı gösterdi.
“Bırak şunu da boğazından sıcak bir şey geçsin,” dedi.
Tamam, dedim. Vallahi o gün karşımda sanki annem değil de başkası vardı. Hangi ara bulaşıkları yıkamıştı da çorba yapmıştı? Sabah kahvaltısını bile öğlene kadar ancak hazırlayabilen annem bunları yaptıysa, demek ki o da kendinde değildi.
Yenice yıkanmış bulaşıkların içinden bir kâse alıp içine çorba koydum, masaya oturdum.
“Tek çorbayla olmaz,” dedi.
Buzdolabından peynir, helva, salatalık çıkarıp önüme koyunca, daha fazla kendimi tutamadım.
“Hayırdır ana? Ne bu ilgi alaka?” diye sordum. Kaşını kaldırıp kızarak baktı.
“Yemeğini ye de kendine gel, Aycan,” dedi imayla.
“İyice korkutmuşum sizi. Gören de Aycan kız, ilk gördüğü adamın üstüne atladığı gibi kaçacak işler anasına kalacak zanneder,” dedim.
Ağzımdan çıkan çirkin ifadelerle sanki alnının ortasına taş atmışım gibi irkilerek yanıma oturdu.
“Vallahi kafayı sıyırdın sen! Şu ağzından çıkanlardan haberin var mı? Dön şu hâline bir bak, bu sen misin? Ha akılsız kızım!”
Yahu ne yapmıştım Allah aşkına? Bu kadarı da fazlaydı. Elime aldığım kaşığı tepsiye doğru fırlatıp, yıllarca içimde biriktirdiklerimi harmanlayarak bağırmaya başladım.
“Ne Aycan’mışım be! Allah canımı alsın da kurtulun inşallah. Ağzımda kuş tutsam yine size yaranamadım. Ne dönüp bakacakmışım kendime? Asıl sen kendine bak anne! Aycan’ın morali bozuk, kendini yataklara vurunca işler bana kaldı diye ödün kopuyor, değil mi?”
Annem, benim o hâlimi ilk kez gördüğünden parmağını ağzına tıkamış, dişleriyle ısırıyor, gözlerini kocaman açmış korku ve şaşkınlık içinde yüzüme bakıyordu. Öfkeden titriyordum. Elimi yüzüme kapatıp, hıçkıra hıçkıra ağlarken, dilimdeki zehrin hepsini akıttım.
Dayanamadı. Ayağa kalktı, elimi yüzümden çekip sinirle kalktığım sandalyeye tekrar oturttu.
“Dur ağlama, dur! Paraladın kendini. Otur, sakinleş de aç kulaklarını, iyi dinle beni. Azıcık analık hakkım varsa dinle. Bunları söylemek benim boynumun borcu,” dedi.
Az sakinleşmiştim, ama tekrar yükseldim.
“Sen bana bunu hep yaptın, anne! Neyi yapmak istesem, yapmamam için analık hakkını kullanıp önümü kestin. Anasın ya! Kendini hep üstün gördün. Ama benim de hakkım vardı, bunu unuttun, ana! Demedin ki, ‘Benim yükümü üstümden alan kızım her şeyin en iyisine layık.’ Diyemedin! Şimdi yine aynısını yapıyorsun işte. Benden ne istiyorsun, anne? Ortada hol yok, yumurta yok, adamın biri hoşuma gitti, az göz ucuyla baktım diye mi bunlar?
Ya ben de insanım, ben de gencim! Elin kızına sevdiğin, hoşlandığın var mı diye gevrek gevrek sorarken, neden benim de olabileceğini düşünmüyorsun? Küçük bir ilgi ya! Onu da beceremeyince hemen anladınız. Meğer hazırda bekliyormuşsunuz, ‘Aycan birine baksın da tepesine çökelim,’ diye!
Ama sevin, anne. Kızın işlerin başında kalacak yine. Adamın beni gördüğü bile yok. Gayet efendi biri. Okumuş adamın hâli işte. Benimle sıradan insanlarla nasıl konuşursa öyle konuşuyor. Bunun dışında kızının acaba olur mu hayalinden başka bir şey yok ortada.”
İşte, dolup taşmıştım. Annem ise sanki iyice taşayım da rahatlayayım diye sözümü kesmeden dikkatle dinledi. Kendimi anlatabildiğime inanarak masaya yığılırcasına oturduğumda, yüzüme bakmadan konuştu. Sıra onda ve dikkatle dinleme sırası da bendeydi.
“Baban dedi ki, kimi kimsesi olmayan biriymiş. Öğretmenlik okulunu bitirmiş ama mesleğini yapmazmış. Bankacıymış güya.”
Üstümden sanki tonlarca yük kalkmış gibi yüzüm gevşedi. Beklediğim gibi bir felaket değildi. Rahatlarken annemi de ikna etmeye girişmem, tamamen düştüğüm kara sevdayı ak yapmak derdindendi.
“E bunun kötü yanı ne?” diye sordum.
Bu kez sahiden de dövecek gibi baktı yüzüme.
“Bitti mi ki sözüm, Aycan? Sen ananı beğenmen ama bilirsin, içime kurt düştü mü sonu kötü olur. Baban bunu böyle anlatmış. Güya bankacıymış da para çekilen makinelere para götürürmüş. Allah aşkına, buna kim inanır? Yanına çantalar dolusu para almış, bir başına yola çıkmış. Sonra büyük bir kaza yapmış. Araba yanmaya başlayınca kendini dışarı zor atmış. Sor bakalım, sonra ne olmuş?”
Sesindeki ton giderek sertleşirken ben derin bir nefes aldım. Anlatacakları, bildiğim Kağan’ın çok ötesindeydi.
“Senin akıllı baban, bu kazanın olduğu bölgedeymiş. Kaza olur olmaz koşarak yanan aracın yanına varmış. Bir de ne görsün? İçinden zorla çıkan çocuk, arkasına bakmadan bariyerleri aşıp kaçıyor! Bunun altında bir iş var diye peşine düşmüş. Oğlan, soyanda Yılanlı Tepe var ya, onun dibine çöküp dizlerini karnına çekmiş, zırıl zırıl ağlıyormuş.”
Gözlerimi kırpmadan annemi dinliyordum. Kağan mı? Kaçmak mı? Bu, nasıl mümkün olurdu?
“Bir de diyor ki, ‘Derdi hâlinden belli. Yanına varır varmaz dizlerime sarılıp ağlamaya başladı.’ Tövbe, yalan! Bizimkinin işgüzarlığı! Em küm ederek anlatıyor. Ben kaç yıllık kocamı bilmem mi, Aycan? Eksik anlatıyor. Bir de essahsa bunların yanına sonradan kazayı gören başka bir tırcı da gelmiş. Bizim buralarda tanıdığı varmış. ‘İkimize anlattı,’ dedi.”
Böyle anlatırken benim de dikkatimi fazlasıyla çekmişti. Kağan’ı o denli ağlatacak ne olabilirdi? Halbuki kendinden emin duruşu, zekâsı o kadar keskindi ki, böyle bir hâlde onu hayal edemedim.
“Neymiş derdi?” diye sordum.
“Duy da inanma. Hani bu bankanın paralarını makineye götürüyormuş ya, güya hepsi arabanın içinde yanmış. Babana da o yüzden dertlenmiş. ‘Bana kimse inanmaz,’ demiş. ‘Ardımı arayacak kimsem yok. Kendime iyi bir avukat bulana kadar bana yardım et, abi,’ diye yalvarmış. Bizim saf adam da bu hikâyeye hemen inanmış.
Sence bunun inanılacak tarafı var mı? Belki banka soydu, kaçıyordu. Belki adam vurdu. Hırlı mıdır, hırsız mıdır, alnında mı yazıyor insan oğlunun? Hatta hatırlıyor musun bilmem, hiçbir bölümünü aksatmadan izlediğim bir dizi vardı. Adam suçluydu ama herkesin gözünde biçilmiş kaftandı. Yüz bölüm izledim, kimse inanmadı suçlu olduğuna. Meğer suçlu oymuş. Babana da anlattım bunu. ‘Bak, sen iyi niyetlisin, böyleyken böyle,’ dedim. Ne derse beğenin?”
“Ne dedi?”
“‘Az izle o dizileri de evlilik çağına gelmiş kızınla ilgilen azıcık,’ dedi. O ne yaptığını biliyormuş, benden akıl alacak değilmiş. Ağzımı sıkı tutacakmışım. Eğer bir yerde ağzımdan kaçtığını duyarsa kötü olurmuş. Soran olursa ‘öğretmen olur’ diye geçiştir dedi. Furkan sorup soruşturuyormuş. Ondan haber gelene kadar böyle devam edecekmişiz.”
“Hangi Furkan?” diye sorunca gözlerini devirerek baktı.
“Büyük halanın torunu var ya, avukat olan,” dedi.
“Eh tamam işte. Bu iş Furkan’ın eline düştüyse tez zamanda aklanır o zaman,” derken sesimdeki gülümseme öyle belliydi ki, annem boşa konuşmuş olduğunu düşünerek sinirle soluğunu verdi.
“Ben diyorum Ankara, bizim kız diyor ‘götüm kara.’ Allah’ım sen sonumuzu hayır eyle.”
***
Annemle konuştuktan sonra içimde garip bir rahatlık vardı. Annemin kuruntusuna değil, babamın anlattıklarına inanmayı seçmiştim. Elbette babam az buçuk doğruları söylemişti, ama anlatmadığı, bizden sakladıkları... Bunlar benim hayatımı karanlığa bulayacaktı.
Babam, sadece kendine sığınan, yardım isteyen bir delikanlıya el uzatacağım derken, evdeki benden olacaktı. “Hanımların ağzı gevşek olur, varsın hikâyeyi böyle bilsinler,” diye öneride bulunurken, aslında babamın hiçbir suçu yoktu.
O gün annem, son sözünü söyledi. “Hikâye budur. Sen de ona göre önlemini al. Yarın çeker gider, olan yine sana olur.”
“Korkma sen. İşten güçten başımı kaldırıp iki günlük adama aldanacak değilim,” dedim.
Ama içimden tövbe çekiyordum. Ben Kağan’a aldanmayı bırak, sevdalandığımdan haberdardım. Maksadım annemi uyandırmamaktı. Eğer hikâye doğruysa, aklanana kadar göze batmamaktı.