Nikah biter bitmez bir çift güçlü el koluma yapıştı. Gözlerimle yardım dilenircesine etrafıma bakındım ama herkes sırtını dönmüş, kendi arasında fısıldaşıyordu. Ateş’in varlığı kaybolmuş gibiydi. O, çoktan arkasını dönüp gitmişti. Onun ardından bakmak bir an aklımdan geçti, ama bir anlamı yoktu. Bu evlilikte beni kurtaracak tek kişi yine kendim olacaktım.
Koluma yapışan kadın, “Arabaya,” diye fısıldadı ama fısıltısında bile emir doluydu. Necla hanım ortalıkta gözükmüyordu. Konağımızın eski çalışanları bana üzüntülü gözlerle bakıyordu. Kadına direnmeden beni avlunun dışına çıkarmasına izin verdim. Siyah, kocaman bir cip kapıda bekliyordu. Havanın soğukluğu yüzümü keserken arabaya bindim. Elimi istemsizce göğsüme bastırdım. Kalbim öylesine hızlı atıyordu ki, sanki bir an duracakmış gibi geliyordu.
Arabada yanımdaki iki kadın dikkatle beni süzüyordu. Uzun boylu olan, diğerine seslendi.
“Bu kız mıymış? Ayşe ana bundan memnun kalmaz,” diye fısıldadı.
Diğeri başını yana eğip beni tülün altından inceledi. “küçük bir şey duruyor bu Zehra. Ecnebi memleketten gelmiş. Ateş ağamın başı yandı."
Sanki bir eşya hakkında konuşuyorlardı. İçimde kabaran öfkeyi göz ardı edemeden kadınlara doğru döndüm. "Yanımda oturup benim hakkımda konuşmaya utanmıyor musunuz siz? Sanki ağanızı kendimle zorla evlendirdim."
Sözlerimle ilk konuşan kadın "abo" diye bağırdı. "Şuna bak dilliymiş de. Merak etme Şahin kız, anam senin dilini iki güne keser?" Kafamı ondan çevirerek cevap dahi vermedim.
Araba durunca dışarıya baktım. Geldiğimiz konak kocaman ve ürkütücüydü. Taş döşemeler, yılların ağırlığını taşır gibiydi. Hava ağır, rüzgar keskin ve soğuktu. Kapım açılınca arabadan inmek zorunda kaldım. Ellerim titriyordu ama fark edilmemesi için sımsıkı yumruk yaptım.
Avlunun tam ortasında, tahta bir masanın çevresinde üç kadın oturuyordu. Gözlerim, istemsizce onların üzerinde durdu. Heybetli duruşlarıyla bir mahkeme kurulmuş gibi görünüyordu. Ortada oturan kadının başı dikti, yüzündeki çizgiler kesin ve keskin. Saçları sıkıca örtülmüş, ama bakışları örtüsüzdü; gözleri, Ateş’in gözlerine ürkütücü derecede benziyordu. Açık kahverengi, içine bakanı mıhlayan gözler… Bu kadın, konuşmalardan duyduğum “Ayşe Ana” olmalıydı.
Sağındaki kadın daha yaşlıydı, ama yüzündeki ifade daha yumuşaktı. Yine de gözlerinde beni yargılayan bir bakış vardı. Sol tarafta oturan kadın ise yaşını göstermeyen bir diklikte, dudaklarını sıkmış bir halde beni süzüyordu.
Ayşe, fark edemeyeceğim kadar küçük bir hareketle diğer kadınlara döndü ve sessizce bir şey söyledi. Öyle alçak bir sesle konuştu ki, ne dediğini anlamadım. Ama beni işaret ettiğini fark edince içim daha da daraldı. Herkesin gözleri üzerimdeydi. Yalnızca Ayşe'nin gözleri değildi bunlar; bu avlu, bu konak, bu topraklar bile beni izliyormuş gibi hissediyordum.
Ayşe, yerinden kalktı, ceketinin eteğini düzeltti ve ağır adımlarla yanıma doğru yürüdü. Adımları avluda yankılanıyordu. Yaklaştıkça yüzündeki sertliği daha net görebiliyordum. Bu kadının yalnızca bir bakışıyla insanın yüreğini dondurabileceğini düşündüm.
“Artık Bozdağlı ailesinin bir gelinisin,” dedi Ayşe, sesi kararlı ama duygusuzdu. Sözleri, odadaki her yankı gibi keskin ve netti. Bakışları üzerimde dolandı, beni baştan aşağı süzerken kaşlarını hafifçe çattı. Sonra kafasıyla yüzümü örten tülü işaret etti, çıkarmam için.
Bir an durakladım. Elleriyle hiçbir şey yapmadan yalnızca bir bakışla emredebilen bu kadına karşı içimde bir direnç yükseldi. Ama bu direnç kısa sürdü; onun gibi birinin karşısında küçük bir yanlış yapmanın sonuçlarını düşünmek bile istemiyordum. Yine de, ondan korktuğumu göstermeye niyetim yoktu. Çenemi kaldırdım, başımı dikleştirdim ve bir süre gözlerinin içine bakmayı başardım.
Parmaklarımı örtünün kenarına götürdüm, yavaşça çektim ve tülü yüzümden kaldırdım. Bu hareketim sessizlikle karşılandı. Ayşe, bir an yüzümü inceledi, ifadesinde en ufak bir değişiklik olmadan. Sonra başını hafifçe yana eğip tekrar konuştu:
“Burada her şeyin bir kuralı vardır. Bu kurallar bizim ailemizi ayakta tutar. Sen de bu kurallara uyacaksın.”
Bir şey söylemedim. O an sessiz kalmanın en doğru yol olduğunu biliyordum. Ama içimde kocaman bir ağırlık hissettim; bu kuralların ne kadar sert ve acımasız olabileceğini anlamak için Ayşe'nin bakışları yeterliydi.
Ayşe, bakışlarını üzerimde bir kez daha gezdirdikten sonra benimle arabada gelen isminin Zehra olduğunu öğrendiğim kıza döndü. “Odayı hazırlayın,” dedi. “Yeni gelin, kocasını odasında bekleyecek.”
Bunu söylerken bana dönmedi bile. Sanki ben odada bir kişi değil, bir eşya gibiydim. Zehra hemen harekete geçti, hızlı adımlarla dışarı çıkıp başka bir kadınla geri döndü. Ayşe, bana işaret ederken kadınlarla birlikte merdivenlere yöneldim. Merdivenlerden çıkmaya başladığımız an sesini tekrar duydum.
"Sabah çarşafı almaya geleceğim,” dedi soğuk bir sesle. “Bu evde herkes, her şeyin hesabını verir.” Bu sözler avluda yankılanırken, dizlerim hafifçe titredi.
Yürümeye devam ederek en üst kata çıktık. Yukarı çıkan merdivenlerle ayaklarım taş basamaklara dolanıyordu. Zehra beni dar bir koridora götürdüğünde artık neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Ama içimde bir yerlerde, bu geceyi sağ atlatmam gerektiğini biliyordum. Gece Ateş geldiği zaman onunla konuşmam lazımdı. İkimiz de bu işte kurbandık sonuçta. Bir sıra kapıları geçip Zehra'nın kapısını açtığı odaya yöneldim. Diğer iki kadın birden odadaki yatak örtüsünü düzeltti, camları kapattı ve ayak sesleriyle tekrar kapıya yöneldiler. Ardından başka bir kadın odaya girip Londra'dan gelirken yanımda getirdiğim valizimi kapının yanına bıraktı.
Kadınlar bana kötü bakışlar atarak odadan çıktı. Kapı arkamdan kapandığında yalnız kaldım. O an, nefes aldığımı bile unuttuğumu fark ettim.