Sınır Harekâtı
Kod adı Reis, olan komutanları karşılarında dimdik duruyordu. Gözleri tek tek askerlerinin yüzlerinde gezindiğinde içinde tarifsiz bir gurur kabardı. Onlarla tam dört yıldır aynı sofraya oturmuş, aynı cephede yürümüş, aynı gecenin soğuğunu ve aynı gündüzün yakıcı sıcağını paylaşmıştı. Bunca zaman boyunca sadece silah arkadaşı değil, gerçek anlamda bir aile olmuşlardı.
Kimi zaman karanlık dağların koynunda korkuyla titreyen yüreklerini birbirlerine yaslamış, kimi zaman göz göze geldiklerinde en umutsuz anlarda bile yeniden ayağa kalkma gücü bulmuşlardı. Umudu, korkuyu, öfkeyi, sevinci ve kaygıyı bir arada yoğuran uzun yolculukların ardından, birbirlerinin nefesi, birbirlerinin hayatı olmuşlardı. Ölümün kıyısında bile "biz" olmayı öğrenmişlerdi.
Reis’in kalın sesi yankılandı çadırın içinde:
“Koçlarım, çok şükür bu görevimizi de başarıyla sonlandırmış bulunuyoruz. Yeni görevimiz belli olana kadar yirmi gün izinlisiniz.”
Sözleri biter bitmez bakışlar birbirine çevrildi. Yorgunluk çizgileri taşıyan yüzlerde bir anda gülümsemeler belirdi. Bu izni hak etmişlerdi. İki aydır ailelerinden uzakta, sadece vatan uğruna yaşayan bu genç adamlar artık sevdiklerine kavuşacaklardı.
Yatakhaneye doğru yöneldiler. Kamuflajlarını çıkarıp gündelik kıyafetlerini giyerken sanki üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibiydi. Askerî disiplinin sert çizgilerinden sıyrılıp biraz olsun nefes alacak olmanın huzuru dolmuştu içlerine. Havadan sudan sohbet ederken bir yandan da sırt çantalarını doldurmaya başladılar.
Son hazırlıklarını tamamladıklarında Reis’in önünde bir kez daha toplandılar. Birbirlerine sarıldılar. Helalleştiler. Hepsi biliyordu ki bu, belki de son buluşmaları olabilirdi. Çünkü ölüm sadece dağlarda değildi, her an soğuk nefesi ensede hissedilen bir gerçekti. Ama yine de yüzlerinde umut vardı. Hemen yola koyuldular; kimi İstanbul’a, kimi Ankara’ya doğru, özlemini çektikleri şehirlere yorgun ama mutlulukla yol aldılar.
Arda’nın Dönüşü
Arda, evinin bulunduğu sokağa adımını attığında burnuna tanıdık kokular geldi; fırından yükselen taze ekmek kokusu, komşuların balkonlarından yayılan akşam yemeği hazırlıkları… Çocukluğunu hatırlatan bu sokak ona tarifsiz bir huzur veriyordu.
Onu gören birkaç çocuk hemen sevinçle koşarak yanına geldiler. Mahallenin en çok sevilen ağabeylerinden biriydi o. Cesur, mert ve örnek alınacak biriydi gözlerinde.
“Naber koçlarım?” dedi gülümseyerek.
Çocuklar hep bir ağızdan cevap verdiler:
“İyiyiz Arda abi, sen nasılsın?”
“Aslan gibiyim.” diye karşılık verdi genç adam.
Çocuklardan biri merakla sordu:
“Abi, kaç tane kötü adam yakaladın?”
“Ne yakalaması, bence hepsini kurşuna dizmiştir.” dedi bir diğeri, gözleri heyecanla parlıyordu.
Arda, onların bu hayal gücü karşısında gülmekten kendini alamadı. Sorular ardı ardına geliyordu:
“Arda abi, hiç paraşütle atladın mı?”
“Arda abi, tanka bindin mi?”
Bir an duraksadı, sonra taşıdığı poşetin içine elini daldırdı. Çocuklara anlamlı bir ders vermek istercesine, gülümseyerek başladı:
“Bayrakları bayrak yapan…”
Çocuklar onun ne söyleyeceğini biliyormuş gibi hep bir ağızdan coşkuyla tamamladılar.
“Üstündeki kandır! Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır!”
Arda’nın gözleri bir an parladı. Bu sözleri küçük ağızlardan bu kadar coşkulu duymak, içindeki gururu daha da büyüttü.
“Aferin benim koçlarıma.” diyerek hepsine poşetten birer çikolata verdi.
“Abi, kaç gün buradasın? Bizi yine çalıştırırsın değil mi?” diye sorunca çocuklardan biri, gözlerinde umutla ona bakıyordu.
“Çalıştırırım tabi. Ama ben yokken sporu bırakmak yok, anlaştık mı?”
“Abi, ayıp ettin!” dedi çocuklardan biri, göğsünü kabartarak.
Arda eliyle onun kıvırcık saçlarını okşadı:
“Aferin, işte böyle devam edin. Yarın sabah dokuzda hepiniz boş arsada hazır olun!”
Çocuklar sevinç çığlıkları atarak sağa sola koştular. Mahalle, bir anda onların kahkahalarıyla doldu.
Genç adam onların ardından bakarken dudaklarında tatlı bir tebessüm belirdi. İçindeki yorgunluk bir nebze de olsa hafiflemişti. Eve doğru yaklaşırken gözü, sağ tarafta duran mavi boyalı eve kaydı. İçinde tarifsiz bir heyecan yükseldi. Adımlarını fark etmeden yavaşlattı. Ama ev sessiz gibiydi, kapılar ve pencereler kapalıydı. Demek ki kimseler yok diye iç geçirdi. İçindeki küçük hayal kırıklığını görmezden gelmeye çalışırken derin bir nefes aldı, sonra adımlarını hızlandırarak kendi evine yöneldi.
Bahçeye girdiğinde, gözleri ilk olarak kız kardeşi Aslı’yı buldu. Aslı bir sandalyeye oturmuş, telefonuna dalmıştı. Abisini görünce şaşkınlık ve sevinçle ayağa fırladı. Koşarak boynuna sarıldı.
“Abiciiiğim!” diye sevinçle bağırdı.
Arda, onun saçlarını koklarken gülümsedi.
“Naber fıstığım?”
Aslı’nın gözleri ışıl ışıldı. Abisinin güven veren varlığını özlemişti. Mahallenin, evin, hatta bahçedeki çiçeklerin bile abisinin dönüşünü hissettiğini düşündü.
“Çok iyiyim seni çok özledim.” dedi Aslı, sesindeki titrek özlemi gizleyemeyerek.
Abi kardeş birbirine sarılıp hasret giderirken, bahçede duyulan kahkahalar ve coşkulu sesler kısa sürede tüm ev halkını yerinden kıpırdattı. Kısa zamanda bahçeye doluşan eş, dost, akraba ve komşularla ortam bir bayram yerine dönmüştü. Arda herkesin gönlünde taht kurmuş, vatan için canını ortaya koyan delikanlı olarak biliniyordu. Bu yüzden dönüşü, sadece kendi ailesi için değil, bütün mahalle için sevinç vesilesiydi.
“Canım oğlum…” Annesinin gözleri dolu doluydu, titreyen elleriyle sımsıkı sarıldı ona.
Babası ise duygularını gizleyemeyerek oğlunun sırtını sıvazladı, gözleri minnet ve gururla doluydu.
O sırada Arda’nın bakışları az önce önünden geçtiği mavi boyalı evin sahiplerini buldu, bir an için kalbi hızla çarpmaya başladı. Kalabalığın arasında Pınar ve annesi de vardı.
“Hoş geldin Arda abi.” dedi Pınar, sesi soğuktu; gözlerinde eskisi gibi ışık yoktu.
Abi… kelimesi genç adamın içine ince bir bıçak gibi saplandı. Yüzünde belli etmemeye çalışsa da, içinde derin bir sıkıntı dalgası kabardı. Göreve gitmeden önce aralarında konuştukları onca şey, ettikleri sözler aklına geldi. “Nereden çıktı şimdi bu abi lafı?” diye geçirdi içinden.
“Hoş bulduk Pınar, nasılsın?” dedi sakin görünmeye çalışarak.
“İyiyim, sen nasılsın?”
“Sizleri gördüm, daha iyi oldum.”
Bahçedeki hava neredeyse bir bayram sabahı gibiydi. Çay ve börek kokuları, çocukların kahkahaları, erkeklerin yüksek sesle sohbetleri… Arda bu atmosferi her dönüşünde sevmişti. Ona yaşadığını, nefes aldığını hissettiriyordu. İçinden, “Ne kadar şanslıyım.” diye geçirdi. Ama o anda aklına, cephede yanında olan arkadaşı Mert Ali düştü. Onun böylesine sıcak bir yuvası, kalabalıkla dolup taşan bir evi yoktu. “Bir dahaki sefere onu yine davet edeceğim.” diye düşündü.
Arada gözleri ister istemez Pınar’a kayıyordu ama ondan aynı ilgiyi göremiyordu. O sırada kardeşi Aslı dikkatini dağıttı. Yine bir köşede oturmuş telefonuyla ilgileniyordu. Tam yanına gidip söylenecekti ki annesi ondan önce davrandı.
“Aslı, kızım elinde telefon ne yapıyorsun öyle?” dedi annesi, biraz da sitem ederek.
Aslı yakalanmanın verdiği huzursuzlukla durumu toparlamaya çalıştı.
“Bir şeye bakıyordum annecim.”
“Şimdi telefonu bırak da misafirlerle ilgilen. İnsanlar çay bekliyorlar, hadi sonra bakarsın.”
Aslı başını eğdi, dudaklarını ısırdı. Sanki çok önemli bir işi vardı da onu bırakmak istemiyor gibi zoraki yerinden kalkıp mutfağa yöneldi. Bir ara abisi onu boş bulup kenara çekti.
“Fıstığım, neden Pınar’ı alıp biraz bahçeye çıkmıyorsun?” dedi kısık sesle.
Aslı, şahin gibi keskin gözlerini abisine çevirdi. Yüzünden rahatsızlığı belli oluyordu ama ona belli etmemeye çalıştı. Abim gerçeği ne kadar geç öğrenirse o kadar iyi diye geçirdi içinden.
“Abicim beni oyalama lütfen görmüyor musun işim var, çay bekliyorlar.” Bu görüşmeyi ne kadar çok ertelerse o kadar çok iyi olacaktı. Arka cebine soktuğu telefonundan gelen bildirim sesiyle bir anda kalbi heyecanla attı. Abisini geçiştirip mutfağa geçtiğinde ilk işi telefonuna bakmak oldu.
“Beni beğendiğine göre tuhaf biri olmalısın.” Yazıyordu, hızlıca cevap yazdı. Adeta zamanla yarışıyordu.
“Tuhaftan ziyade yaşamayı seven, hayat ve neşe dolu desek daha doğru bir tespit olur.”
O akşam Arda keyifsizliğini saklamaya çalıştı ama yüzündeki durgunluk, bütün ev halkının ruhuna yansıdı. Dert etmişti Pınar’ın o soğuk hallerini. Bir sorun olduğu belliydi ama ne olduğunu bilmiyordu kıza sormak içinde bir türlü fırsat bulamamıştı. Annesi ortamın havasını değiştirmek için anılarını anlatmaya başladığında dikkatini ona vermeye çalıştı.
“Sen sekiz dokuz yaşlarındayken oturduğumuz mahalleyi hatırlıyor musun oğlum?”
Arda dalgın gözlerle annesine baktı. Birkaç silik görüntü zihninde belirdi.
“Biraz…”
“Karşı komşumuz Sabriye teyzen vardı ya, çok iyi anlaşırdık. Hatta maviş gözlü bir kızı vardı, Miray. Hatırlıyor musun? Dalgalı saçlı, beyaz tenli, utandığında yanakları böyle al al olurdu.”
Arda dikkat kesildi. Annesinin anlattıkları arasında zihninde eski bir görüntü belirmeye başladı, küçük bir kız, mavi gözleri boncuk gibi parlıyor, beyaz teni güneşte pembeleşiyordu.
“Miray şimdi öğretmen olmuş.” diye devam etti annesi.
“Buradaki özel bir anaokulunda göreve başlamış. Şimdiki evleri kentsel dönüşüme girdiği için acil ev arıyorlarmış. Aklınızda olsun, boş daire görürseniz haber edin. Eskisi gibi yarenimle birlikte olmak nasılda güzel olurdu. İnşallah bizim mahalleye taşınırlar.”
Arda hayalinde mavi gözleriyle kendisine bakan o çocuğu düşünürken, içi tatlı bir heyecanla kıpırdadı.
“Olur anne, bakarım.” dedi, gözleri dalgın ama içinde kıvılcım gibi bir hisle.
Arda odasına çekildiğinde ilk işi, yüreğini kemiren o şüpheyi gidermek oldu. Telefonunu eline aldı, parmakları tereddütle aradığı ismi buldu. Ekrandaki çalıyor görüntüsü uzayıp giderken kalbi de aynı ritimle hızlanıyordu. Ama tahmin ettiği gibi, Pınar telefonu açmadı. Birkaç denemeden sonra sessizlik hâkim oldu odaya. İçine çöreklenen sıkıntı, nefesini daraltır olmuştu.
Dayanamayarak yerinden kalktı, kardeşinin odasının kapısını tıklattı.
“Ne yapıyorsun fıstığım?” dedi sesini yumuşatmaya çalışarak.
Aslı başını kaldırdı, gözlerinde şaşkınlıkla karışık bir merak vardı.
“Hiç, oturuyordum öyle… Hayırdır?”
“Hadi gel, birlikte akşam yürüyüşüne çıkalım diyecektim.” diye mırıldandı Arda.
Aslı onun niyetini hemen anlamıştı. Belli ki ağabeyi Pınar ile yüzleşmek istiyor, olup bitene bir anlam yüklemek istiyordu. Bunun için onu suçlayamazdı; ne de olsa gönül meselelerinde herkes bir açıklamaya ihtiyaç duyardı.
“Olur.” dedi kısaca.
Arda, kardeşinin ses tonundan işlerin yolunda gitmediğini hissetti. Evet, kesinlikle bilmediği bir şeyler vardı. Ve bunu bir an önce öğrenmek zorundaydı.
“Dur, hırkamı alayım.” dedi Aslı. Gardırobun köşesinden annesinin elleriyle ördüğü, gözleriyle aynı renkte olan hırkasını aldı. Yumuşacık yün kokusu, ona çocukluğunu ve annesinin şefkatini hatırlatıyordu.
Birlikte dışarı çıktılar. Serin akşam rüzgârı saçlarını hafifçe savururken, Arda arada kardeşine okuluyla ilgili birkaç soru sordu. Sohbetin verdiği sıradanlık, yürüyüşün sessizliğini yumuşatıyordu. Fakat ikisinin de aklında aynı ev vardı: mavi boyalı ev. Nitekim birkaç dakika sonra önlerine gelmişlerdi.
Aslı durdu, gözlerini eve dikti.
“Ben Pınar’ı çağırayım, o da bizimle gelsin.” dedi kararlı bir sesle.
Arda içten içe huzursuz olsa da itiraz etmedi. Kapı çalındı, kısa süre sonra iki kız bahçeye çıktı. Pınar’ın yüzü asıktı; dudaklarının kenarı aşağı doğru kıvrılmış, bakışları kaçamak olmuştu. Sanki orada olmaktan bile rahatsız gibiydi.
Arda yanlarına doğru yürüdü, Aslı ise biraz geride durmayı tercih etti. Hem onların rahat konuşmasına fırsat vermek istiyor hem de bir yandan aklının köşesinde hâlâ telefonunu düşünüyordu. “Acaba mesaj gelmiş miydi?” diye geçiriyordu içinden. En son ufaklık yazdığı için Mert Ali’ye tepki olarak sessiz kalmayı seçmişti. Özür dilemesini ummuştu ama karşı tarafın öyle bir niyeti yok gibi duruyordu.
Arda artık sabrının sınırlarındaydı, sert ve net bir şekilde sordu:
“Hayırdır Pınar, neden telefonlarımı açmıyorsun?”
Pınar kısa bir nefes aldı, dudaklarının arasından soğuk bir cevap döküldü:
“Müsait değildim.”
Arda gözlerini kısarken sözlerin ardında gizlenen bir şeyler olduğunu seziyordu.
“Bence bana müsait değilsin… ve bıraktığım yerde değil gibisin.”
Pınar başını eğdi, toprağa bakıyordu. Omuzları düşmüş, nefesi sıkıntıyla titremişti.
“Yalan yok Arda… öyle oldu.” dedi kısık bir sesle.
“Neden peki? Ne değişti ki?” diye sordu Arda. Sesinde hâlâ sabır vardı ama öfke damarlarından sızmaya başlamıştı.
Pınar dudaklarını ısırdı, gözlerini kaçırarak cevap verdi:
“Konuşmak için uygun zaman değil. Babam evde.”
Arda’nın kaşları sertçe çatıldı. Genç adamın yüreğinde bir yumru oturmuştu ve nefes almasını güçleştiriyordu. Anlamıştı artık karşısında duran kız, birkaç ay önce gözyaşlarıyla onu uğurlayan Pınar değildi. Sözler, bakışlar, tavır… hepsi yabancıydı artık.
“Boşuna kendini yorma.” dedi Arda, sesi buz gibi çıkmıştı. “Bu saatten sonra konuşacak hiçbir şeyimiz yok.”
Pınar hiçbir şey demedi. Ne bir açıklama, ne de bir mazeret… Sadece hızla arkasını dönüp eve girdi. Bahçe kapısı kapanırken çıkan gıcırtı bile Arda’nın yüreğine bir hançer gibi saplandı.
Arda bir süre öylece kaldı. Yalnızca ayaklarının dibine düşen akşamın gölgeleri ona eşlik ediyordu. Yanında sessizce duran Aslı, abisinin yüzündeki hayal kırıklığını görmekten yüreği parçalanarak gözlerini yere indirdi.
“Üzülme abiciğim sen çok daha iyilerine layıksın.”