İnsanlar ölürdü. Yaşamları boyunca, doğar, büyür ve ölürdü. Yaradan sadece bizim doğum ve ölümümüzden sorumluydu. O zaman diliminde nasıl kötü bir insan olacağımız bizim kendi sorumluluğumuz altındaydı. Yaptığımız iyilik ve kötülük hepsi birer tercihten geçiyordu. Nasıl yaşamak istediğimiz bize bağlıydı. Dövdüğüm adam ise hayatını hep kötü yaşamak istemişti. hayatı boyunca, hep bu tür yerler yapmış ama hepsinden iyi halden bir şekilde serbest kalmayı başarmıştı.
Her şey belki affedilirdi ama bir kadına tecavüz etmek...
Asla affedemeyeceğim şeyler arasındaydı. Bazen birini öldürmek bile bizim seçmeler arasında olmazdı ama ama bir kafına bunu yapmak sadece karakter yoksunluğundan geliyordu. Düşünce girdabından babamın sözleri bir mıknatıs gibi çekip almıştı beni.
"Şu dövüp komalık ettiğin adam." dedi babam, sözleriyle beni biraz daha bekletti. Gözlerime bakıp daha ne kadar meraklandırabilirim bile düşündü. Hep bunu severdi. Bombayı ortaya atar kenara geçip izlemeyi tercih ederdi. "Eeeee." diye konuştum bıkmış bir sesle, yoksa konuşmaya pek niyetli değildi.
"Öldü."
Öldü defalarca kafamın içinde yankılanan bir kelime transa girmiş gibi beyin hücrelerimde aynı kelime yankı ediyordu. Tanrı, doğan bir insanın yaşamına daha son vermişti. Vesile ise bendim. Onun verdiği canı kendi ellerimle almıştım.
ÖLDÜ. ÖLDÜ. ÖLDÜ. ÖLDÜ. Oysa bir kelime ne kadar anlam ifade edebilirdi bir insan için benim için bir çok anlamı vardı. İnsanlar sevdiği bir insan için ölüm lafını duyunca krizlere girer ağıtlar yakmaya başlamaz mıydı? Ya da nefret ettiği biri için sevinç çığlıkları atmaz mıydı? Benim için de neden bir çok duygu peydah oluyordu.
Bir kelime dört harf, bir o kadar hüsrana uğratırken bir o kadar mutluluk vaat ediyordu. Oysa içinde duygu barındıran insanlar, birinin ölümüne üzülürdü. Ben niye böyle bir duygu hissedemiyordum o adam için. Ölümün soğuk ürpertisi ensemde gezdi. Beni adeta içine hapsetmek için davet edıyordu.
"Hak etmiş." dedim kısaca. Onun hakkıda daha fazla konuşmak nefes İsrafından başka bir anlam teşkil etmiyordu bana. Öyle insanlar için daha fazlanı bile hak ediyordu. Bir kadının hayatını çalarken pis ellerini sürerken içleri acımazken... Ben o öldü diye asla üzülmeyecektim. İçimde ki karmaşaya izin vermeyecektim.
"Bunun anlamını biliyorsun değil mi?" diye sordu. Evet gayet farkındaydım. İşimi tamamen
kaybetmiştim, bunun üstüne mahkemeye çıkmam gerekebilirdi. Hatta hapse atılmam cabasıydı.
"Evet. Biliyorum." dedim daha fazla konuşmaya gerek yoktu bence.
"Bu yüzden de sana vereceğimiz şansı biraz değiştirip sana yeniden sunuyoruz." dedi babam
olacak adam, bazen nasıl onun çocuğu olduğumu anlamıyordum. Melek bir anneden doğarken nasıl şeytanın oğlu olabilecek bir adamdan gelmiş olabileceğimi sorguladım.
"Bu adam şeytanı sollar. Yanında ki Mesut'u unutma."
"Bu olayın üstünü kapatacağız ve sen bizim teklifi kabul edeceksin bunun karşılığında da
rozetin ve silahına yeniden kavuşacaksın ama."diye konuştu, devamında gelecek sözleri bir an önce dillendirmesi için bekledim. "Görevi yaptığın süre zarfında açıkta olacaksın."
"Ya kabul etmezsem?" diye sordum, "O zaman ne olacak?" Aslında cevabını bildiğim bir soruydu, sadece onun ağzından duymak istemiştim. Çünkü benliğim bu algıyı reddediyordu.
"Sorman sence de saçma değil mi?" diye lafa atladı amir bozuntusu, ona sorduğumu hatırlamıyordum bile. Her şeyde kendine bir kılıf bulmasa olmuyordu.
"Neden!" diye itiraz ettim sert bir sesle, "Sizin ağzınıdan duymam sence de hakkım değil mi Mesut." Sinirle Mesut'a baktım. Otuzların ortasında ki yaşı ile daha genç göstermesi cabasıydı. Ensesine kadar gelen siyah gür saçlarını tepede küçük bir topuz yaparak tek bir saç telinin çıkmasına müsade etmemişti. Kıvrımlı burnu, ince uzun dudakları, çekil gözlerle tam Japon erkeklerini andırıyordu. Onların aksine köse değil tam tersi sakalları nerdeyse dört parmak uzunluğundaydı.
"O Japon erkekleri değil Japon balığı olmasın."
İçten içe saatlerce gülebilirdim. Kesinlikle kilolu demeyeceğim kadar kas yığını barındırıyordu. Yakışıklı adamdı, asla dönüp de ikinci kere bakacağım bir adam değildi. Belki de beni bu düşünceye iten ona olan nefretimdi. Ne kadar kabul etmesem de yakışıklı bir adamdı.
"Terbiyeli ol." diye kızdı babam, gözlerimi Mesut iblisinden çekip babama çevirdim. "O senin üssün. Saygı duymak zorundasın."
"Dün istifa ettiğimi varsayarsak hiç bir şey de zorunluluğum yok. Buna Mesut'a saygı
duymam da dahil." diyerek, var olan ateşe biraz daha odun attım. Birazdan burada çok büyük bir yangın çıkarsa sorumlusu kesin ben değil karşımda oturan iki mahlukattır. Evet babama içten içe hakaret etmeyi seviyordum. Çünkü sadece bunları hak ettiğini düşünüyordum bazen. Burada oluşum sadece zaman kaybıydı.
"Boşver müdürüm. Ondan terbiye beklemek sadece bizim yapacağımız bir hata olur." diye
ortaya atladı Mesut bozuntusu. Sinirle ona baktım ama bir şey dememe değmeyeceğini anlayıp boşverdim.
Sanki çok gerekliymiş gibi, içimden bir siktir çektim.
Bok çukurundaydım ve ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Bir tarafta silah ve
rozetim, bir tarafta ise engebeli bir dağ yamacı. Neyi seçsem daha da içene sıçıyordum. Bu
aralar şu dilimi frenlemem gerektiğini bir köşeye yazıp düşünmeden cevap verdim karşımda
ki beni bekleyen adamlara.
"Kabul ediyorum." dedim, dilimden dökülen kelimelerin çok sonra farkına varmıştım. "Ama
iş bittiğin de burada kalmayacağım. Rozetimi aldığım gibi tahinimi isteyeceğim."
Babam düşünür gibi yaptı. Daha önce defalarca bunu istememe rağmen beni kesin bir dille
reddetmişti. Son kozum ise onu biraz bozguna uğratmıştı. Bana yüklemeye çalıştığı hakimiyet
beni boğmaktan başka bir işe yaramıyordu.
"Tamam." dedi bıkkın bir sesle, "Bu iş bittikten sonra tahinini isteyebilirsin." derin bir nefes
aldı.
"... Ama bu işte yalnızsın, ister gerçek kimlikle ister sahte bir kimlikle onun yanına yaklaş
ama masam da er ya da geç somut bir şey istiyorum. Bizler ne kadar polis olsak da o adamın kolu çok uzun kimliğini hemen bulacaktır. Sana tek tavsiyem şu olabilir, gerçek kimliğini
kullanarak burayla tamamen işinin bittiğine inandır."
"Başımın çaresine bakarım." diye konuştum sessizce, sesimin içime kaçtığına yeminler edebilirdim.
Onları arkamda bırakıp odayı terk ettim. Önümde sonu görünmeyen sisli bir yol vardı. Elim
de ne bir fener vardı ne de bu sisi dağıtacak bir ateş. Yürümekten, hatta koşmaktan başka
çarem yok gibiydi. Tek endişem ise yolun başında kaybolmaktı. Çünkü yeterince
kaybolmuştum, da fazlası benliğim için zarardı.
🌃🦅
Bazı şeyler zordur, imkansıza yakın ama asla imkansız olmayan. Bu hayatta nelerin imkansız
olduğunu bilsek acaba bir işe ya da bir şeylere başlayabilir miyim? İleriye doğru bir adım atabilir
ya da kendimize bir çizgi belirleyebilir miydik? Geleceği hiç bir zaman ön göremedik bir sınır
belirleyemedik ya da vazgeçemedik.
Ne varsa en derinine yaşama isteği vardı, hep insanlarda hadi bunu yapayım da içimde
kalmasın mantığı yatıyordu altında.
Aslına bakarsak bir yere kadar doğruydu bu felsefe
düşüncesi. Yapıp pişman olmak, yapmayıp pişman olmaktan daha iyiydi en azından
denemedim demezdi, ya da kötü olan keşke, keşke, keşke, keşke yapsaydım da öyle pişman
olsaydım. Belki o zaman işler daha farklı boyutta olabilirdi.
Otobüs mahallemin yukarı tarafında ki durakta dururken, aşağı inmek için hareketlendim.
Otobüsten inip derin bir nefes aldım, her gün bir araçla gelen ben bugün otobüse muhtaç
kalmıştım. Ne zavallıca ama taksiye binebilmek için artık bir işim bile yoktu. Düşüncelerimin
eşliğinde kapımın önüne kadar gelmiştim. Şu an tek isteğim birinin gelip beni durdurmamasıydı. Kimseye tahammülüm kalmamıştı bugün. Kirli bir kuyudaydım ben, çıkmak istedikçe daha da kirlendiğimi hissetmek, aynı açık yaraya tuz basmak gibiydi.
Önümde duran bilgisayara bakıyordum. Nerden başlayacağımı bilmiyordum. Parmaklarım
benden bağımsız Kartal Karadağ'lı ismini arattı. Önüme çıkan genel geçer bilgiler dışında hiç
bir şey yoktu. Ne Google denilen arama motorun da ne de polis aramasın da bu kadar az bilgi
olması kafamı allak bullak ediyordu. Belki de sadece üstünden yürüyebileceğim bir şirket
ismi vardı. "KARADAĞLI HOLDİNG" diye fısıldadım.
Önüme çıkan fotoğraflarına baktım. Hiç birinde en ufak bir tebessüm yoktu. Karşımda fotoğrafı duran adam iyice gizemini koruyordu ve bu beni zaman geçtikçe daha da huzursuz ediyordu.
Önce bir iş bulmam gerekliydi, belki de ona yakın olup daha fazla bilgi toplayabilmem için
onun şirketin de bir iş bulabilirdim. Tabi eğer şanslı günümde falansam, bu dönem de her şey
fazlasıyla zorlayıcıydı. Hiç bir şey istediğim gibi ilerlemez hale gelmişti.
Önümde duran bilgisayara gerekli olan kodları girip beklemeye başladım. Karadağlı holdingin bilgisayar ağlarına girmeye çalışacaktım. Bu konuda ne kadar
iyi olduğum tartışılırdı, ama son anda hacker olmaktan vazgeçmiş olduğumu ve polisliğe
heves ettiğimi varsayarsak geçmişten kalan bir kaç numara biliyordum. Aynı zaman da
mesleğimi yaparken diğer okuduğum bölümleri de unutmamak gerek. Bir gün yarayabilir
umuduyla ama asla lazım olmaz sadece belgesi dursun dediğim bir bölüm olan sekreterlik,
onun yanında heves ettiğim bilgisayar diğer bölümlerim arasına gidiyordu.
Bu holding kaç katmandan oluşuyordu bilmiyorum ama sadece ilk katmana ulaşabilmiştim.
Boş olan ve bana uygun olan çalışabileceğim yerlere birer CVmi bırakırken, bir de yetmemiş diğer başvuru yapan kişilerin de tüm başvurularına reddi vermiştim. Bu sayede tek başvuru benim olacaktı. Elimde ki işi bitirince son anda sistem
beni fark edip yazılımımı çökelmişti. En azından işe alınma ihtimalim vardı bu biraz da olsa
içime su serpiyordu. Düşündüğüm gibi olursa hem işe alınacak hem de Kartal'a biraz da olsa
yaklaşabilecektim. Şimdi ise bana sadece arkama yaslanıp olan biteni yaşamak düşüyor. O
rozet çok yakında yine benim olacaktı ve bu sefer kimse önümde duramayacaktı.
Ama benim hesaba katmadığım bir şey vardı. Kader çoktan ağlarını örmüştü.