4.BÖLÜM "ÖLÜM"

1632 Words
Siyah gölgemin varlığından habersiz tüm harabeleri gezmiştim. Tüm sokaklar da nefes almış tüm caddelerde bir iz bırakmıştım kendimden. Her yağan yağmur damlasın da bir anım vardı mesela... Yaz kadını değil belki ama kış kadını da değildim. Bahardım ben, her şeyin ortasını seven bilinmezlikten nefret eden bir tarafım vardı. Geceydim ben her şeyiyle karanlık, nefes kesici, bir şeylere hakimiyet kurma isteği duyan. Sessiz karanlıkta bile her şeyden haberdar olandım. Anlamsızlıklar beni yorardı. Şüphenin en üst seviyesinde gezen benliğim her yeni bir gün de tohumlarını biraz daha serpiştiriyordu ruhuma. Ruhum her geçen gün biraz daha bataklığa saplanıyordu. Ne çıkaranım vardı ne de çıkasım vardı. Ruhum, bu kadar sıkışmanın verdiği acıdan köşeye geçip saklanmayı tercih etmişti. Üstüne yıktığı onlarca binanın altında sıkışmış çıkmayı her gün reddediyordu. Yanımda oturan adama beni fark etmediğim için göz ucuyla baktım ama beni kendine çeken bir şeyi vardı. Gür saçları parmaklarımı geçirmek isteyecek kadar yumuşak duruyordu. Çıkık elmacık kemikleri sakallarının altından bile belli oluyordu. Sakallarının içinde saklanmış yara izi vardı. O kadar o kadar silikti ki dikkat etmeyenin göremeyeceği türdendi. Çabam nafileydi ona galiba baktığımı hissetmiş gibi siyah güneş gözlükleri altından dönüp bana baktı. İçimde ki arsız kadın bunu umursamadı. Önün de şah eser yatar biraz daha izleme taraftarı oldu. Az önce sırf fark etmesin diye baktığım yüzüne şuan umurumda değilmiş gibi biraz daha seyretmek istiyorum. İçimde oluşan kıpırtıya anlam vermedim. "İki gündür." diye konuşmaya başladım. Zira bu kelimelerin sonunu nasıl getireceğimi varlığım da bilmiyordu. İçimde ki arsız kadın bana hükmediyordu. "Çok fazla karşılaştık ve ben nedense tesadüflere inanmam." diye konuştum. Düdaklarımda mühür vurulmuş, dilim lal olmuştu. Bir cevap bekledim, sustu. Onunla beraber bende susmak istemeyen tarafımı susturdum. Az önce konuşmak için can atan bir tarafım vardı ama arsız kadın bir yerlere saklanmayı tercih etmişti. Bu kadar tesadüf bana fazlaydı belki de... Dün sabah,karakolda ki dosya, dün olan kaza, bugün hastane hepsi çok fazlaydı. Belki sadece bir rastlantı demek gerekiyordu ama ben tesadüflere inanmayacak kadar büyümüştüm. Büyük zorunda bırakılmıştım. "Bunu benim sana söylemem gerekir." diye söylendi. Sesi kalın ve boğuktu, yüz yüze olmasak belki de bir cihaz kullandığını söyleyebilirdim. Bir insanın ses tonunun böyle olması beni aşırı geriyordu. Ondan gelen sesle şeytan yavaşlığındaydı. Başımı ona çevirdim. "Anlamadım?" diye sordum. Çünkü gerçekten anlamamıştım. Benim sorduğum soruyu bana farklı bir şekilde iletmişti ama benim karşıma çıkan oydu ben değil. "Tesadüflere inanmam, ama bunu söyleyen ben değil sensin. Sen bunu söylerken bile tesadüf olduğuna inanasım gelmiyor." diye konuştu. Bana bakma zahmetine girmedi. Küstah adam diye geçirdim içimden. Garip olan ise onun da benim gibi düşünüyor olmasıydı. Sanki biraz önce düşündüklerimi kendisi dile getirmişti. "Küstah ama bir o kadar seksi" "Sizi bilmem ama ben bundan yeterince rahatsızım." diye konuştum memnuniyetsiz kokan bir sesle. Bunu o da fark etti ve bir cevap verme zahmetine girmedi. Belki de içimde ki arsız kadının seviyesine inmek istemedi. Bir insan uçurum kenarına iki sebeple giderdi ya yeniden hayata dönmek için ya da hayatını bitirmek için. Polis olduğum süre içinde onlarca ölüme şahit olmuş, onlarca cinayete tanıklık etmiştim. Her intihar vakası, cehenneme bir kapı açıyordu bence. Her ölümün farklı bir girişi vardı. Ama her yaşamın bir girişi vardı. Anne rahmine atılan bir tohumda insanın ruhu bedenine yerleşiyordu. Aylar boyunca sadece bir damardan beslenip yaşamını sürdürüyordu. İlk doğum anı ve ilk yaşama tutunma evresi. Bedenin büyüdükçe ruhun yaşlanıyordu. Benim ruhum artık ölüme parmak hesabı yapıyordu. Yaşıyordu ama ölüden bir farkı yoktu adeta. Akan gidip yolu izlerken sonbaharın başlarına dem atıyordu günler. Sıcaklar yerini yavaş yavaş soğuğa bırakmış. Yer yer yapraklar kendini sararmaya bırakmıştı. Belki de sonbahar en sevdiğim mevsim olabilirdi. İnsanların yüzsüzlükleri gizliyordu bir nevi. Yaptıkları hatalar, peş peşe gelen günahlar iliklerine kadar işlemiş olan her şeyi yağmur beraberin de atmak ister gibi insanların üstüne yağmayı tercih ediyordu mesela. Derin bir nefes aldım. İçimde anlamladıramadığım sayısız şüphe tohumları ekmiştim. Merakıma yenik düştüm. "Hastane de olan genç kardeşin mi?"diye sordum. Oysa ben merak etmezdim ki! Merak etsem bile bunu dillendirmezdim. "Hayır."dedi kısaca yola bakarken. Bu kadar ketum olmasını anlamıyorum, oysa kendimi düşününce bazen ondan daha beter hala geldiğim zamanlar oluyordu. "Ama çok benziyorsunuz!"dedim dayanamayarak. Bir kere salmıştım kendimi onun hakkında bir şeyler öğrenmek keyif verebilirdi doyumsuz ruhuma. "Kuzenim." "Kuzen olamayacak kadar benziyorsunuz."dedim. "Kardeş olma olasılığınız vardır kesin." Ne ara bu kadar meraklı olmuştum, hangi zaman diliminde dilime hakim olamayacak evreye girmiştim. Oysa umursamazdım ben. Söyleneni bilir, söylenmeyene kulak asardım. Başımı koltuğa yaslayıp yüzüne baktım. Gözlükleri altından ters ters yüzüme baktı. Ona bakmamdan rahatsız olmuş bir hali vardı. "Pardon."dedim mahçup bir sesle. Bu kadar pervasızlık bana bile fazlaydı. "Patavatsızlık yaptım." dye devam ettim söylerime. Oysa ben patavatsızlık yapmam. Sesimde ki bu tını da neyin nesiydi. Merak da etmem ne oluyordu bu kısacık zamanda bana? Yolun geri kalanında konuşmaya çalışıp kafama saksı düşmüş gibi saçmalamaya yeltenmedim. "Kesinlikle doğru bir karar. Ne içtin sabah sabah votka falan mı?" Oda konuşmayıp başta verdiğim adrese doğru sürmeye devam etti. Geldiğimizi anladığım da, "Müsait bir yerde ineyim ben." diye konuştum. Duran araba ile kapıyı açıp bekledim. Bir şey söylesin, bir şey söyleyeyim. O önüne ben ise ona bakıyordum. Onun verdiği o tanıdık his beni bozguna uğratıyordu. Bir şey söyler diye bekledim ama yeltenmedi. Önemsemedim bende. "Teşekkür etmem gerekli galiba? " diye konuştum. Bir sorumuydu emin değildim. Sanki söylenmesi gerekiyordu sadece. İçimde oluşan burukluğa rağmen devam ettim sözlerime. "Ama bir daha karşılaşmayız umarım. Zira şu an arabamın olmaması sizin suçunuz. İyi günler." diyip kapıyı kapattım. İçimde anlamlandıramadım bu his bana fazla geliyordu. İki gündür hayatımda olan bir adamın beni bu derece uçuruma süreklemesi akıl karı değildi. Sinirle yürüdüğüm yolda, ne kadar bakma isteğiyle dolsam da bakmadım. Volvo marka arabanın gazı yükleyip yanımdan geçmesiyle derin bir nefes aldım. Sen orman kokulu adam, benim ruhuma fazla geliyordun. Ve ruhum bu kadar arbedeyi kaldırmıyordu. 🌃🦅 Sus pustum artık, en yalın halim ile çaresiz, en çıplak halimle savunmasızdım bundan sonra. Hangi kapıya gitsem bir bir yüzüme çarpılmıştı kapılar. Hangi gölgeliğin altında yağmurdan sakınsam kendimi herkes bir bir taşlamıştı ruhumu. Kimden yardım istesem, bir fiske daha vurup çarpıp çıkmıştı işte hayatımdan. Bende vazgeçtim işte... Bana ait olmayan hayattan, yakınımda dahi durmayacak insanlardan. Bir gölgeliği bile ıslak saçlarıma çok görenlerden kaçtım. Ben en çok kendimden kaçtım. Kimsesiz oluşumdan, kimsenin kabullenemeyişinden kaçtım. Ruhuma bıraktıkları arbedeyi peşime sürükleyrek uzaklaştım bir bir bana kötü olabilecek her varlıktan kaçtım. Yeni bir dünya kurdum kendime. Ruhum da yetiştirdiğim, zamanında kurumasını umursamayanlara inat sulayıp, büyüttüm ruhumda ki çiçekleri. Kan ile nefret ile sulayıp kin büyüttüm o çiçeklerin içinde. Ben ruhunda ızdırapla büyüyen kadın, her nefes alış verişimde boğazıma batan dikenlerle, içimde ki kanayan yaralarla büyüdüm. Izdırabın sessiz mateminde en çok sevdiğim insanlar beni birer katile çevirdiler. Uyandığım her gün yaralarım iyileşmek yerine biraz daha kanıyordu. Ben buydum, kanın içinde, önce boğulup sonra nefes alandım. Düşünme çıkmazından kendimi soyutlayıp, karakolun önüne gelince durdum. Dün bir sinirle gittiğim, karakoldan, bir mesajla geri dönüyordum. Belki de gururumu bu aralar çok fazla ayaklar altına alıyordum, fark etmeden. Ayağıma geçirdiğim postallarım, yürüğüm yerler de tiz bir ses bırakırken bunu umursamadım. Bir şekilde geldiğimin bilinmesini seviyordum. Kapının önünde yeni çalışmaya başlayan polislere baktım. "Günaydın baş komiserim." diyip başlarını salladılar. Bana saygı duymaları içten içe beni gururlandırıyordu. Henüz istifa ettiğim duyulmamıştı, bu beni üzse de umursamadım. Keşke dedim, keşke böyle bir şey hiç yaşanmamış olsaydı. Ama bir yanımı iyi ki demeden duramıyordum. Eğer ben o gün yetişmeseydim o kıza daha kötü şeyler yapacağını adım kadar emindim. En azından başımı yastığa koyarken, kabusları mı işgal eden çığlıklar olmayacaktı eskisi gibi. "Günaydın." diyip içeri girdim. Her girdiğim koridorda bir günaydın sesi yükselirken, burada olmayı sevdiğimi fark ettim. Buraya gelişimi daha dün gibi hatırlamam normal miydi? Ne oldu da birden anılarım depreşti bilmiyorum. Buradakilerle her ne kadar can ciğer kuzu olmasak da hiç biriyle yine de onlar için canımı verirdim. Onlar da her ne kadar benden korksalar da duydukları saygı daima önlerine geçiyordu. Geldiğim gri renkli kapıya baktım. Kapıyı çalıp çalmamak arasında kalsam da en son odada başka birinin olma olasılığına dayanıp çalma kararı aldım. İçerden yükselen gel sesiyle kapıyı ölüm yavaşlığın da açıp içeri girdim. Haksız değildim, yalnız değilmiş. İçeri geçip selam verdim hiç istememe rağmen. "Müdürünüm beni çağırmışsınız."dedim takınabildiğim en soğuk halimle. "Gel Gece biz de Mesut amirinle tam da senin hakkın da konuşuyorduk."diye konuştu babam. Asla samimiyetine inanmıyordum. Yüzünde ki tüm gülümsemeler şuan olduğu gibi sahteydi. Acı bir burukluk içimi kapladı. "Yapma o oğluna gerçekten gülümsüyor. Sen annenin katilisin Gece. Babam asla sana oğluna baktığı gibi bakmayacak." Yüzüme sahte bir tebessüm yerleştirip içeri adımladım. Kendime sakin ol telkinleri verirken içinde olduğum stresi asla anlatmaya kelimeler yetmezdi. İçimde yangınlar vardı ama söndürmeye çalışan tek bir Allah'ın kulu yoktu. Çocuk gibi oturup saatlerce ağlayasım vardı. "Merhaba "dedim, amir olacak bozuntuya, o da başını bana çevirip samimiyetten uzak bir merhaba bahşetmişti. Birbirimizi hiç sevmediğimiz ortadaydı, elinde olsa şuan bile beni boğazlamaktan çekinmezdi. Aynı duyguları ben de besliyordum ona karşı. Gel gör ki bu duygulardan sadece bizim haberimiz vardı. Ama hala benden neden nefret ettiğini çözebilmiş değildim. "Beni neden çağırdınız Müdürüm? Dün istifamı verdim diye hatırlıyorum." "Evet ama." diye başladı sözlerine babam, bu kelimelerin arkasına ne sıralayacak merak ediyordum. "Sana teklifi düşünmen için bir şans vermeye karar verdik. Zira bu sabah yeni gelişmeler yaşandı." "Ne gibi?" diye sordum, merakım diz boyuydu ama göstermeye niyetli değildim. Bu aralar fazla meraklı olduğumu kabul ettim içten içe arabada olanları hatırlayıncı. "Şu dövüp komalık ettiğin adam." dedi babam, sözleriyle beni biraz daha bekletti. Gözlerime bakıp daha ne kadar meraklandırabilirim bile düşündü. "Eeeee." diye konuştum bıkmış bir sesle, yoksa konuşmaya pek niyetli değildi. Saniyeler bir birini kovalamaya, yelkovan akrebin peşinde bir karabasan gibi ilerlemeye devam ediyordu. "Öldü." Öldü defalarca kafamın içinde yankılanan bir kelime transa girmiş gibi beyin hücrelerimde aynı kelime yankı ediyordu. ÖLDÜ. ÖLDÜ. ÖLDÜ. ÖLDÜ. Oysa bir kelime ne kadar anlam ifade edebilirdi bir insan için benim için bir çok anlamı vardı. İnsanlar sevdiği bir insan için ölüm lafını duyunca krizlere girer ağıtlar yakmaya başlamaz mıydı? Ya da nefret ettiği biri için sevinç çığlıkları atmaz mıydı? Benim için de neden bir çok duygu peydah oluyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD