“Ama işe yaradı,” dedi Burcu'nun sesi. Kendinden emin, hatta neşeli. “Güneş içeri girdi, Yıldıray'ın güvenini kazandı ve sağ salim çıktı. Daha ne istiyorsun?”
“Ya anlatsaydı?” dedi Rüya endişeyle. “Ya Yıldıray onu sıkıştırıp her şeyi öttürseydi?”
“Öttüremezdi,” dedi Burcu. Sesi o kadar soğukkanlıydı ki kanım dondu. “Çünkü Güneş gerçekten hiçbir şey bilmiyor. Planın sadece yüzeyini biliyor. Derinliğini değil.”
“Yine de…” Enes’in sesi titrek geliyordu. “Ona o geçmişi anlatmamamız doğru değil… Güneş haklı, kendini kullanılmış hissedecek.”
“Hissetmesi gerek Enes!” Alperen’in sesi yükseldi. “Çünkü sikeyim bu bunu yapıyoruz. Yıldıray zeki bir adam. Eğer Güneş’in gözünde en ufak bir ‘ben bir görevdeyim’ bilinci görseydi, onu orada parçalardı. Güneş’in o evden sağ çıkmasının tek sebebi, gerçekten kırgın, gerçekten bilgisiz ve gerçekten saf olmasıydı.”
Nefesimi tuttum. Kalbim göğüs kafesimi delip çıkacak gibi atıyordu.
“Yine de…” dedi Yavuz. “Kıza yazık oluyor. O bizim arkadaşımız.”
“Arkadaşımızdı,” dedi Burcu, sesi daha alçak ama daha acımasızdı. “Ama bu dava arkadaşlıktan daha önemli. Yıldıray’ı bitirmemiz lazım. Ve eğer bunun için Güneş’in biraz gururunun kırılması, biraz hırpalanması gerekiyorsa… Öyle olsun.”
Bir sessizlik oldu. Sonra Rüya’nın sesi duyuldu.
“Zaten Yıldıray, Güneş gibi tipleri sever. Yaralı, kurtarılmayı bekleyen prensesleri… Güneş, tam onun kaleminde bir kurban. Yıldıray onu ‘iyileştirmeye’ çalışırken gardını düşürecek. Biz de o arada asıl darbeyi indireceğiz.”
“Yani…” Enes yutkundu. “Güneş sadece bir yem mi?”
Cevap veren Yavuz oldu.
“Satrançta şahı korumak için bazen veziri bile feda edersin Enes. Güneş vezir bile değil. O sadece, karşı tarafın dikkatini dağıtmak için öne sürdüğümüz bir piyon. Ve piyonlar, oyunun sonunda tahtadan ilk düşen taşlardır.”
Dünya ayaklarımın altından kaydı.
Elimi ağzıma kapattım. Çığlık atmamak için dudaklarımı kanatırcasına ısırdım. Gözlerimden yaşlar süzülürken dizlerimin bağının çözüldüğünü hissettim.
“Onların artı bire ihtiyacı yok. Onların sadece bir piyonuydum.”
Yıldıray haklıydı. Her kelimesi, her cümlesi… O lanet olası adam haklıydı.
Beni sevmiyorlardı. Beni korumuyorlardı. Ben onlar için, Alperen’in hırsları ve Burcu'nun stratejileri uğruna harcanabilecek bir “dikkat dağıtıcı”dan ibarettim.
Anlamıyordum.
O kadar gerçekçi oynamışlardı ki...Beni korumak için kendilerinden uzak tutuyorlardı hani? Bunların hepsi birer oyun muydu?
İçeriden gülüşme sesleri geldi. Burcu, “Neyse ki, Yıldıray’ın ona inandığını sanıyor. Adamın onu parmağında oynattığından haberi yok ama işimize gelir,” dedi.
Daha fazlasını duymaya midem dayanmayacaktı.
Telefonumu orada bıraktım. Umurumda değildi. Gerekirse yenisini alırdım, gerekirse dumanla haberleşirdim ama o odaya girip o ikiyüzlü suratlarına bakamazdım.
Sessizce, bir hayalet gibi evin önünden ayrıldım.
Sokağa çıktığımda artık üşümüyordum. İçimde, o zamana kadar hiç hissetmediğim kavurucu bir öfke ateşi yanıyordu.
Evet, bir piyon olabilirdim. Ama unuttukları bir kural vardı: Bir piyon, tahtanın sonuna ulaşmayı başarırsa, istediği her taşa dönüşebilirdi. Vezire, kaleye, hatta bir şahı mat edecek güce.
Telefonum onlarda kalmıştı ama asıl silahım bendeydi.
Gerçeği biliyordum.
Yıldıray benim her şeyi bildiğimi, onların beni kullandığını biliyordu.
Onlar ise benim hiçbir şey bilmediğimi, hala sadık bir arkadaş olduğumu sanıyorlardı.
Ve ben… Ben artık kimin tarafında olduğumu bilmiyordum ama kimin tarafında olmadığımı çok iyi biliyordum.
Güçlü olmaya çalışıyordum ancak yüreğimdeki hayal kırıklığını gizlemenin bir çözümü yoktu.
Sokak lambalarının sarı, hastalıklı ışığı altında yürürken adımlarımın asfaltta çıkardığı her ses, beynimin içinde yankılanan o acımasız kelimelerle senkronize olmuştu.
Anahtarı titreyen ellerimle deliğe sokmaya çalıştım. İlk denemede başaramadım. Gözlerimden süzülen yaşlar görüşümü bulanıklaştırıyordu.
“Lanet olsun,” diye fısıldadım, elimin tersiyle gözlerimi sertçe silerek. Derin bir nefes aldım.
"Aptallar." diye sinirle tısladım. "Ben onları bu karanlık kuyudan çıkarmaya çalışırken...onlar beni bu kuyuya atmak için zorluyorlarmış. Nasıl, nasıl bu kadar kötü olabildiler? Benim saf, masum arkadaşlarım nerede? Onlara ne yaptılar?
Bu kadar büyük bir kötülüğe nasıl dönüştüler?
Kapıyı açtım.
İçeriden yüzüme vuran sıcak hava ve yeni demlenmiş çay kokusu, beni bir anlığına sersemletti. Dışarıdaki o soğuk, acımasız ve hesapçı dünyadan sonra burası fazla… normaldi. Fazla masumdu.
“Güneş?”
Sedef’in sesi salondan geldi. Televizyonun sesi kısıktı.
“Benim,” dedim. Sesim beklediğimden daha çatallı, daha kuru çıktı. Boğazımı temizledim. “Geldim.”
Salona girdiğimde Sedef, L koltuğun pencereye bakan kısmında bağdaş kurmuş oturuyordu. Kucağında çizim tableti, saçları tepeden dağınık bir topuz yapılmış, üzerinde boya lekeli bol bir sweatshirt vardı. Beni görünce tabletinin kalemini bıraktı ve gözlüğünü burnunun üzerine itti. Yüzünde samimi, sıcak, hiçbir art niyet barındırmayan o gülümseme belirdi.
“Hele şükür!” dedi, hafif sitemkar ama sevecen bir tonla. “Kızım sen yaşıyor musun ya? Bir taşındın, ondan sonra eve geldiğin yok. Mesaj atmasam haber de vermeyeceksin. Kayıp ilanı verecektim az kalsın Müge Anlı’ya.”
Doğru.
Uzun zamandır, kendimi onlara kabul ettirmeye çalışıyordum. Tıpkı bir salak gibi.
Çantamı koltuğun kenarına, yere bıraktım.
“Sorma,” dedim, kendimi karşıdaki tekli berjer koltuğa bırakırken. Bedenim o kadar ağırdı ki, koltuk beni içine çektiğinde bir daha asla kalkamayacakmışım gibi hissettim. “Okul işleri, bitirme projesiyle ilgili koşturmaca… Bir de arkadaşlarla takıldık biraz. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamışım.”
Sedef dikkatle yüzüme baktı. Gözleri kısıldı.
“Rengin kireç gibi olmuş senin,” dedi endişeyle. Tabletini kenara koyup öne doğru eğildi. “Hasta mısın? Ateşin falan mı var? Bak salgın var diyorlar, dikkat etmedin mi kendine o kalabalıkta?”
“Yok, yorgunluk sadece,” dedim geçiştirmeye çalışarak. Başımı arkaya yasladım ve tavanı izlemeye başladım. Gözlerimi kapatırsam ağlayacakmışım gibi geliyordu, o yüzden gözlerimi açık tutmaya zorladım. “Biraz… uykusuz kaldım. Koşturmaca işte.”
"Evde tek başıma çok sılıyorum. Anlat bakalım, kimlerleydin?" diye sordu. Sesinde kötü bir niyet yoktu, sadece saf bir merak. "Çocukluk arkadaşlarım." dediğimde şaşırmış gibi baktı.
“Valla ne yalan söyleyeyim, çocukluktan beri arkadaş olanları kıskanıyorum,” diye güldü Sedef, ortamı yumuşatmaya çalışarak. Ayağa kalkıp mutfağa yöneldi.
“Ben liseden bile kimseyle görüşmüyorum. Sizinkisi bayağı nadir bulunan bir bağ. Yıllardır kopmamışsınız."
“Öyle,” diye mırıldandım, sesimdeki ironiyi gizlemeye çalışarak. “Çok… sıkı bir bağımız var. Kopamıyoruz.”
Lanet olsun!
Kendimden bile nefret ediyordum şu an! Ne bok yemeye bir şeyleri düzeltmeye çalışmıştım sanki?
Onlar sanki o kör kuyudan çıkmayı bilmiyorlar mıydı? Neden böyle bir saçma kahramancılık oynamaya kalkışmıştım ki?
Sedef elinde iki kupa ile geri döndü. Birini bana uzattı. Buharı tüten bir bitki çayıydı.
“Adaçayı. Annem göndermişti, taze. İyi gelir, sakinleştirir,” dedi. “Eee, anlat bakalım? Neler yaptınız?"
Kupayı iki elimle kavradım. Sıcaklık avuç içlerimden kollarıma yayıldı ama içimdeki o buz kütlesini eritmeye yetmedi.
“Pek bir şey yapmadık,” dedim yalan söyleyerek. Gözlerimi çayın dumanına diktim. “Oturduk, konuştuk. Eski günlerden, gelecekten falan…”
Sonra uzun uzun sohbet ettik.
"Bir kedin vardı, o nerede?"
"Onlara bıraktım şimdilik." dedim. "Anladım." dedi. Esnerken gözlüğünü çıkardı ve gözlerini ovuşturdu. Bu haline gülümsedim.
“Ben yatıyorum,” dedim daha sonra, kupayı sehpaya bırakarak. “Gözlerim kapanıyor.”
“İyi geceler canım,” dedi Sedef. “Sabah güzel bir kahvaltı yaparız. Pazar kahvaltısı. Menemen yaparım sana, soğanlı mı soğansız mı olsun istersin?”
Gülümsedim. Buruk bir tebessüm. “Soğanlı olsun. Tadı çıksın.”
“Tamamdır. Hadi git uyu sen.”
Ayağa kalktım. Yerden çantamı aldım.
Odamın kapısını kapattığımda, karanlık beni kucakladı. Sırtımı kapıya yasladım ve yavaşça yere çöktüm.
Telefonum yoktu. Onlarla iletişimimde yoktu.
Zaten şu an hiçbirinin yüzüğünü görmek istediğimi zannetmiyorum.
Hatta her birini boğazlayasım var!
Daha sonra Yıldıray'ı düşündüm.
O adam, o ofiste bana bakarken ne görmüştü? Gerçekten bir piyon mu? Yoksa o piyonun içindeki potansiyeli mi?
"Bana yardım etmek için burada olacağım," demişti. "Çünkü bana kimse yardım etmemişti."
Ayağa kalktım, kitabı yatağımın başucuna koydum. Üzerimdekileri çıkarmadan yatağın içine girdim. Yorganı kafama kadar çektim.
Sedef yan odada, güvenli ve sıcak dünyasında, benim kim olduğumu bilmeden, sadece "iyi bir ev arkadaşı" olduğumu düşünerek uyuyacaktı birazdan.
Ben ise… Ben kimdim?
Onların bir piyonu mu?
Yıldıray’ın yeni projesi mi?
Yoksa…
Gözlerimi kapattım.
"Bana bunu yapamazsınız." dedim fısıltıyla. "Size yardım etmekten başka hiçbir şey yapmadım." dizlerimi kendime çektim. "İstiyorum." dudaklarım titriyordu. "Ben eski arkadaşlarımı istiyorum."
O gün çok ağladım.
Hemde fazlasıyla.
İhanetin acısı insana fazla geliyordu.
Özellikle onlar için her şeyi yapabilecek bana bunu yapmaları daha çok zoruma gidiyordu.
Benimle oynamışlardı.
Bu planı bile benim kurmamı sağlayan onlardı.
Kontrol edemiyordum ama kontrol edemediğim her dakika, her şeyden nefret ediyordum.