GİRİŞ
Bir kuş, ilk defa göğe kanat çırparken minik bir tırtıl kozasını yırtıp özgürlüğe uçtu. Ay geceye, şafak göğe küstü. Bu yüzden belki de göğün siması bu kadar karanlıktı.
Parmağımı kaldırıp buharlaşan cama, minik bir kelebek çizdim. Kulağımdaki kulaklık, yavaşça omzumun üzerine doğru saçlarımın arasından kaydı. Geri takmak yerine annem ve ablamın seslerini dinlemeye başladığımda, zihnimin derinliklerinde var ettiğim o kuyudan başımı çıkardım. Bazen öyle anlar geliyordu ki zihnimde, kendi kendime var ettiğim kuyuda boğuluyor gibi hissediyordum.
İri gözlerimi onlara çevirdiğimde dudaklarımda oluşan tebessüme engel olamadım. Dikkatle anneme bir şeyler anlatan ablamın küt kesimli, fazla düzgün kestane rengi saçlarına uzandım. Aniden saçını çekmem onu gafil avlamıştı şüphesiz. Bana dönüp koyu kahverengi gözleriyle sertçe baktı.
"Çocuklaşmasan olmuyor değil mi Rüveyha?" deyip burun kıvırdı, bir yandan da ellerini saçlarına yerleştirip yavaşça düzeltti.
Omuz silkip dil çıkarmakla yetindim. Gözlerim ön koltukta oturan annemle kesişti, mavi gözlerindeki mutluluk ve dudaklarındaki gülümsemeyle bize bakıyordu. Dikiz aynasından babamın da bize baktığını fark ettiğimde, ona göz kırptım.
"Kızım, bulaşma ablana."
Yaşımın verdiği neşeyle kıkırdadım. Benim aksime ablam, o kadar düzenli bir kişiliğe sahipti ki ona bulaşmadan duramıyordum. Başımı cama çevirdim, hava alma isteğiyle pencerenin camını çok az bir şekilde açtım. O sırada babam, sigarasını dudaklarına yerleştirdi. Hava oldukça soğuk olmasına rağmen parmaklarımı pencereden dışarı uzatıp soğuğu hevesle karşıladım. Ablam yanımda pencereyi kapatmam ile ilgili bir şeyler söylese de umursamadım, birazdan zaten kapatacaktım. Annem sigara içmeye hazırlanan babamı görmüş olacak ki ona dönüp bezgince söylenmeye başladı.
"Şu şey senin ölümün olacak. Bırak artık içmeyi."
Babam uzanıp annemin yanağını sıktı. "Merak etme bana bir şey olmaz," dedi.
Annem başını iki yana sallarken babam çakmağını aramaya başladı.
"Nerede bu çakmak?"
Eğilip annemin önündeki torpidoyu açmaya çalıştı. Saniyeler, belki de saliseler içinde gerçekleşti olanlar. Bir evlat yetim kaldı, bir bebek anne rahminde son nefesini verdi. Korku çaresizlikle el ele verip göğe yükseldi. Hayatımız bir dal sigaranın ateşi yüzünden tepetaklak olmuştu. Babam o gün, bir dal sigarayı hayatımızın üzerinde söndürdü. Annem yıllardır söylediği sözde haklı çıktı. O sigara, babamın ölümüne sebep oldu ama eksik bir şey vardı; sadece babamın değil, tüm ailemin ölümüne sebep oldu.
Sisli İstanbul yolunda, araba hakimiyetini kaybedip ıslak zeminde kaymaya başladı. Canhıraş çığlıklar dökülürken dudaklardan, korkudan felç olmuştu sanki her bir uzvum. Araba bir kez daha ters dönerken başım cama sertçe çarptı. Cam bu yüzden mi çatlamıştı, yoksa annemin çığlığına eşlik eden Funda'nın çığlığı mıydı nedeni? Bilmiyordum.
Başladığı hızda bitti bütün olanlar. Nihayet duran araba ardından duyulan tek şey, kulaklığımdan çıkan şarkıcının sesi ve benim düzensiz nefesimdi.
Dudaklarımdan kesik kesik hıçkırıklar dökülüyordu, kemerim bedenimi sıkıyor, nefes almamı imkânsız kılıyordu. "Anne." Cılız sesimi acı yuttu.
Anne...
"Annem."
Annem neden bu kadar sessizdi ki? Neden cevap vermiyordu bana?
"Anne, korkuyorum." Boğazıma bir şey tıkanmış gibi olduğunda sertçe öksürdüm. "Anne cevap ver! Anne!"
İç organlarıma saplanan keskin sızı nefesimi kesti, zor çıkan sesimle "Anne canım yanıyor." Bu cümleler dudaklarımdan o kadar fersiz ve cılız çıkıyordu ki annem, şu an karşımda olsaydı bile duyabileceğini sanmıyordum.
"Baba sen söyle bari, abla sen konuşsana. Neden sustunuz? Konuşsanıza!"
Tekrar saplanan kör sancı yüzünden kuvvetli bir çığlık döküldü dudaklarımdan.
Bakışlarım karardı, birkaç dakikalık bilinç kaybının ardından gözlerimi zor da olsa, bilinmezliğe doğru açtım. Beynimde uğultulu sesler vardı, gözlerimi kapayıp o seslere kulak vermeye çalıştım. Buradan çıkmamı haykırıyordu. Tenimi sıkan kemerden zor da olsa kurtuldum. Titreyen ellerimle ters dönen arabanın kapısını açtım.
Bu güç ya da bu talimatlar nereden geliyordu bilmiyordum. Gözlerim bulanık görüyordu, hiçbir şey hissetmiyordum. Kör sancıların saplandığı karnımı tutup bir adım attım. Dizlerim taşıyamadı cılız bedenimi, yere düştüm. Gözlerim yerin soğuğu ile buluşan ellerime kaydı, beyaz soluk ellerime kan bulanmıştı. Kimin kanıydı bu?
Açılmakta zorlanan gözlerim bir kez daha kapandı, beynim sanki uçuyordu, tuhaf bir hissizlikle kuşanmıştım. Bilinçsizce ıslak kaldırımda sürünmeye başladım. Ruhum, sanki ruhum bedenimden çekilmiş gibiydi.
"Sürünmeye devam et."
Beynimdeki yabancı sese kulak verip dönen başım ve odaksız bakan gözlerimle, sürünmeye devam ettim. Gecenin en karanlık vaktinde izbe, yabancı bir sokağın soğuk kuytusuna sığındım. Hissizlik her geçen saniye varlığını arttırırken kurşun gibi ağırlaşan göz kapaklarımı artık açamıyordum. Sanki yer altımda sallanıyordu.
Ruhum başka bir boyuta geçmiş gibiydi, tatlı bir uyku sardı bedenimi. Uyku, yarı ölüm halinde bedenimi yokladı. Hayali kollarımı açıp buyur ettim, beni içine almak isteyen tatlı sıcaklığa. Sonra bir ses duydum. Silik bir sesti esasen ama bir o kadar da güçlüydü.
"Yaşamak istiyor musun?" diye sordu.
Kim yaşamak istemez ki? Açılmayan gözlerimle dudaklarımı araladım. Tam konuşacağım sırada yavaş atan kalbim durdurdu beni. Belki, belki ailem ölmüştü. Buna rağmen yaşamak istiyor muydum?
Sol yanımdaki iblisin güçlü vesvesesi düşünmeme izin vermeden, uyuşuk zihnimi ele geçirdi. Kanayan dudaklarımla konuştum, kanın metalik tadı damağıma yayıldı.
Kalbim çığlık çığlığa "Hayır!" dedi dudaklarım aksini.
"Evet."
"Yaşamak istiyor musun, güzel Feraşe?"
Ses öyle ayartıcıydı ki kanıma karıştı, kanımı kaynattı. Damarlarıma günahı nüfuz etti.
Kalbim bir kez daha çığlık attı "Hayır." diye, dudaklarım bir kez daha bildiğini okudu.
"Evet."
"Yaşamak istiyor musun, narin Feraşe?"
Feraşe kimdi, ya da bu sesin sahibi kime aitti bilmiyordum. Tek bildiğim; yaşamak o an için yasak meyveydi. Yememem gerektiğini biliyordum ama şeytan bir kere ininden çıkıp damarlarımı, hücrelerimi tüm bedenimi ele geçirmişti. İnsafsızdı, gram insaf etmiyordu.
Onun esaretine mahkûm kalan nefsimin oyunuyla, üçüncü soruya da "Evet," dedi dudaklarım.
Gözlerim zorla açıldı, siyah bir silüet görür gibi oldum, kadın silüeti. Göründüğü gibi kayboldu sonra.
Ve tam o anda olanlar oldu, müthiş bir patlama sesi duyuldu. Aynı anlarda bedenimi yakıcı bir sıcaklık sardı, ardından çok kuvvetli bir rüzgar çıktı.
Bedenim yanıyor, bedenim donuyor, saçlarım ve kıyafetlerim havalanıyordu.
Kulaklarımı sağır eden patlama sesi ardından rüzgarın bana getirdiği koku, yanık insan eti kokusuydu. Annemin kokusu... Annem artık huzur kokmuyordu. Yanıktı, annem artık yanık kokuyordu. Her daim düzenli ve güzeller güzeli ablam artık yoktu, artık şeker kokmuyordu. Babam.. Ah babam..
Rüzgar bana sevdiklerimin yanık kokusunu taşıdı, yanık kokulu rüzgarın altında bedenimi saran sıcaklık arttı, dudaklarımdan sayısız çığlıklar döküldü. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Bedenim bir ateşe kurban edildi, ininden çıkan şeytanın kurbanıydı. Yemin ederim ki o saniyelerde, saç uçlarımdan tırnak köklerime kadar diri diri yandım.
Yüzüm gökyüzüne doğru kalktı, son bir çığlık daha koptu dudaklarımdan. Ardından durdu, ateş durdu, rüzgar kesildi, tuhaf bir sükut sardı geceyi.
Tam o anda bedenim ufacık bir kelebeğe dönüşüp, bütün ağırlıklardan kurtuldu. Çaresizce göğe, sonsuz karanlığa kanat çırptı.
Bana ait olmayan bir bedenin içinde, düşünmedim sadece uçtum, acıdan, içinde bulunduğum karmaşadan, kaostan kaçtım, vicdanımdan kaçtım, sadece uçtum.
Ses bir kez daha duyuldu.
"Ah, güzeller güzeli Feraşe, ömrü kelebeğin kanatlarında asılı kalan kadın. Yarı ölüm halinde kehanet gerçekleşti. Ödülün, aynı zamanda lanetin. Yarı insan yarı kelebek kadın, ömrü narin kelebeğin kanatlarında asılı kalan kadın."
Ecelin ninnisiyle uykuya dalan bir kelebeğin tek cezası ölüm müdür?
*Feraşe: Pervane anlamına gelen Kelebek