“Gözleriyle buluşunca gözlerin
O olacak senin kaderin."
Sabah uyandığında onu bekleyen büyük kargaşadan haberi yoktu, henüz. Bu yüzden erkenden kalkıp bir süre at sürdükten sonra sıcak bir duş almak tüm keyfini yerine getirmişti. Tam saatinde yemek salonuna doğru yol alırken ıslık çalması bunun en büyük kanıtıydı. Kahvaltı masasına yaklaştıkça annesinin, babasının ve kardeşinin suratındaki ifade yüzündeki gülümsemeyi dondurdu ve misafirleri olduğunu sonrasında fark etti. Sessizce masadakileri selamlayarak yerine oturdu ve gergin bir kahvaltı böylelikle başlamış oldu. Çocukluğundan beri görmeye alıştığı adam tekrardan gelmişti. İsminin Salvatore olduğunu biliyordu bir tek Andrew. Adama dair başka bildiği bir şey yoktu. Adam sanki hiç değişmiyordu. Çocukluğundan beri aynı saçlar, aynı sakallar, aynı delici mavi gözler, aynı kırışıklıklar. Sanki hiç yaşlanmıyordu ya da yaşlanmıştı ama daha ötesi yoktu. ‘Adamın ölmeye niyeti yok resmen!’ diye düşündüğünde adamın ona dönmesiyle bir süre Salvatore ile bakıştı.
‘Senin o mavi gözlerinden nefret ediyorum yaşlı bunak!’ diye içinden geçirdi Andrew.
‘Aynı onun yeşil gözleri, aynı Abel gibi.’ diye düşünen ise Salvatore idi.
Ciddi suratlar ve havada vızıldayan o anlamlandırılamayan his yüzünden kahvaltısını erken bitirdi. O sabah Andrea bile sessizdi ki bu çok büyük bir şeydi. Sonuçta kardeşinin hiç susmayan bir çenesi ve bitmek bilmeyen esprileri yüzünden kale hiç sessiz olmazdı. Anneleri Katherina’ya göre yuvalarının neşe kaynağıydı. Andrew’a göre fazlasıyla geveze bir baş belasıydı. Buna rağmen tüm kusurlarını yakışıklılığıyla kapatan biriydi. Aynı abisi gibi sarı saçları vardı ve tutam tutam alnına dökülüyordu. Koyu yeşil gözleri, çıkık çenesi ve etkileyici sesiyle kızların gözünden asla düşmeyen biriydi. Andrew, ondan beş yaş büyüktü fakat rekor hanesi kardeşine oranla fazlasıyla sönüktü. Belki de Adrew’un daha çok kale işleri ile yoğun olup onun ise daha boş olmasından kaynaklanıyor olabilirdi bu durum.
Düşüncelerinden babasının boğazını temizlemesiyle sıyrıldı. Sonunda gerginliğin sebebini öğreneceği için geriye doğru yaslandı ve babasına doğru dönüp gözlerini onun gözlerine dikti. Kendisi gibi yeşil olan gözlerde parlayan şey endişeydi sanki. Kendisi gibi sarı olan saçları beyazlamaya başlamıştı ve babası gerginlikle önüne doğru düşen saçlarını geriye itti.
“Oğlum.”
Andrew, babasının kendisine bakarak söze başlaması ile yerinde rahatsızca kıpırdandı. Belli ki yaşlı bunağın onlara gelme sebebi yine gerginlik yaratacaktı. Ama o buna alışmıştı. Seçilmiş kişi olarak halkını kurtaracağı günü bekliyordu. Bu uğurda ölmeye de hazırdı. Bu yüzden babasının sorduğu soruyu çok aptalca bulup ona alayla baktı.
“Boynunda taktığın madalyonun anlamını biliyorsun, değil mi?”
Yine de başını onaylarcasına sallarken o sabahki ciddi ortama neden ayak uyduramadığını düşünüyordu. Kendisi fazlasıyla rahat ve mutluydu ama kahvaltı masası son derece gergindi.
“Kehanetten de haberin vardır o halde.”
Tekrardan kafasını salladı ve kalbi sıkışmaya başladı. İşte yavaştan kendisi de gerilmeye başlıyordu. Kolyesi heyecanını hissetmiş gibi titriyordu.
“O zaman Mavi Klanının Prensesi ve tek veliahdı Anna Willams ile evlenerek bu kehanetten kurtulabileceğimizin de farkındasındır?”
O anda kuruyan boğazını rahatlatması için içtiği su boğazında kaldı ve öksürmeye başladı Andrew. Her şeyi duymaya hazırdı. Her şeye hazırlamıştı kendini ama babasının lafını kesip konuşmaya dalan yaşlı bunaktan böyle bir çıkış beklemiyordu. Sırtına sert bir şekilde vuran Anrea’ya kafasını çevirip baktığında kardeşinin meraklı gözlerle ihtiyarı dinlediğini fark etti ve az önce duyduklarının yanlış olmadığını anladı.
“Lanet olsun! Ne evliliği, sen neyden bahsediyorsun bunak?” diye haykırdığında nihayet öksürükleri durmuştu.
İhtiyar şaşırdığını ve bunlardan haberdar olmadığını sezince ondan madalyondaki yazıyı okumasını istedi. “Madalyonunu arka yüzündeki yazıyı oku.”
Fakat yazılar okunaklı değildi ve o da yıllardır bu yazıyı okuyabilmek için canını dişine takmıştı. Ama okumayı becerememişti. Yine!
“Madalyonun üzerindeki yazıyı aynaya tut ve tekrardan okumayı dene!”
İhtiyarın sözü üzerine hızla masadan kalkıp salonun en başında duran aynaya doğru ilerledi. Madalyonunu gömleğinin içinden çıkarıp altın varaklı aynaya tuttu ve gözlerinin büyümesine neden olacak o gerçeğin yıllardır içinde sakladığının farkına vardı. Sıcak teninin ısıttığı madalyonu sıkıca tuttu. Elinde titreyen madalyon kalp atışlarına ayak uyduruyordu sanki. Öylesine ısınmıştı ki Andrew da içinde yükselen öfkenin ısısının kolyeye geçtiğini düşündü.
“Gözleriyle buluşunca gözlerin
O olacak senin kaderin.”
“Tüm bunlar! Lord McNight! Bana bunları açıkla!” diye öfkesini babasına kustuğunda herkes ayağa kalkmıştı. Hala duyduklarına inanamıyordu. Yıllarca bir savaşçı gibi, bir lider gibi, bir komutan gibi boşuna mı yetiştirilmişti? Hep savaşın olacağı güne göre kendini hazırlamıştı. Bu evlilik neyin nesiydi!
Babası tepkisini bekliyormuş gibi açıklamaya başladı ve gözlerinin kararması, sinirlerinin tavan yapması çok uzun sürmedi.
“İki klanın en temiz evlatları doğdu, savaşla başlayan kehaneti durduracak tek şey bu iki insanın evlenmesi.”
“Yani sizden şimdilik istenen evlenmeniz ve birbirinize aşık olmanız.”
“Dahası da mı var?” diye sesini sonuna kadar zorlayarak bağırdı. Daha neler duyacaktı? Kimsenin yanıt vermemesi üzerine salonu hızla terk etti. O anda düşündüğü tek şey bunun kehanet değil lanet olduğuydu! Çocukluğundan beri yararlı yanlarını gördüğü kehanetin artık ne olduğunun farkındaydı.
“Asla!” diye kükrediğinde atına binip ormana sürmeye başlamıştı.
*
Her zaman geldiği gölün kıyısına ulaşınca atını bir ağaca bağladı ve üstündekileri bir çırpıda çıkardı. Ormanın derinliklerindeki bu saf güzellik, onun sadece ve sadece onun özel alanıydı. Zaten oraya kadar gelmeye kimse cesaret edemezdi. Suya kendisini attığında soğuk suyun sinirlerine ne kadar iyi geldiğini düşündü. Bu sabah olanları tekrar ve tekrar özetlemeye başladığında kafasını sertçe sağa sola salladı. Etrafa saçtığı damlalar suda ufak ufak dalgalar oluşturup kayboluyordu.
1. Yıllarca kehanete göre yetiştirilmişti ve onca detayına rağmen en önemli maddeyi ondan saklamışlardı.
2. Birinci maddede yer alan bilgi hayatını alt üst edecekti.
3. İkinci maddede yer alan ‘alt üst’ durumunu zaten anca bir kadın becerebilirdi.
4. Bu kadın onca kadın nüfusu içinden Mavi Klanının prensesi çıkmıştı.
5. Zaten laneti başlatan onlardı, ona göre. Emin değildi, kabul!
6. Şimdi halkı için en doğru kararı vermesi bekleniyordu.
7. Tanrım! Ne kararı? Karar zaten verilmişti. Onun uyup uymaması bile önemli değildi. Önemli olan hemen harekete geçmesiydi.
Soğuk sudan çıktığında hızlıca giyindi. Islak bedenine yapışan kıyafetlerine aldırmadan atına atladı. Hiçbir zaman kendini düşünme imkanı olmamıştı. Küçüklüğünden beri büyük olduğu için ve günün birinde klanının başına geçeceği bilinci ile yetiştirildiğinden kendisini hep geri plana atmak zorunda kalmıştı. Şimdi de atması gerekiyordu. Kesinlikle bu kehaneti kırması gerekiyordu. Bunu da biliyordu. En az klanının başına geçeceği günün gerçeği gibi bu da onunla büyüyen bir gizemdi. Kehanet! Bugün sis perdesi aralanan laneti! Onu bencilliğe iten derdi. Asla Mavi Klanından bir kadını kendisine eş olarak almayacaktı. Kendi kendine aldığı karar buydu. Bunu bir yüzyıl daha geçip kehanetten yok olacak olsa da kabul ettirecekti.
Fakat kaleye vardığında ummalı bir hazırlığın başladığını fark etti. Saat baya ilerlemişti ve yıllardır bulutların arkasında saklanan güneş artık tepede değildi, yerini dolunaya teslim etmişti. Kaşlarını çatarak yanına gelen seyise verdi atını. Arabayı hazırlayan uşakların yanından hızla geçip merdivenleri ikişer üçer çıkarak çalışma odasına gitti. Kapıyı çalma gereği duymadan içeriye daldı. Kimseyi bir yere toplamasına gerek yoktu. Herkes zaten çalışma odasındaydı.
Babası yavaşça masadan kalktı ve yanına geldi. Gözlerindeki çaresizlikten nefret etmişti Andrew. Ona acıyarak bakmasından! Babası elini kaldırıp omzuna koydu ve sertçe sıktı. Bütün düşüncelerinin duman olup uçmasına neden olacak o cümleyi kurdu.
“Halkımız yıllardır bu günü bekliyor oğlum. Herkes artık güneşin tekrardan ışıldadığını görmek istiyor. Yokluğun bitmesini, üzüntülerimizin geçmesini, hayatımızın aydınlanmasını…”
Babası konuşurken eğdiği kafasını kaldırdı ve onun gibi çimen yeşili olan gözlerine dikti bakışlarını. Bu bir kabullenişti. Sessiz bir çığlıkla halkının aydınlanacak günleri için hayatının kararmasını kabul edişiydi. Babasının omzundaki elini itekledi ve arkasına bile bakmadan odasına çıktı. Yolculuk hazırlığı yapan tüm hizmetkarları odadan kovduğunda boynundaki madalyonu sertçe kopardı.
“Ah!”
Madalyonu her çıkarışında olduğu gibi tüm damarları müthiş bir acıyla kasılmıştı ve bu acı inleme istemsizce ağzından çıktı. Madalyonu tekrardan boynuna takmaya çalışırken birden görüşü bulanıklaştı ve ona bakan bir çift mavi göz gördüğünü sandı. Ona acıyla bakıyordu. Korku ve endişeyle madalyonu boynuna geçirdi ve bakışları ile rahatladığını anladığı kişiye doğru ilerledi ve birden görüşü düzeldi. Girdiği şoktan hızla çıkıp çöktüğü yerden kalktı ve yolculuk için hazırlanmış rahat giysilerini giydi. Hayatı hiçbir zaman normal olmamıştı ama o mavi gözler… Unutmak istercesine kafasını sağa sola salladı.
Her zamanki gibi ondan bekleneni yerine getirecekti. Sorgusuz sualsiz. Hissizce. Halkı için. Bir kez daha isteklerine gem vuracaktı. Beş yaşında hayalini kurduğu aşka zaten asla sahip olamazdı. İki yıl önce bakıcısı Diana ölmüştü. Aşk onun için asla sahip olunamayacak bir şeydi artık. Aşk mezardı, aşk ölümdü.
*
‘Cidden. Tanrı aşkına! O lanet bok torbası ile evleneceğimi düşünmüyorlardı değil mi? Yani kim inanır? Ben inanmam! Hayatta o adamla evlenmem! Onun rengini kuşanmam! Onunla aynı yatağı paylaşmam!’
Ne kadar yabani de olsa elbette bir genç kız olarak hayal kurardı. O, aşık olmak istiyordu. Annesinin babasına duyduğu o yakıcı hissi o da tatmak istiyordu. Sevdiği adamla uyumak, onunla uyanmak, onunla günlerini geçirmek, onun sofrasını kurmak, onun çocuklarını doğurmak…
Neden hayalleri her zaman yıkılmak zorundaydı?
Çocukluğundan beri yaşıtlarından hep ayrı tutulmuştu. En güzel çağlarında bir kızın veya erkeğin yapabileceği şeyleri ayrım yapmaksızın öğrenmiş ve yapmıştı. Hep öğrendi, uyguladı, devam etti, ayakta durdu, güçlendi, bilinçlendi… Tüm bunları lanet olasıca kehanetin öngördüğü üzere o soysuzla evlenmek için mi yapmıştı. Bu muydu sonuç? Savaşmadan, güzellikle ve evlenerek mi son bulacaktı kehanet? O zaman neden tüm bunlara katlanmıştı. Neden hayatını yaşayamamıştı? Neden tam mutlu olacağını düşündüğü zamanlarda geliyordu o yaşlı cadı? Neden?
Küçüklüğünden beri içinde dolaşmaktan zevk duyduğu labirentin merkezine doğru yürürken sakinleşmek yerine düşündükçe daha da hiddetle dolup taşıyordu. Bugün duyduklarının dünyaya gözünü açtığı ilk günden beri hayatını değiştireceğini bilerek yaşamıştı. Ama aptallık onda ki hiçbir zaman sorgulamamıştı. Ne yapacağını? Asıl noktaları hep atlamıştı. Çünkü güvenmişti. Ailesine. Zaten başka kimsesi de yoktu. Kardeşi yoktu. Arkadaşları yoktu.
Gözlerinden akmak için hazırda bekleyen yaşlarla sonunda labirentin merkezindeki heybetli ağacın yanına ulaştı ve ağaca tırmanmaya başladı. Şu büyük ve ihtişamlı labirent bu yaşına kadar babasından istediği ilk ve tek şeydi. Başka da olmamıştı ve bundan sonra olacağını da düşünmüyordu. Oturduğu dalın üzerinden karşısında yükselen kalenin duvarlarını izlemeye başladı.
Yaşadığı öyle bir histi ki avazı çıktığı kadar bağırmak istiyordu ama öyle bir kabustu ki sesi çıkmıyordu. Kimseden yardım isteyemiyordu. Boğazındaki yumru o kadar büyüktü ki ağlamak bile çok yorucuydu. ‘Neden, neden?’ diye düşünerek ağacın tepesinde geceyi karşıladı. Dolunayın aydınlattığı gecede yine hafiften çığlık sesleri geliyordu köyün yakınlarındaki mezarlıktan. Anna artık alışmıştı bu duruma. Her dolunayda yükselen çığlıklara, önce beş sonra on ardından on beş yaşında keşfettiği doğaüstü yeteneklerine, belli aralıklarda gelen o yaşlı cadının suratına…
Sabah kimseye söz hakkı tanımadan hevesle kadının kehanetin nasıl biteceğini anlatması geldi aklında.
“İki klanın en temiz ve masum kanı dünyada artık, canlı canlı çağlıyor, en güçlü ve yetenekli iki beden. Artık zamanı geldi. Bu iki kişide yirmi üç yaşında. Evlenme çağlarına gelen bu iki kişi evlenmeli artık, birbirlerine aşık olmalı ve gün dönümü aralığındaki ilk dolunay gecesinde düğünleri yapılmalı.”
Anna kadın sözlerini bitirdiği halde hiçbir şey anlamamıştı. Estela’nın ona bakan gözlerinde gördüğü şefkati de yanlış anlamıştı o sabah. Estela daha açık konuştuğunda da kızılca kıyamet kopmuştu zaten.
“Kırmızı Klanının veliahdı Andrew McNight ile evleneceksin!”
Tekrardan düşüncelerine daldı Anna. Her şeye alışmıştı, her şeye sabretmişti ama bunu kabullenmeyecekti. O mendebur adamla evlense de birlikte olmayacaktı! Evlenme fikrini benimsemişti çünkü Estela ona kaçış hakkı sunmamıştı.
“Fakat ona alışmayacağım, asla! Asla!”
*
Labirentten çıktıktan sonra yavaş adımlarla kaleye doğru ilerlemeye başladı. Tek istediği odasına kapanmak ve ölene kadar çıkmamaktı. Kalenin içindeki hummalı hazırlığın bile zor farkına varabilmişti. Kaşlarını çatarak etrafta koşuşturan hizmetkarları seyrederken önünden geçen kendi hizmetçisi Amelia’yı durdurmayı son anda başardı.
“Neler oluyor?” diye serçe sorduğunda Amelia cevap vermek istemediğini belli edercesine bir adım arkaya kaçtı. Sorusunu yinelediğinde arkasından annesinin sesini duydu.
“İki gün içinde Kırmızı Klanının veliahdı Prens Andrew McNight ve ailesi burada olacaklar. Tüm bu hazırlıklar bunun için.”
Arkasını dönüp annesinin üzüntüyle parlayan gözleri ve solgun yüzünü izledi bir müddet. İliklerine kadar bütün duyguları buz tutmuştu ve annesinin harap olmuş hali bile onu yumuşatmıyordu. Hızlıca ilerleyip annesinin yanından geçerken bir gün içinde değişen hayatına ve dünyaya geldiği güne lanet ediyordu. Kalenin içinde adeta koşmaya başlamıştı fakat birden duyduğu ağlama sesi ile olduğu yerde kalakaldı. Ağlamaktan nefret ederdi, ağlayanlardan da, özellikle acı içinde ağlayan bebekler onu çıldırtırdı. Mutfağa açılan koridorda bebeğini susturmaya çalışan kadını gördüğünde avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.
“Bir bebeği bile susturamıyorsun! Niye ağlıyor bu çocuk?”
Kadın titreyerek bebeği daha hızlı sallamaya başlamıştı. İnsanlara normalde kötü davranmazdı ama ondan yine de çekinirlerdi. Sebebini hiçbir zaman anlayamadı ve hiçbir zaman da sorgulamadı. Kadın cevap vermeyince hat safhaya ulaşmış olan sinirleri doldu ve taştı. Kadına daha fazla yaklaşıp bebeği bilinçsizce kucağından aldığında kadın başını önüne eğdi. “Bu çocuk niye ağlıyor, diye sordum sana!”
“E-fendim, kemiklerinde bir sorun var. Hekimin dediğine göre yeterince güneş göremediği için ağrısı oluyormuş.”
Bebeği sallayarak susturamayınca dudaklarını anlına dokundurdu Anna, tüm hareketleri bilinçsizdi, sanki yıllardır çocuk büyütüyormuş gibi tecrübeli tavırlarla bebeği susturmaya çalışırken bebeğin öpücüğünden sonra anında sakinleşmesini büyük bir şaşkınlıkla izledi. Kadın da en az Anna kadar şaşırmıştı. Bebek birden derin bir uykuya daldığında bunun da bilinmeyen başka lanet bir yetenek olduğunu düşündü. Bebeği annesine geri verip odasının olduğu kata çıktı. Odasının camından yıldızları izlerken bahçedeki meşalelerin aydınlattığı ışıkta hala çalışan hizmetlileri izledi.
Düşünmenin, debelenmenin, inat etmenin bir anlamı yoktu. Bugün acı içerisinde ağlayan bebek kadar çaresizdi. Çünkü halkının kaderi ona bağlıydı. Küçük bebekler onun son vermesi gereken kehanet yüzünden ağlıyordu. Herkesin canı yanıyordu. Tüm bunlar göz önüne alınınca onun yaptığı bencillikten başka bir şey değildi. Ve onun bencillik yapmaya hakkı yoktu. Yine ve her zaman olacağı gibi halkını düşünerek başını önüne eğdi. Elbisenin üzerinden sallanan kolyenin birden ışıldadığını görünce telaşa kapıldı. Fakat ardından gelen acı tüm her şeyi unutturdu. Olduğu yere çökerken bu acının tanıdık olduğunun farkındaydı. Kolyeyi çıkarınca böyle oluyordu. Bütün damarları çekiliyor, bütün bedeni kramplar içinde acıyla kıvranıyordu. Fakat kolyeyi çıkarmamıştı ki!
Gözlerinin görüşü bulanıklaşınca bunun bu kadar uzun sürmemesi gerektiğini düşündü. Çıkardığı gibi takardı çünkü bu acı katlanılmazdı. Ama şimdi öyle olmuyordu. Acı geçmiyordu ve gözleri yeşil gözlerle kesişince korkuyla inledi. Böylesine güzel gözler şimdiye dek görmemişti. Yeşilin bu tonu çektiği acıyı bile unutturacak kadar büyülemişti onu ve acı, geldiği gibi hızla bedenini terk ederken büyük bir şok yaşıyordu. Az önce olanlar neydi? Kolye kendi kafasına göre ona acı mı çektirmeye başlamıştı? O yeşil gözler kimindi?
Bitkin bir şekilde üzerini çıkarıp kendini yatağına attığında bile kafasındaki sorulara cevap bulamamıştı. Karmakarışık olma yolunda ilerleyen hayatına söz geçiremediği için hayıflanıyordu.
Hayat, hiç adil değildi. Kalbini alevler içinde yakıyordu. Tüm yaşadıklarının büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyordu.
*
Fakat bilmiyordu ki genç kız, kehanetin şartları onun da hayatına yeni bir sayfa açacaktı.
Güneş bekliyordu, yeni bir canın, dünyasına gelmesini. Aydınlatacaktı tek bir nefesle, yeni canın dünyasını.
Kanla ıslanmış toprakları masum gözyaşları ile temizleyecekti, yeni can açlık hissi ile ağladığı anda parlayacaktı tekrardan güneş. Yeni canın gülümsemesinde saklıydı hayat. Bahar, aşk, mutluluk.
*
Anneler ve babalar nefeslerini tutmuştu. Söz konusu olan evlatlarıydı. Ama diğer tarafta onlara bağlı olan bir halk vardı. Acı ve kederle yıkanmış bir geçmiş. Herkes bugünü bekliyordu. Yapılacak bir şey yoktu. Herkes boyun eğecekti. Çünkü geçmişte haksız yere suçsuz insanların kanı dökülmüştü iki klanın topraklarında da. Ve bu kanı ancak evlatları temizleyebilirdi.
Hayat, hiç adil değildi belki de. Ama en azından öç almayı biliyordu. Akan tek bir damla kanın bile intikamı alınıyordu. Kimsenin ahı kimsede kalmıyordu.
*
Bir çift yeşil göz, bir çift de mavi göz. Yavaşça açıldılar. Kaderlerine mahkum olduklarını bilerek. Hayata karşı doğrulup olacaklara göğüs germek için hazırlandılar. Kehaneti yok etmek için. Güneşin tekrardan topraklarını aydınlatması için kuşandılar zırhlarını.
Fakat unuttukları bir şey vardı. Akılla, iki kelamla halledilebilecek bir şey değildi, kehanet. Uğraş gerektiriyordu. Sevgi istiyordu. Kanla yıkanmış iki toprağın veliahtlarından aşk istiyordu. Temiz bir aşk, kabul edilebilir…
Ve kehanet istiyorsa, olurdu. Olmalıydı çünkü kaderleri buna bağlıydı. Ve onlara bağlı olan kaderler…