Bölüm 1

3289 Words
Küçük çocuk heyecanla köpeğini kovalarken ensesine kadar uzanan düz, sarı saçları rüzgarda uçuşuyordu. Henüz beş yaşındaydı, hiçbir şeyin farkında değildi ve ne için eğitildiğini bilmiyordu. Tek istediği köpeği ile daha fazla oynayabilmek, çamur olan elbiselerini gören annesinin kızmasına engel olabilmek ve babasının dikkatini çekebilmekti. Bir de büyüyüp kocaman bir adam olduğunda annesi gibi güzel bir kadınla evlenebilmek! Babası ile annesinin yaşadığı o muazzam aşka sahip olabilmek! Beş yaşındaki bir çocuk için büyük hayallerdi belki de bunlar ama zaten o yaşta her çocuk böyle büyük hayaller kurardı. Andrew, sadece biraz aşka takmıştı kafasını. O aralar ona, aritmetik ve geometri öğreten hocası, Diana’ya aşıktı çünkü. Biraz daha köpeğinin peşinden koştu, onu yakalayamayacağına kanaat getirince durdu ve küçük ellerini dizlerine yaslayarak soluklandı. Saçları önüne dökülmüştü. Yeşil gözleri parlıyordu. Havanın rüzgarlı ve serin olmasına rağmen terlemiş olan alnını kazağıyla sildi ve köpeğini yanına çağırdı. “Haydi Bernard! Eve dönme vakti!” diyerek köpeğine cebinden çıkardığı kemiği sallayan Andrew aslında hiç eve dönmek istemiyordu. Yine edebiyat dersini ekmişti ama o dersten de hiç zevk almıyordu. Madam Charlotte konuşmaya başladığı anda göz kapakları düşüyor ve hemen ardından da kapanıyordu. Şiirler, tiyatro metinleri ve tüm o zırvalıklar hiç ilgisini çekmiyordu. Onun yerine saatlerce kılıç dersi alabilir, at talimi yapabilir, geometrik cisimler çizebilirdi. Ama edebiyat, asla! Köpeği Bernard gelince elindeki kemiği dalgınca köpeğine uzattı ve tasmasını takıp köpeği ile kaleye yürümeye başladı. En yavaş adımlarını atarak ilerliyordu. Nihayet kaleye vardığında üç telaşlı savaşçının onun yanına gelmesiyle geriledi. Kesin yine babası olay çıkarmıştı. O, ne zaman izinsiz kaybolsa böyle oluyordu. Eve gelmek istememesinin bir başka sebebi de babasının azarlarıydı. “Efendim, neredeydiniz? Bütün kale savaşçılarını seferber ettik, sizi bulamadık.” Andrew hiçbir zaman askerlerin, çalışanların ve halkının onunla böyle resmi konuşmasına alışamayacaktı. Beş yaşında bir çocukken de durum aynıydı, büyüdüğünde de değişen bir şey olmamıştı. “Buralardaydım, Henry. Sadece Bernard ile dolaşmak istemiştik.” Savaşçı Henry, çocuğun gözlerindeki masumiyete inandı. Onun gibi bir çocuğun günün her saatinde çalışması normal değildi zaten. Böyle kaçamakları savaşçılar ört pas ediyorlardı fakat Kral McNight duyunca kale karışıyordu. Bu yüzden Henry şefkatle Andrew’un sarı kafasını okşarken Andrew sinsince sırıttı. Beş yaşına bastığı gün keşfettiği yeteneğini her canı sıkıldığında kullanmaya başlamıştı. O, görünmez olabiliyordu ve derslerden kaytarmak için bu yeteneğini kullanıyordu. Çevresinde onun gibi görünmez olabilen hiç kimse yoktu. Babasından bile üstün olduğunu düşünüyordu bu konuda. Birazcık rol kabiliyeti ile de görünmezliği ile ortadan yok olduğu zamanları unutturarak işin içinden sıyrılıyordu. Yalnız bu sefer durum daha da vahimdi ki bunu da yanlarına gelen başka bir askerle anladı Andrew. “Henry, kral, efendi Adrew’u istiyor.” Andrew korkulu gözlerle iki askerin arasında yürürken bu sefer görünmez olmanın da işe yaramayacağını biliyordu, zira yanılmadı çünkü odaya girdiği gibi babası kükremeye başladı. “Neredeydiniz küçük bey?” Annesi babasının koluna girmiş, sakinleşmesini fısıldıyordu. Babasının ise sakinleşmeye niyeti yoktu. “Onu yok etmek istiyorlar, onu öldürüp bizden almak istiyorlar! Bunun ciddiyetinde olmalı! Nasıl sakin olabilirim Katherina?” Andrew, merakla lafa daldığında babası içine sert bir nefes çekerek konuşma sırasını karısına devretti. “Kim beni öldürmek istiyor?”  Katherina oğluna yaklaşırken yaşanılanları ve yaşanacakları nasıl açıklayacağını düşünüyordu. Oğlunun minik bedeni ile aynı boya gelmek için dizlerinin üstüne çöktü ve onu kucağına alarak köşedeki koltuğa oturdu. “Bak oğlum, bizden izinsiz dışarı çıkman hiç hoş değil. Çünkü dışarısı tehlikelerle dolu. Kendini savunabileceğin yaşa gelene kadar bizden izinsiz dışarı çıkmaman gerek. Dışarıdaki kimseye güvenemezsin.” “Bernard’a bile mi?” Katherina oğlunun masumiyetine güldü ve onun yumuşak saçlarını okşayarak başını göğsüne yasladı. “Hayır oğlum, insanlara. İnsanlara güvenmemelisin, tanımadığın hiç kimseye güvenme, sana zarar verebilirler.” “Ama ben kocaman bir adamım, bak kollarıma ne kadar sert, hepinizi korurum ben,” diyerek annesini ikna etmeye çalışan Andrew’u babası susturdu. “Oğlum, bizden izinsiz dışarı çıkarsan Bernard’ı bir daha kaleye sokmam!” Babasının açık tehdidi ile annesinin göğsüne sokulan Andrew babasının ne demek istediğini anladı ve sustu. Annesi konuşmasına devam ederken de onu dinleyemedi. Dışarıdaki insanlar kimdi? Onu neden öldürmek istiyorlardı? Tanımadığı kimseye güvenemeyecekse buna askerler de dahil miydi? Annesi ve babasının konuşması bitince sessizce çalışma odasından ayrıldı ve dinlenmek için bakıcısı ile odasına çıktı. Hala kimseye görünmez olabildiğini söyleyememişti ve hala gelecekte başına neler geleceğini bilmiyordu. Hala görünmez olabilmesinin bir yetenek değil lanet olduğundan haberdar değildi. * Anna, kumral renkli, uzun ve bukle bukle olan saçlarını çimenlere sermiş, gökyüzündeki gri bulutları nesnelere benzetmeye çalışıyordu. Yanında bakıcısı ve beş atlı asker ile gezintiye çıkmışlardı. Annesi ve babasının neden yalnız gezmesine izin vermediklerini bilmiyordu, pek de umurunda değildi. Zaten dışarıda oynamayı sevmiyordu. Hava hep kapalı olduğu için sıkılıyordu ve dışarı çıkmaktansa evde kalmayı tercih ediyordu. “Prenses Anna, kaleye dönelim mi artık?” Anna saçlarının arasına daldırdığı elini kaldırıp çimenlere koydu ve kolundan destek alarak doğruldu. Minik ellerini silkelerken de bakıcısının üstünü temizlemesine izin verdi. Pek konuşkan değildi ailesi bunu ağırbaşlılığına veriyordu fakat Anna konuşacak kimsesi olmadığından konuşmuyordu. Hiç arkadaşı yoktu ve kaleden başka bir yere gidemiyordu. Dışarıya yalnız çıkamıyor, köydeki çocuklarla oynamasına izin verilmiyordu. Her gün bir sürü ders görüyor, çoğunda uyukluyor kalanında ilgiyle kendisini derse veriyordu. Beş yaşındaki bir çocuk için fazlasıyla yoğundu. Sıkı çalışma sonucu beş yaşında okuma yazmayı sökmüştü. İki dil öğrenmişti ve piyano çalabiliyordu. Bir de son zamanlarda keşfettiği bir yeteneği vardı. Cisimlerin rengini değiştirebilmek. Tek eğlencesi buydu. Evdeki her şeyin rengini değiştiriyordu. Geçenlerde annesinin en sevdiği vazosunun rengini değiştirmişti ve kalede kimse buna bir anlam verememişti. Vazo tekrar eski haline döndüğünde herkes şok içinde kalakalmıştı. Zaten çevresinde çok değişik şeyler oluyordu. Mesela her dolunayda gökyüzünden çığlık sesleri geliyordu. Çok korkutucuydu Anna’ya göre bu durum. O yüzden dolunay gecelerinde hep annesi ile uyurdu. Bu yüzden cisimlerin rengini değiştirebildiğini fark ettiğinde hiç şaşırmamıştı. Kaleye dönerken kucağında oturduğu askerin zırhını üstüne geçirmesi ile telaşlandı. Anna, daha ne olduğunu anlayamadan askerler birden gelen saldırıyı durdurmuşlardı. Anna’yı tutan asker atı hızla sürmeye başladığında küçük kız göz ucuyla yerde yatan birini gördü, bir de etrafa yayılan kırmızı kanı. Korkudan bembeyaz olmuş bir şekilde eve geldiğinde girişte onları kraliçe Camellia karşıladı. Kraliçe, kızının solgun yüzünü ve askerinin telaşlı halini görünce elini kalbine götürdü ve hemen kızının yanına koşmaya başladı. “Neler oluyor?” diye haykırdığında Anna sessizce ağlamaya başlamıştı. Çok korkmuştu ve annesinin korkunç bir şekilde haykıran sesi sakinleşmesine hiç yardımcı olmuyordu. Askerin konuşmasını ağlamaktan duyamamıştı fakat annesinin kendisini saran kollarının gerildiğini hissedince etrafta gelişen olayların hiç de hoş olmadığını sezebilmişti. Dolunaylı gecelerde yaşadığından kötü bir şeydi o gün yaşadıkları. Gözleri önünde biri öldürülmüştü.   “Efendim, yine aynı kişi. Kim olduğunu tespit edemeden öldü. Prensesi ve leydi Sarah’ı getirdim, şimdi tekrar geri döneceğim ama önce krala bu mektubu vermeliyim.” Kucağında kızı ile mektuba uzanan kraliçe, “Ver bana, ben götürürüm,” diyerek askerden mektubu aldı ve kendisine sıkı sıkı sarılan kızının saçlarını okşayarak onu sakinleştirmeye çalıştı. “Geçti bebeğim, geçti bir tanem, iyisin, güvendesin…” Anna, annesinin kucağında babasının çalışma odasına girdiğinde annesi hemen olayı anlatmaya başladı. Kız o kadar korkmuştu ki annesi ile babasının konuşmasını duymamak için içinden severek ezberlediği bir şiiri okuyordu. Annesi ile babasının konuşmasına dair duyduğu tek şey mektubu kimin yolladığını bilmedikleriydi, mektupta ise, “Kehanet asla son bulmayacak” yazıyordu. Bunu annesinin kucağından babasının güvenli kollarına geçince göz ucuyla masada duran mektuptan okuyabilmişti. Sonra hemen kafasını çevirip daha fazla detay öğrenmemek için babasına sığındı. Etrafta fazlasıyla hissedilen gerilimi tüm hücrelerine kadar hissediyordu. Babasının geniş göğsünde uykuya dalmadan önce ‘kehanetin’ ne demek olduğunu düşünüyordu. Bir tür yolculuktu belki de, son bulması istenmediğine göre çikolatalı kurabiye de olabilirdi. ‘Saçmalama Anna, kimse çikolatalı kurabiye için adam öldürmez, ama ya çikolatalı kurabiyeyi çok seviyorlarsa…’ Henüz beş yaşındaki bir çocuk için ancak bu kadar açıklama getirebilirdi. * Andrew yine evden kaçmıştı. Sadece birkaç saatliğine diye evden görünmezliğini kullanarak çıkmıştı ama hava erken karardığı için saatin nasıl ilerlediğini anlayamamıştı. Eve koşarken annesi ile babasına nasıl açıklama yapacağını düşünüyordu. Zaten annesi artık hamile olduğu için onu telaşlandıracak her şeyden kaçınıyorlardı. Arada gelen mektuplar annesini hasta ediyordu ama şu ara annesini hasta eden tek şey şişen karnıydı. Babasının dediğine göre o artık sorumluluk sahibi bir abiydi. Koruması gereken bir kardeşi olacaktı. Bunun için seviniyordu. Doğacak kardeşine görünmez olabildiğini söyleyecekti. Bunu söyleyeceği ilk kişi olacaktı kardeşi. Onunla oyunlar oynayacaktı. Kaleden de çıkmasına gerek kalmayacaktı, arkadaş olabileceği bir kardeşi olacaktı. Yalnız kaleden içeri girerken kardeşini göremeden öleceğini düşündü. Çünkü bu sefer babası onu kapıda karşılamıştı. Annesi de babasının gerisinde iki hizmetli tarafından ayakta zor tutuluyordu. Olduğu yerde kaldı. Bütün askerler ve hizmetliler dışarıdaydı. Kendisi ise elinde sapanı, ince belinde küçük kılıcı ile kalenin girişinde masumca duruyordu. Fakat ailesine artık masum numaraları da sökmüyordu. O anda hiç beklenmedik bir şey oldu. Hava daha da karardı, gök gürledi ve gözleri kör eden bir şimşek etrafı aydınlattı. Korkunç çığlık sesleri geliyordu. Andrew çok korkmuştu ama korkusunu unutturan başka bir şey meydana geldi vücudunda. Ayaklarından itibaren bedenine ağılar girmeye başladı. Onun bedeni sızladıkça çığlıklar yükseliyordu. Burnuna kan kokusu geliyordu, sanki vücudu deşiliyordu. Kendisi de tiz, çocuksu sesiyle inleyerek bayıldığında bir şimşek daha çaktı. Etrafına sarılan insanların sesini nereden geldiği belli olmayan çığlık sesleri bastırmıştı. Havada yükselen kan kokusu mide bulandırıyordu ama McNight klanı için o anda önemli olan varis, efendi Andrew idi. Andrew öyle acı çekiyordu ki küçük bedeninin her yerinde ayrı bir sızı vardı. En çok kalbiydi ağrıyan, güm güm atan ve her atışta sıkışan. Yerde yatan oğullarına ne olduğunu anlamayan Kral ve Kraliçe ise gözyaşları ile Andrew’u kaleye taşıdılar. Büyük salondaki koltuğa yatırılan Andrew’a ne olduğunu kimse bilmiyordu. Çocuk çığlıklar atıyor, morarıyordu ama kimse derdine derman olamıyordu. Gözlerinden akan yaşlar sicim gibi akıp sarı saçlarını ıslatıyordu çocuğun. Dışarıda gök gürlemeleri devam ediyordu, çığlıklar susmuştu fakat öyle yoğun bir yağmur sesi bastırmıştı ki ortalığı kimse birbirini duymuyordu. Kalenin hekimleri çocuğun başında ne yapabileceklerini tartışırken Katherina bir köşede ağlıyordu. Oğlunun acısına derman olamamak bir annenin en büyük ıstırabıydı. Kral McNight ise oğlunun saçlarını okşayıp onu rahatlatmaya çalışıyordu. Neden sonra bir baston sesiyle hayat durdu. Herkes kapıda beliren yaşlı adama döndü. Uzun cüppesinin altından damlayan yağmur damlaları ile durduğu yerde küçük bir göl oluşturmuştu. Ayağında hiçbir şey yoktu. Buruşmuş eliyle tutunduğu boyundan uzun asa ile bir kez daha yere vurdu. Tüm gök gürültüleri dindi ve yağmur yavaşlayarak azaldı. Adamın upuzun beyaz saçları vardı ve sakallarından ağzı gözükmüyordu. Mavi gözleriyle hekimlerin arkasında kalmış çocuğu görmeye çalıştı. Arkasındaki askerler temkinle ona yaklaştıklarında yaşlı adam krala döndü. “Onlara çocuğunu kurtaracak kişinin ben olduğumu söyle,” diye emretti. Kral McNight ne olduğunu anlayamamıştı ama başlarındaki kara bulutların kendilerini daha net belli etmeye çalıştıklarını anladı. Adam kehanetin sözcüsüydü. Kral eliyle askerlerini geri çekti ve yaşlı adamın oğluna yaklaşmasına izin verdi. Yaşlı adam cüppesinin cebinden bir çakı çıkardı. Tertemiz ve işlemeli çakının üzerinde mavi, kırmızı desenler vardı. Kimse adamın ne yapacağını bilmiyordu. Bu yüzden kimse adamı durdurmaya kalkışmıyordu fakat ne zaman adam çakısını çocuğun koluna tuttu herkes çığlık attı. Fakat kimse durduramadan adam çocuğun bileğinde derin bir yarık açmıştı. Andrew’un suratındaki morluk yavaşça geçmiş, bileğindeki yarıktan damlayan koyu kırmızı kan yine adamın cebinden çıkardığı küçük kavanozu hızla doldurmuştu. “Sen ne yapıyorsun lanet olasıca!” diye üzerine yürüyen Kralı hiç dinlemeden kavanozu kanla doldurup sonrasında ağzını kapatıp cebine attı. Ardından boynundan çıkardığı madalyonun ön yüzündeki küçük taşı sivri tırnağı ile çıkarıp içinden akan kanı çocuğun bileğine tuttu. Kanı Andrew’un bileğine yaydığı anda çocuğun hıçkırıkları da dinmişti. Sadece inliyordu, alnındaki terler de yavaşça kurumaya başlamıştı. Herkes şaşkınlıkla iyileşme belirtileri gösteren çocuğa bakıyordu. Yaşlı adam taşı tekrardan madalyonun ön yüzündeki deliğe yerleştirip çocuğun boynundan geçirdi. Madalyonu da takan Andrew sanki hiçbir şey olmamış gibi gözlerini açtı ve yerinden doğruldu. Herkes şaşkınlıkla adamdan bir açıklama bekliyordu. Fakat yaşlı adam arkasını dönüp kimsenin ona yaklaşmasına izin vermeden kalenin kapısına ilerledi. Arkasından gelen Kral’a ise sadece şunları söyledi. “Kolyeyi hiç çıkarmamalı, onu koru, ona bir şey olursa bir yüzyıl daha böyle geçecek Kral McNight!” İşte o gün yıllardır kırmızı bayrağın dalgalandığı klanın toprakları tanımıştı o kişiyi. Sadece kendilerine miras kalıp nesillere aktarılan o defterdeki adamı. Salvatore McNight. Ondan sonra belli aralıklarla hep görmeye devam ettiler onu. Kalplerinin üstünde pembe bir doğum lekesi halinde güneş sembolü olan iki kişi dünyaya gelmişti. Kum saati vadesini doldurmak üzereydi.   * Aynı anlarda prenses Anna hocasının yardımıyla çaldığı piyanonun sesi ile mest olmuş durumdayken birden içinde yükselen acıyla parmakları tutmaz oldu. Yerinde titremeye başladığında hocasından tiz bir çığlık sesi yükseldi. Müzik odasına ilk giren annesi olmuştu, ardından babası odaya girdiğinde Anna artık baygındı. Babasının kollarında odasına taşınan Anna’nın alnında terler birikmişti. Gözlerinden akan yaşlar durmak bilmiyordu. Acıyla inleyen bedeninden ateşler yükseliyordu. Dudakları sımsıkı kapanmıştı. Dışarıdan şiddetli gök gürültüsü geliyordu, peşi sıra korkunç şimşekler çaktı ardından da bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Şifacılar kızın etrafına sarıldıklarında prensesin odasındaki camlar kapatıldı ve tüm mumlar yakıldı. Göz gözü görmüyor, kulaklar işitmiyordu. Sonrasında topraktan yükselen kan kokusu ise herkesin bünyesini alt üst etmişti. Esen rüzgar yüzünden camlar duvarlara çarpıyordu. Gökyüzünden gelen çığlık sesleri ile tüyler diken diken oldu. Kraliçe kızının başucuna oturmuştu. Gözünden akan yaşlara karışmıştı endişesi. Kral ise şifacıların tespitlerini dinliyordu. Kimse ne olduğunu anlayamıyordu. Prenses Anna’nın odasına birden dalan yaşlı kadınla herkesin dikkati dağıldı. “Sen de kimsin?” diyerek kadına yaklaşan Kral’ı durduran kadının soğuk sesi oldu. “Kızın etrafını boşaltın, onu iyileştireceğim.” Kimsenin yapacak bir şeyi yoktu. Anna yavaş yavaş yeşile dönmeye başlamıştı. Ağzından nefes alamıyordu, çenesi kilitlenmişti. Herkes kızın etrafından çekildi. Kral ve Kraliçe de el mecbur kadının dediğini yerine getirmek zorunda kalmışlardı. Kadının uzun gri, kadife elbisesi yağmurdan sırılsıklam olmuştu. Beyaz saçları yüzüne yapışmıştı, buruşmuş elleri ile belindeki kuşaktan çıkardığı değerli olduğu her halinden belli olan çakıyla kızın küçük bileğinde kocaman bir yarık açtı. Kraliçe’den yükselen çığlık ile herkes kadına doğru hamle yaptı ama kadın onları yine durdurdu. “Yerinizden kıpırdamayın!” “Kızıma ne yapıyorsun?” diye haykıran Kral’ı ise yerinde tutan kızının normale dönmeye başlayan suratıydı. Kadın kızın bileğinden akan kanı küçük bir kavanoza doldurdu ve dolan kavanozun ağzını sıkıca bir tıpayla kapattı. Kızın kolundan hala damlayan kanları ise boynundan çıkardığı kolyenin önündeki küçük taşı çıkarıp içindeki sıvıyı kızın bileğine yayarak durdurdu. İşte o anda kız sakinleşerek uyandı. Hiçbir şey olmamış gibi yerinden doğrulduğunda yağmur da, gök gürültüleri de, şimşekler de durmuştu. Kadın kızın saçlarını toplayıp kolyeyi kızın boynuna taktığında herkes soluğunu tutmuştu. Anna kendini mükemmel hissediyordu. Tamamlanmış gibi ve herkes kızın aniden hastalanıp yine aniden iyileşmesine şaşırmıştı. Yaşlı kadın arkasını dönüp kimseye bakmadan odadan çıkarken yüksek sesle, “O kolye kızın boynundan çıkmayacak. Ona dikkat edin, bir yüzyıl daha bu işkenceyi çekmek istemiyorsanız tabi…” diyerek kızın odasından çıktı ve hızla kaleyi terk etti. Estela uzun yıllar sonra ilk kez topraklarına ayak basmıştı. Mavi Klanı böylelikle onları kimin yönlendireceğini bulmuştu. Anna’nın kalbinin üzerindeki güneş gelecek tehlikelerin, acıların, sıkıntıların ve aynı zamanda güneşin, baharın, hayatın bir sembolüydü. * Yaşlı çift mağaralarında yaktıkları ateşin bedenlerini ısıtmasını dileyerek yan yana oturuyorlardı. İkisinin de ruhu artık huzura ermek için yanıp tutuşuyordu. Mezarlara özlemle bakıyorlardı. Ölmeyi onlar kadar isteyen yoktu dünya üzerinde. Avuçlarındaki taze kan şişelerini mağaranın derinliklerinde bir yere sakladılar. Onlardan başka kimsenin eline geçmemeliydi o şişeler, bir kez daha aynı şeyi yaşamak istemiyorlardı. Uyumak için yere serdikleri ince şilteye uzandıklarında birbirlerine değmemeye çalıştılar. Tüm olanlara rağmen birliktelerdi. Fakat artık bunun bir anlamı yoktu. Her şey başladığı hızla son bulmuştu onlar için. Olanlar, ölenler, acılar ve dökülen kanlar vardı aralarında. Yaşlı kadın “Kehanet,” diye fısıldadığında adam onu tamamladı. “Son bulacak.” “Daha çok küçükler.” “Biz de çok yaşlıyız,” diye karşılık verdi bu sefer adam. Kadının yeşil gözleri yansıyan ateşin ışığında parlıyordu. “Başaracaklar, Estela.” “Göreceğiz, Salvatore.” Çok şey görmüş, çok acıya şahit olmuş gözler, bir geceye daha tekrardan uyanmamayı dileyerek yavaşça kapandı. * “Anne, bunun normal olduğundan emin misin? İçimden konuştuklarımı istediklerime duyurabildiğimi söylüyorum,” diye annesini teyit etmek istercesine tekrardan sordu Anna. Babası o anda elindeki defteri karıştırıyordu. Yanlarında bulunan bir büyücü Kral’ın elindeki defteri okudu ve Anna’ya döndü. “Başka neler yapabiliyorsun, küçük?” On beş yaşlarının başında olan Anna, kadından ürkmüştü ama güçlü bir kız olarak yetirildiği için bunu yansıtmayacak kadar kudretliydi. Kadının sorusunu yanıtlarken bütün yeteneklerini ifşa etmiş oldu. “İç sesimle konuşabilmek dışında, cisimlerin rengini değiştirebilmek ve görünmez olabilmek.” Kral ve Kraliçe şaşkınca kızlarına bakarken Anna büyücünün gözündeki parıltıda kaybolmuştu. Kadın bu sefer de, “Sol göğsünü aç!” diye buyurunca genç kızlığa yeni yeni adım attığı için utançla başını eğdi Anna. Kral bunun üzerine odadan çıkınca Anna sol göğsünün tamamını açtı. Zamanla daha da belirgin hale gelen kırmızı doğum lekesi artık tamamen güneş şeklindeydi. Anna zaman zaman kolyesini doğum lekesinin üzerine tutuyordu. O zaman bedenine yayılan titreşim hoşuna gidiyordu. Kolyeden geçen akım tüm bedenini titretip onu daha da güçlü kılıyordu sanki. Büyücü kadın kızın kolyesine uzanıp aynı Anna gibi lekenin üzerine tuttu. Fakat Anna gibi kolyenin yassı yüzeyini değil taşlarla kaplı yüzeyine kızın lekesine bastırdı. Mavi taşların kırmızıya dönüşmesini büyük bir zevkle izleyen büyücü Anna’yı da Kraliçe Camellia’yı da şok içinde bırakmıştı. Kadın bilmedikleri bir dilde bir şeyler söyledi ve kolyenin ısısı artıp içeriyi aydınlatacak kadar parlamaya başladı. Kadın sessizce “Bu, o!” deyip duruyordu.   Büyücü kadın ellerini kızın üzerinden çekince Anna üstüne başına çeki düzen verdi. Kral tekrardan odaya girince büyücü konuşmaya başladı. “Estela ve Salvatore açıklayacak gerçekleri, kolyeyi getirdikleri gibi. Bütün yetenekler gün yüzünde şimdi, gelecek onlarda… Ona dikkat edin… zamanı gelince… zamanı gelince…bitecek bu işkence…” Anna kadının şiir gibi konuşmasını büyülenmiş bir şekilde dinledi. Mavi gözleri parlayarak kadının el kol hareketlerini takip ediyordu. Hala ne olduğunu anlayamamıştı. Bir kehanet vardı onu biliyordu fakat kehaneti yok etmek görevi neden ona verilmişti. Neden askerler değil de o? Ayrıca tek başına nasıl yapacaktı bunu? Annesi ve babası yardım edemez miydi? Belki evlenirse kocasıyla savaşırdı. Büyücü kadının gözleri tekrardan Anna’nın gözleriyle buluşunca genç kız düşüncelerinden kurtuldu ve kadının alnına dokunup bir büyü fısıldamasını ürkekçe izledi. * Andrew kardeşi ile bahçede oynuyordu babası onları çağırdığında. Çalışma odasına yalnız girdiğinde ise babasının gergin yüzü ile gerilemişti. Annesi de en az babası kadar gergindi ve yanlarında büyücü olduğu her halinden belli olan bir kadın duruyordu. Kadın elinde sayfalarını çevirip durduğu defteri masaya bıraktı. Salvatore ve Estela’dan gelen mektupla iki klanın hükümdarlarını bir telaş almıştı. Büyücü yavaşça yürüyüp Andrew’un önünde durdu. “Bana yeteneklerini söyle!” diye buyuran büyücüye şaşkınca baktı Andrew. Sadece kardeşine söylediği yeteneklerinden kimsenin haberi olmaması gerekiyordu. Bunca zaman saklayan Andrea neden ötecek zamanı bulmuştu. Yeteneklerine eklenen bir yenisinin tadını çıkaramadan kıskaca alınacaktı. Sessizliği yüzünden büyücü kadın tekrardan, biraz daha yüksek sesle emretti. “Bana yeteneklerini göster, küçük!” “Bana emir veremezsiniz leydim,” diyerek karşı çıkan Andrew’u babası sakinleştirdi.  “Oğlum bize yeteneklerini söyle.” Andrew annesine bakıp onun onaylayan bakışlarından komutu alınca saymaya başladı. “Kılık değiştirebilmek, görünmez olabilmek ve insanları etkisiz hale getirebilmek.” Kadın memnun bir şekilde gülümseyerek tekrardan genç oğlana emir verdi. “Şimdi sol göğsünü aç.” Andrew hiçbir şey anlamıyordu. Annesi ve babasının karşı çıkmaması üzerine üstündeki beyaz gömleği önündeki bağlarını gevşetip başından çekip çıkardı. Kadının sol göğsündeki sembolü okşaması hiç hoşuna gitmedi ama sesini çıkarmadı. Ardından kadın Andrew’un boynunda asılı duran kolyeye uzandı. Andrew kolyenin olmaması halinde nasıl acı çekeceğini biliyordu. Kadının alacağını düşünüp geri çekildi fakat kadın onu sağ kolundan yakalayıp yaşlı halinden beklenmeyecek şekilde sertçe sıktı. Kadın tekrardan kolyeye uzandı ve kolyenin kırmızı taşlarla süslenmiş ön yüzünü oğlanın göğsüne tuttu. Taşların yavaşça ısınıp parlamasını ve Andrew’un bedenine titreşimler yollamasını odadaki herkes merakla izledi. Andrew bedenine yayılan yeni bir titreşimle kuvvetlendi sanki. Daha güçlü hissediyordu. Kadın kısa gösterisini bitirip, elini çocuğun kolyeden yayılan güçle ısınına alnına yasladı. Bilinmeyen bir dilde söyledikleri ile Andrew’dan uzaklaştı. Kadın kapadığı gözlerini açıp konuşmaya başlayınca Andrew’un tüyleri diken diken oldu. “Bu o, bu sefer doğru kişi. Tüm tepkiler doğru, her şey hazır. Estela ve Salvator günü geldiğinde size nasıl olacağını söyleyecekler…” Kadın gittikten sonra Andrew babasına, “Başlıyor mu, kehaneti durdurma savaşı?” diye sordu. Babası oğlunun soru işaretleri ile dolu olan gözlerine bakıp, “Daha var, hadi git kardeşinle oyna,” diyerek oğlunu çalışma odasından gönderdi. Karısı ile baş başa kalan Kral Robert kendisine sarılan karısını kollarına aldı. “Zarar görmeyecek değil mi?” diye soran karısını cevabını bilmese de, “Görmeyecek,” diye yanıtladı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD