Bölüm 3

4933 Words
Aşk ve nefret. Biri duvarlar örer, öteki ise yıkar, geçer. Yürür, gider… Alır, götürür. Seni. Senden. İki gündür bekliyorlardı. Açıkçası Anna’nın beklediği bir şey yoktu. Olsun, bitsin düşüncesini taşıyordu. Kurtulsun herkes. Herkes rahat etsin artık. ‘ Madem oyunun şartları bu, yapalım gitsin!’ diye düşünüyordu. Tüm bunları düşünürken herkesle arasına duvarlar örmüştü. Ailesiyle arasında artık uçurumlar vardı. Yemiyordu, içmiyordu. O yeşil gözlü, yaşlı cadı evlerine geldiği günden beri değişen şeyleri düşünüp kendisini yemekten başka bir şey yapmıyordu. Çevresindeki koşuşturmayı boş gözlerle izliyordu. İki gündür yağmur yağdığı için labirentte de kaybedemiyordu kendisini. Bu yüzden piyanosuna yapışmıştı. Saatlerce çalıyordu. Saatlerce, usanmadan, parmaklarına kramplar girene kadar. Bir yükselen, bir alçalan melodilerle ruhunu besliyordu. Ruhunda baş gösteren nefreti körüklüyordu. Teselli ediyordu kimi zaman kendisini. Bazen akmak için dünden razı olan gözyaşlarını korkutuyordu. Akmasınlar diye, onlarla başa çıkamazdı çünkü bir akmaya başlarlarsa, asla durmazdı içindeki acı. Notalarla yükselip alçalıyordu ruhu. Çok yakın bir dostu, yakın bir akrabası ya da kardeşi, yoktu. Annesi ve babasından başka kimsesi yoktu. Şimdi onları da kaybediyordu. Kendi hayatıyla birlikte onları da yitiriyordu. Eğer bir gün gözyaşları akacaksa bu ne için olurdu artık bilmiyordu. Belki kehanetten kurtulduğu gün sevinçten ağlardı. Ya da o gün tamamen yok olan hayatının acısıyla… Topraklarından koptuğu anda her gün gözyaşı dökeceğinden habersiz nefreti ile dimdik durmaya çalışıyordu. Piyanonun tuşları artık parmaklarının altında kaymaya başladığında çalmayı kesti. Omuzları düşmüştü, başı piyanoya doğru eğilmişti. O gün bukle bukle olmayı tercih eden saçları dağılmıştı. Onun gibi darmadağınıklardı. Dakikalarca öyle durdu. Ta ki dışarıda bir at arabasının nal seslerini duyana dek. Geliyorlardı. Uzaktan da olsa duyuyordu seslerini. Anna Williams. Mavi Klanının veliaht prensesi. Lanet olasıca kehanetin seçtiği o güçlü kadın. Kahverengi saçlarının her bir teli ağarana dek halkı için çalışmaya yemin etmiş kişi. Mavi gözlerinin rengi solana dek başkalarını düşünmek için eğitilmiş kişi. Kehaneti yenecek olan kadın! Tarihin altın harflerle belirttiği gibi. Kehaneti bitirip kendi lanetini başlatacak olan kişi için hazır bir şekilde bekliyordu.   İşte, şimdi onun için geliyorlardı. Yüzyıllardır ilk kez topraklarına Kırmızı Klanından birileri adım atacaktı. İçindeki öfke, nefret ve hiddet tavan yapmıştı. Hırsla başında oturduğu piyanodan fırladı. Balkona çıktığında avluya sıralanmış üç at arabasını görünce sinirden dudakları dümdüz oldu. İçinde yükselen titreme tüm vücudunu ele geçirecek gibiydi. Annesiyle babası merdivenlerden iniyorlardı. Karşılama için! Onları karşılamak için! Arabadan inen ilk kişi yaşlı biriydi. Saçları beyazlamıştı. Ardından inen sarışın bir adamdı. Tekrardan sarışın bir adam daha indi. Sonrasında ağır hareketlerle uzun bir cüppe giyen ve cüppesi gibi uzun saçlara sahip olan biri indi. Diğer iki araba askerlerle doluydu. Onlarda inince karşılama başladı. Mavi Klanının askerlerinin bir elleri silahlarındaydı. Kimisi kılıcını kınından çıkarmıştı bile. Gözdağı vermeye çalışıyorlardı. Anna’nın eğitmeni, kırk yaşlarındaki asil Leonard da yerini almıştı bu törende. Yavaşça selamlaşmalar yapıldı ve birden kalenin içine doğru yürümeye başladılar. Anna’nın görebildikleri bu kadardı, zaten ondan sonra kendini dizginlemeyi bıraktı. Asıl gösteri şimdi başlıyordu! İçinde yükselen duygulara söz geçiremiyordu. Adeta tüm vücudunu ele almışlardı. Hızla salonu terk edip merdivenlerden yuvarlanırcasına indi. Avluya doğru koşarken annesiyle babasının şaşkın bakışlarını umursamadan, konuklarını (!) görmezden gelip koşmaya devam etti. Dinmiş yağmurda yayılan toprak kokusunu ciğerlerine doldurarak koşuyordu. Labirentin girişine ulaştığında hızla en kilit noktalara doğru koşmaya devam etti. Neden kaçıyordu? Niye kaçıyordu? Bunlar şimdilik önemli değildi. Gidişini ertelemek için elinden geleni yapmaya hazırdı. Topraklarından ayrılmak istemiyordu. Onlarla gitmek istemiyordu. O adamla evlenmek istemiyordu. Tüm bunlardan nefret ediyordu!   “Yıllar sonra gelecek kainata iki kişi Biri erkek öteki dişi Bozacaklar kehaneti ve yemini Getirerek dünyaya bir fani…”   Arkasına bakmadan koşarken zihninde yankılanan sesi kovmaya çalışıyordu. Yıllarca bir şeylerin farkında olarak yetiştirilmişti. Buna sözü yoktu ama ondan saklanan şeylerin ağırlığı… Bunu kaldırabileceğimi düşünmüyordu. Acıyla kasılıyordu bedeni. Ayaklarının altında ezilen çimlerin ve yaprakların sesine odaklanmaya çalıştı. Bir tek kendi ayak seslerini duyuyordu. Bunun verdiği güven duygusu ile labirentin kuytu derinliklerine ilerlemeye devam etti. Nefes alışverişleri düzene girince etrafı dinlemeye başladı. Ortalık güvenli gözüküyordu. Fakat kaleden öyle sorgusuz sualsiz kaçmasaydı şimdi hasmının meziyetlerinden haberdar olabilirdi. En azından birkaç dakika oyunculuk sergilemekten zarar gelmezdi. Hayıflanarak geri geri yürümeye devam etti. Arkasının sağlam olduğunu biliyordu. Bu labirentte geçmişti çocukluğu. Fakat attığı son adımla çarptığı cisim ona çok yabancıydı. Labirentte tek bir ağaç vardı o da labirentin merkezindeydi. O ise merkezden fazlasıyla uzaktı. Ensesinde hissettiği sıcak soluk ile nefesini tuttu ve sol ayağını öne attı. Tekrardan kaçmaya yeltenecekti fakat beline dolanan sert kollar onu havaya uçurmuştu. Belasının gelmiş olduğunu anlamak güç değildi. “Bırak beni lanet olasıca çirkin yaratık!” diye tısladığında da içindeki nefreti kusmaya çalışıyordu. Bedenini sarmalayan güçlü kolları tırmalayarak adamdan kurtulmaya çalışıyordu. “Tatlım, artık göz göze gelmemiz gerekmiyor mu? Bütün önyargılarını yıkabilecek kadar yakışıklı olduğumu düşünüyorum. Hani kehanet yüzünden katlanmak için fazlasıyla dayanılmazım.” Aldığı karşılıktan sonra midesi bulanmaya başladı. Oysa adamın sesi fazlasıyla hoştu. Kokusu ve sert bedeni gibi. Fakat bunlardan etkilenmek istemiyordu. Ensesinde hissettiği sıcak nefesler doğru düşünmesini engelliyordu. Bütün tüyleri diken diken olmuştu. Ömrü boyunca düşünse Kırmızı Klanından birinin bedenine el süreceğini tahmin edemezdi. Bu düşüncenin acıtıcı hissi ile çığlık atmaya devam etti. Beline dolanan ellere ayak uyduran bedeninden nefret etti. “Beni hemen yere bırak! Nefret ediyorum senden! Nefret! ” Birden yere doğru bir düşüş yaşadı ve popo üstü nemli çimenleri boyladı. Acı ile inleyerek elini kalçasına attı ve başına dikilip sisli havada üstüne karanlık gibi çöken bedene doğru çevirdi başını. Yükseldikçe yükselen çenesi sonunda onun yüzünü bulmuştu. Uzun boylu ve atletik yapılı rakibi sarışındı ve o sarışınlardan nefret ederdi. Fakat yeşil gözlü bir sarışın ise ve böylesine yakışıklıysa… Ayrıca bir yerlerden tanıdık gelen o gözler böylesine güzel bakarken… Bu savaşın ne kadar zor olacağını iliklerine kadar hissetti. İşi hiç de kolay değildi ve o mücadele etmeyi severdi. Ne yazık ki yenileceğinden şimdiden emin olduğu bu savaşı kendisinden nefret ederek fakat her dakikasından ayrı bir zevk alarak sürdürecekti. Hayat, cidden adil değildi. Kartlarını açık oynuyordu. Çok açık hem de! * İki, uzun gün boyunca yaptıkları yolculuk nihayet Mavi Klanının topraklarına ulaştıklarında son bulmuştu. Babası, kardeşi Andrea ve o gelmişti sadece Mavi Klanının topraklarına. Annesi hazırlıklar için kalede kalmıştı. Bütün bedeni uyuşmuştu. Ara ara verdikleri molalar çok kısaydı. Hiç dinlenememişti ve onun kararına göre hiç dinlenmeden nikahı kıyıp geri döneceklerdi. O kızı da alıp. Onu ne görmek istiyordu. Ne de onunla evlenmek. Ama başa gelen çekilirdi. Arabadan indiği anda tüyleri diken diken olmuştu. Etraf insan kaynıyordu, insanların gerisinde elleri kılıçlarında olan askerler ve yine insan. Herkes onlara öfkeyle bakıyordu. Andrew’un onlara baktığı gibi. Havada titriyordu gerilim kıvılcımları sanki. “Hoş geldiniz Lord McNigth,” diyen Kral ile selamlaşan babasına baktı Andrew. Hiç düşman gibi durmuyorlardı. Sanki kırk yıllık dost gibi, sık sık görüşüyorlarmış gibi el sıkışarak selamlaşmışlardı. Nihayet şaşalı selamlaşma faslı bitince gözleri o kızı aramaya koyuldu. Nasıl tanıyacağımı bilmiyordu ama yine de arıyordu o lanet olasıca kızı. Kaleye girdiklerinde yanlarından yıldırım hızı ile uzaklaşan bir cisimle kalakaldılar. Kral ve Kraliçe’nin şaşırmasına bakarak onun olduğunu anladı. Arkasında bıraktığı kokuyu hayranlıkla içine çekerken burnunu koparmak istedi. Kral konuşunca dikkati dağılmıştı. “Lütfen kusuruna bakmayın, henüz yeni öğrendi olacakları. Doğru kararı verdi fakat kabullenmesi biraz zaman alabilir.” Adamın mahcup bir o kadar da çaresiz suratı her nedense babasını hatırlatıyordu Andrew’a. Sonuçta iki aile de aynı kaderi yaşıyordu. Duyguların dünyasına yükselince herkes birbirine benziyordu o anda. Kral Williams bir askere kızını getirmeleri için emir verirken birden ne olduğunu anlayamadan lafa karıştı Andrew. Her ne kadar aynı durumda olsalar da Andrew kaçmadıysa o kızın da kaçmaya hakkı yoktu. Onu bizzat kendi bulacak ve sözleriyle cezasını bulduğu yerde verecekti.   “Onu ben getiririm, efendim.”  Son kelimeyi söylerken kendisinden iğrenmiş olsa bunu kabul etmekten başka çaresi olmadığını biliyordu. Şaşıran Kral’ın ve öfkeyle bakan askeri umursamadan arkasını dönüp yürümeye başladı. Dağılan insan kalabalığını geçip kızın kokusunu takip ederek ilerlemeye devam etti. O lanet olasıca sıçanın bir labirente gireceğini tahmin edememişti. Fakat kehanetin bile kesin bir isim koyamadığı yeteneği vardı ki, o da iyi koku almaktı. Yine kokuyu takip ederek ilerlerken görünmezliğini de vücuduna siper etti. Koku gittikçe yoğunlaşarak artarken sarhoş gibi hissediyordu. Neden bu kadar güzel kokuyordu. Kırmızı gülün koparıldığı andaki can alıcı kokusu gibi. Taze ve dinç. Çekici ve büyüleyici. “Lanet olsun!” diye tıslarken beynine en içten küfürlerini yolluyordu. Onu böyle düşünmek istemiyordu. Ondan nefret etmeliydi, ondan hoşlanmasına gerek yoktu! Kokusunu beğeneceği bir sürü kadın bulabilirdi. En sonunda arkaya doğru ilerleyen kızı gördüğünde kendini tebrik etti. Kendini beğenmişliği batsın, kızı kıskıvrak yakalamıştı. Tekrardan görünür olup onun dibine kadar girmesini zevkle izledi. Tam bir sersemdi kız Andrew’a göre. ‘Hangi akla hizmet arkasını kolaçan etmeden yürüyordu ki? Kendine bu kadar çok mu güveniyordu?’ diye sordu kendine Andrew hemen sonra yine kıza dikkat kesildi. Her ne olursa olsun kalçaları güzeldi ve boyu da uzundu. Gür ve dalgalı kahverengi saçlarından gelen o kesif gül kokusu ise Andrew’u mahvediyordu. Kız sırtını Anderw’un göğsüne yasladığında inlememek için kendisini zor tuttu genç adam. Kalçaları ise tam kasıklarına yapışmıştı. Yüzünü bile görmediği bu kızın onu etkilemesinden ölesiye nefret etti. Kız ise derin bir soluk alıp sol bacağını kaldırdığında onu tek bir hamleyle havaya uçurdu. ‘Uzun dediysem benden de uzun demedim, bana göre kesinlikle kısa!’ diye kendini düzeltti. Kız çığlık çığlığa Andrew’a hakaret ederken gülümsedi. Sesi de güzeldi. ‘Lanet olsun sana Andrew, uçkurunla düşünme aklınla düşün! Onu sevme, ondan hoşlanma adi piç!’ İç sesiyle muharebeye girmeden onu sinirlendirmeye başladı. “Tatlım, artık göz göze gelmemiz gerekmiyor mu? Bütün önyargılarını yıkabilecek kadar yakışıklı olduğumu düşünüyorum.” Doğduğu günden beri hiç düşünmemişti, Mavi Klanından bir kıza el süreceğini. Ama şimdi o ince beli tutarken, yumuşak kalçalarını kendisine doğru bastırırken kendinden geçiyordu. Savaş başlamadan beyaz bayrak çekmişti resmen! Kızın hırlarcasına verdiği cevapla keyfi yerine geldi ve onu poposunun üstüne düşecek şekilde yere fırlattı. Saçları son kez yüzünü okşayıp geçerken kız yerde acıyla inledi. Derken gözlerini yavaş yavaş kaldırmaya başladı. Mavi gözlerle buluşunca gözleri, sonunun geldiğini düşündü. İşte yapboz tamamlanmıştı. Fakat kalbi neden böyle hızlı atıyordu? Nefesleri neden sıklaşmıştı? Bu gözleri nereden tanıyordu? * Arkasından ilerleyen dev ile birlikte kaleye girdi. Adamın suratını gördüğünden beri aklı başında değildi. İkisinin uzun süren bakışmasından sonra ikisi de tek kelime etmeden toparlanıp yürümeye başlamıştı. Anna, adamın arkasından bekçi gibi gelmesine bile bir şey dememişti. Kalbine ne olduğunu çözmeye çalışıyordu. Kaleden içeriye girdiğinde beyninde dönüp duran düşüncelerden kurtuldu. Etrafına baktığında bütün askerlerin gergin bir şekilde arkasında yürüyen adamla kendisine baktıklarını fark etti. Çalışanların telaşlı halleri bile donup kalmıştı. Ailesini büyük salonda bulacağını düşünüp peşinden gelen adamla kalenin en büyük salonuna gitti. Kalçasının acısını unutmuştu bile gerginlikten. Salona girdiğinde gördükleriyle canının hiç bu kadar yanmadığını düşündü. Babasının suratındaki çaresizlik, annesinin yaşlı gözleri ve rahip ile birlikte o yeşil gözlü şeytan! O ihtiyar bunak hep hayatındaydı Anna’nın. Yaşlı, kambur ve deli gibi bakan yeşil gözleriyle çocukluk kabusuydu adeta ve şimdi, bu lanet olasıca günde, yine onların yanındaydı. Anna, kadının acısından zevk alacağına emindi. O ne kadar onu sevmiyorsa kadının da onu sevmediğini düşünüyordu. Kadının adını bile yeni öğrenmişti. Arada gelip kehanetle ilgili yeni bilgiler vermesi dışında kadının kimliği belli değildi. Bu yüzden Anna ona ‘yaşlı bunak’ ya da ‘yeşil gözlü cadı’ diyordu. Tarafsız orospu, diye düşündü Anna. Bu gün keyfinden dört köşe olacaktı. Babasının ona seslenmesiyle dakikalardır ayakta tek başına dikildiğini fark etti. Arkasında durduğunu düşündüğü yarım akıllının başköşeye oturmuş olmasıyla gözünü hırs bürüdü. Babasına döndüğünde kafası karıştı. ‘Ne konuşuyorduk?’ “Nikah şimdi kıyılacak, düğün ise iki ay sonraki dolunay gecesinde olacak,” diye konuya açıklama getiren babasına yaratık görmüş gibi baktı genç kız. Babasının ne demek istediğini teyit etmek istercesine yüksek sesle sorusunu sordu. “Efendim? Anlamadım, babacığım!” Gözlerini kıstı, elleri iki yanında yumruk olmuştu bile. Hemen, şimdi götüreceklerdi onu! İstemiyordu, lanet olsun bu kadar çabuk değil, diye düşündü. ‘Hemen değil!’ Babası sessizliğini korurken annesinin hıçkırıkları arttı. Rahip beklentiyle Anna’ya bakarken yeşil gözlü bunağın yanında duran, bir başka bunağın ellerini ovduğunu gördü. Menfaatçi adiler, cevabını bekliyorlardı.  Kırmızı Klanının kralı ayağa kalktı ve babasının yanına gitti. Ona döndüklerinde o tiksinç yaratık da yanına gelmişti. Zorla koluna girdiğinde cırlamaya başladı Anna. “Bırak beni soysuz! Dokunma bana!” Hiçbir şeyi takip edemiyordu. Her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki ne olduğunu anlayamamıştı bile.  Kraliçe Camellia köşedeki koltuğa çökmüştü. Sararmış suratı kaç gecedir uykusuz olmasından kaynaklı değildi yalnızca. Ortada kocaman bir acı vardı. Anna, nefret ettiği toprakların gelini olacaktı. Başka bir halkın prensesi, başka bir ailenin ferdi. En kötüsü de Kırmızı Klanının bir ferdi olacaktı. Midesi ağzına gelmişti. Günlerdir aç olan midesi kasıldığında yaşadıklarının cehennem azabından kötü olduğunu düşündü. Öğürmeye başladığında Andrew ona doğru hamle yaptı. Kızın eğilmesiyle telaşa kapılmıştı ama bunu ört pas etmek için kıza bağırarak; “Sakın üstüme kusma!” diyerek kızın kendisine ‘soysuz’ demesinin hıncını aldı. O kız için telaşlanmak istemiyordu. Annesiyle, babası hızla yanına geldiklerinde doğruldu. O adamın kolundan çıkması için kusması gerekiyorsa kusabilirdi ve birkaç kez daha öğürünce yanından hızla uzaklaşan adama içinden gülerek tepki verdi. Fakat kurtulamadı. Biraz daha toparlandığında rahibin önündeki yerini almıştı bile o lanet yaratık da tam dibindeydi. Nikahları kıyılıyordu. Aşık olmadığı üstüne sevmediği, nefret ettiği bir adamın karısı olacaktı. Saniyeler sonra tüm döngü tersine dönecekti. Rahip konuşmaya başladığında kulakları sağır edecek bir gök gürültüsü koptu semadan. Mavi gözlü şeytan tam da camların dibinde duruyordu. Ah keşke onun kafasına yıldırım çarpsaydı diye düşündü Anna. Belki içi biraz rahat ederdi. Düşündüğü anda gökten bir yıldırım yaşlı bunağın üstüne düştü. Kocaman salon gözleri kör eden bir ışıkla aydınlandı. Çığlıklar yükselmeye başladı fakat bunun dışarıdan mı yoksa semadan mı geldiğini anlayamadılar. Işık yok olunca yaşlı bunağın olduğu tarafa döndü herkes. Nefesler tutulmuştu. O şeytanın öldüğüne emindi Anna fakat o aynı pozisyonda sapasağlam duruyordu. Nikahın kıyılmasını bekliyordu. Kesinlikle emindi ki o adam şeytandı! Adamın bir de “Nikahı kıyın artık!” diye bağırmasıyla Anna da Andrew da adamın şeytan olduğundan emin oldular. İkisi de sinirle yaşlı adama bakarken rahip tekrardan konuşmaya başladı. Ama ne Andrew ne de Anna rahibi duyuyordu. Yanındaki çam yarmasının konuşmasını istemiyordu. Herkese taktığı gibi ona da birçok isim takmıştı anında Anna. Ne zaman konuşmaya başlasa aptal kalbine bir şeyler oluyordu Anna’nın, işte buna bir çare bulamamıştı. Böyle saatlerce at sürmüş ve artık kendini rüzgar sanmaya başlamış gibi. Değişik ve farklı fakat hiç hoşlanmadığı yanı ise bunun ilgisini çekmesi ve hoşuna gitmesiydi. “Sen Mavi Klanının tek varisi Anna Williams, Kırmızı Klanının varisi Andrew McNight’ı Tanrı’nın huzurunda kocan olarak kabul ediyor musun?” Rahip sadece şartları yerine getiriyordu fakat bunu sormak zorunda mıydı cidden? Anna gözlerini devirerek rahibi yanıtladı. “Tanrı aşkına cevabım çok önemli mi?” İçindekileri tutamazdı. Kesinlikle içinde kalacak bir soru değildi bu. Rahip tek kaşını kaldırarak gözlerine baktı. Yanındaki adama kaçamak bir bakış attığında onun da kendisini izlediğini gördü. Yüzüne alaylı alaylı bakan adamı koca olarak kabul etmekten çok suratına yumruğunu geçirmek istiyordu. Tekrardan rahibe döndü ve isteksizce yanıtladı. “Evet.” Gökten bir gürültü daha yükseldi, bir sürü şimşek aynı çaktı. Yaşlı şeytan konuşmasa gerçekten gökyüzünün yarılacağını düşünmüştü Anna. “Büyücülerin kehaneti yarattıkları gün ki gibi, işinize bakın, gök burada değil kanların göl olduğu geçmişte gürlüyor. Yağmurun temizlemek istediği siz değil geçmişiniz.” Rahip aydınlanmış bir yüz ve heyecanlanmış gözleriyle bu sefer kızın yanındaki yakışıklı prens Andrew’a döndü. Rahip haklı olarak heyecanlıydı, sonuçta hayatı boyuca ilk kez bu tarz bir nikah kıyıyordu. Zira hangi rahip şimdiye dek kehanetle lanetlenen iki insanın nikahını kıyma şerefine layık görülmüştür ki? Anna, birden duyduğu ‘evet’ ile yerinde sıçradı. Hayvan gibi gürleyen müstakbel eşiydi. ‘Ona hayvan demek istemediğini biliyoruz!’ İç sesi yine çok yanlış bir zamanda onu zor durumda bırakmak için çığırıp duruyordu içten içe. “Gelini öpebilirsiniz,” diyen rahip birden korku dolu gözlerle Anna’ya döndü. Onu paylamak için ağzını açan Anna’yı sıcak dudaklar susturdu. ‘Hey, ne oluyor?’ * Nihayet nikah kıyıldığında gökyüzündeki şiddetli gürültüler durdu ve rahip birden ‘gelini öpebilirsiniz’ diye kutsal sözlerini söylemeye devam etti. Kız başını hızla kaldırınca bukleleri sallandı ve yine etrafa gül kokusu yayıldı. Ona kıpırdanmamasını söylemek için döndüğünde rahibe öfkeyle baktığını gördü Andrew, o küçük ağzını açıp rahibi azarlamaya hazırlanırken içinde yükselen bir duygu ile kızı kollarından tuttu ve kendisine çevirdi ardından hemen kızın dudaklarına kapandı. Gül kokusu bütün bedenini sarmıştı. Saniyelerce dudaklarını onun dudaklarının üstünde tutarken kızın tepki vermesini bekliyordu. Geri çekilip kızın şokla açılmış mavi gözlerini, kızarmış yanaklarını ve hayretle havalanmış kollarını görünce sırıttı. “Demek susman için öpülmen gerekiyormuş!” diyerek sırıtmaya devam ettiğinde yanağında bir tokat patladı. Salondaki hareketlilik durmuş, sesler kesilmişti. Andrew beyaz teninin hemen kızaracağından emindi çünkü lanet olasıca kızın eli bir kaya kadar sert ve ağırdı. Bir kadının eli bu kadar ağır olamazdı. “Sen! Sen ne hadle beni öpersin! Sen kimsin, ha kimsin?” diye bağırarak adamın göğsüne de bir yumruk indiren Anna’nın bütün sinirleri tavan yapmıştı. Salondaki herkes onlara yaklaşırken Andrew’un gülümseyen suratı dondu. Dudakları tek bir çizgi halini alırken asıl gerçekle baş başa kaldı. Karşısındaki onun kadınıydı ve ona tokat atmıştı. Az önce evlenmişti! Kızın bir kez daha yumruk atmak için kalkan kolunu eliyle sertçe tuttu ve onu yine sertçe kendisine çekti. Kızın mavi gözlerine yoğun bir öfkeyle bakarken aynı karşılığı almaktan ötürü daha fazla sinir olmuştu. Soğuk bir ses tonu ile kızı ikaz ederken de kendinde değildi. “Senin kocanım, efendimin. Bir daha bana el kaldırırsan karşılığını alırsın. Şimdi git hazırlan!” Kral Williams ile göz göze geldiğinde biraz fazla ileri gittiğini kabul etti. Ama çok sinirlenmişti, kim olsa aynı tepkiyi verirdi diye düşünüyordu. Kral Williams,   “Seninle konuşmamız lazım prens McNight, çalışma odama geçelim,” dediğinde Kraliçe kızının koluna girmişti. Zorla ortalık sakinleştirilmişti ama bundan sonrası için ne yapılabileceği konusunda kararsızlardı. Andrew babasıyla Kral Williams’ın arkasından yürümeye başladı. Kale çok büyüktü. O büyük salondan çıkınca kocaman bir giriş onları karşılamıştı. Kapı ve tavan vitray süslemeli camlardan yapılmıştı. İçerisi çok aydınlık duruyordu. Salonun hemen karşısında çalışma odası bulunuyordu ve giriş kapısının karşısında ise beş kapı daha vardı ve salon kapısının yanında bir merdiven aşağıya uzanıyordu. Mutfak da aşağıda olmalı diye düşündü Andrew. Üst katı merak etmiyordu. Çalışma odasındaki rahat koltuklara rahatsızca otururken hiçbir şey hissetmiyordu. Bir an önce topraklarına gitmekten başka bir isteği yoktu. “Kızım düğün gününe kadar bizimle kalsın istiyorum,” diyen Kral Williams’a sinirle döndü Andrew. Kral Williams da en az onun kadar sinirli gözüküyordu. Nikahın kıyıldığı salonda başlayan gerginlik çalışma odasında kat be kat artarak devam ediyordu. Kral Williams kararından vazgeçecek gibi durmuyordu. Bunun yanı sıra Andrew’un da Anna’yı geride bırakmak gibi bir niyeti yoktu. Kızın yüzünü görmek istemezken şimdi neden böyle düşündüğünü bilmiyordu ama doğru olan buydu. Kadını onunla beraber dönecekti yeni yurduna. “Bu mümkün değil,” diye cevap verdiğinde Andrew’a eşlik eden bir ses daha vardı. Kapıyı çalmadan içeri mavi gözlü şeytan da girmişti. O da farkına varmadan Anna ile aynı şekilde hitap ediyordu o yaşlı adama. Adamın peşi sıra içeri yaşlı bir bunak daha girince sinirle daha da çattı kaşlarına. İçinden bir ses başlarına ne geldiyse isimlerini bile bilmediği o bunaklar yüzünden geldiğini düşünüyordu. “Kapıyı çalmayı unuttun ihtiyar!” diye gürleyen Kral ayağa kalkmıştı. Fakat Salvatore’un umurunda bile değildi. Konuşmaya devam etti. “Kehanet yavaş yavaş çözülecek. Sonunda yok olup gidecek. Eğer tekrardan verimli topraklarda yaşamak istiyorsanız iki varisi de birbirinden asla ayırmazsınız. Zira biran önce birbirlerine alışmaları lazım. İki ay sonraki dolunaya kadar birbirlerine aşık olmazlarsa bir yüzyıl daha beklemek zorunda kalacağız. Artık ölmek istiyorum! Bu lanetin kalkması için o ikisinin aşkla birleşmeleri gerekiyor, benim ebediyete kavuşmam için bu şart!” “Lanet olasıca detayları da anlatsan keşke, bu kehanetin sebebi nedir?” Andrew’un sorusuna yaşlı Salvatore sadece ‘işine bak’ bakışı ile yanıt verdi. Yaşlı bunağın ölmek için kendilerinin aşık olmasını beklemesi çok saçma diye düşündü Andrew. Zira istiyorsa o bunu zevkle yapardı. Kılıcını kalbine geçirir bütün kanı akıtana kadar kalbini dağlardı. Hiç önemli değildi, yeter ki yaşlı bunağın istediği olsundu. * Anna odasına girdiğinde ruhsuzca yatağına oturdu. Annesinin odaya girmesiyle yüzünü annesine çevirdi. “Şimdilik sadece nikah kıyıldı, iki ay sonra kanla kutsanacaksınız.” “Anne.” Anna, üç gündür ilk kez annesi ile konuşuyordu. Kraliçe Camellia bunun farkında olarak sustu ve kızını dinledi. “Seni çok özleyeceğim,” diyen Anna yerinden hızla doğruldu ve annesinin kollarına bıraktı kendini. Gözlerini sımsıkı yummuştu. Annesine sıkıca sarılırken onları kimsenin rahatsız etmesini istemiyordu. Kraliçe Camellia ise bir ağlama seremonisine daha başlamıştı. Kızını kollarına ilk aldığı anda anlamışlardı. Anna, özeldi. Seçilmişti. Ama bunu kabul etmek istememişti hiç. Hiçbir zaman duyulmasını istememişti ama büyücülerin bir şekilde haberleri olmuştu. Dolaylı yoldan başlarına Estela gelmişti. Kızını daha sıkı sararken onu artık koruyamayacak olmanın verdiği korkuyla hıçkırmaya başladı. “Asla, asla, istemezdim böyle olmasını, elimde değildi,” diyerek kızını saçlarını kokladı Camellia. Kızını göndermek istemiyordu. Onsuz nefes alamazdı, kızı olduğu kadar vardı Kraliçe Camellia. Kapı tıklatıldığında anne kız birbirlerinden ayrıldı. İçeriye giren yaşlı Estela, karşılaştığı sahneden hiç etkilenmedi. O kadar acı verici şeyler yaşamıştı ki artık gözyaşlarının bir önemi yoktu onun için. Yıllardır yaşıyordu ve yaşlandıkça kalbi taşlaşmaya başlamıştı. Yalnız Anna’ya bakarken kızını görüyordu, bu onu etkiliyordu haliyle. Onun gözlerinde aşık olduğu adamı görmek yaşadıklarını hatırlatıyordu Estela’ya. Bu yüzden Anna ile göz göze gelmekten hoşlanmıyordu. Bakışlarını kaçırıp, “Her şey hazır, Anna’yı bekliyoruz,” dediğinde Anna annesine sırtını dönüp yürümeye başladı. Anna kalenin avlusuna çıktığında yoğun bir kalabalıkla karşılaştı. Askerleri onu görünce hemen özel selamlarını vermişlerdi. Bütün askerler dizlerinin üstüne çöküp kılıçlarını Anna’nın ayakuçlarına uzattıklarında Anna’nın gözleri doldu ama yine de ağlamadı. Ardından halkının tezahüratları eşliğinde annesi ve babasıyla vedalaştı. Kırmızı Klanının amblemini taşıyan arabaya bindiğinde öylece dışarıya baktı. Araba yavaşça hareket ederken atlı askerler peşlerine takılmışlardı. Klanının sınırlarından çıkana kadar onları takip eden askerler görüş açısından çıktığında Anna da gözlerine ellerine dikti. * Nihayet yola çıktıklarında yaşlı Salvatore’un dediği olmuştu.  Anna ve Andrew aynı arabada hareket ediyorlardı, yanlarında Andrea vardı. Andrea nikahta bulunmamıştı. Arabada beklemeyi tercih etmişti ve şimdi meraklı gözleri kızı izlerken sessizliğini korumakta zorlandığını görebiliyordu Andrew. Andrea konuşmayı hep sevmişti fakat karşısındaki kızın diğer kızlarla alakası yoktu. Andrew’un gözleri tekrardan Anna’yı buldu. Kız koltukta bembeyaz suratı ile otururken çok solgun ve ulaşılmaz gözüküyordu. Mavi gözlerinin feri gitmişti fakat kırmızı dudakları için yapabileceği bir şey yoktu. Sanki bir kasa vişne yemiş gibi kıpkırmızı duran dudakları günaha davetiye çıkarıyordu. İçinde yükselen arzu bütün arabayı kaplayacaktı neredeyse. Bu kızdan nefret etmesi gerekirken ölümüne arzulaması kehanetin laneti olsa gerekti. Başka bir açıklama getiremiyordu. Andrea’nın kıza yönelttiği soruyla arabanın içindeki ölüm sessizliği bozuldu. * Bütün ruhu çekilmişti. Damarları beyaz teninden fırlayacakmış gibi derisinin üstünde kabarmış, elleri buz kesmişti. Suratının ne halde olduğunu bilmiyordu ama bir hortlak kadar beyaz olduğunu tahmin edebiliyordu o anda. İçinde yaşamaya dair hiçbir şey hissetmiyordu. Yaşayan ölüden farksızdı. Ailesinden, topraklarından koparılmıştı. Kehanetin seçtiği lanetli kadındı. Nikahtan sonra hafifçe aydınlanan hava kehanetin gerçekliğini haykırıyordu. Her şey iki ay sonra gerçekleşecek olan düğüne bağlıydı. ‘Düğünü-müz! Bizim. Kocamla benim.’ Diye düşündü Anna. Bedeni sanki daha fazla soğuyabilirmiş gibi ürpererek kasıldı. Kesinlikle alışamayacaktı. Atların kat ettiği her milde ruhunu bırakıyordu. Ruhu canını acıtırcasına parçalanıyordu. Kırmızı Klanının topraklarına vardığında geriye Anna Williams’tan hiçbir şey kalmayacaktı. Gülemeyecekti, ağlayamayacaktı, yaşayamayacaktı. Kendi düşüncelerine o kadar dalmıştı ki ona yöneltilen soruyla yerinde sıçradı. Başını karşısında oturan çocuğa çevirdiğinde donuk gözlerle onu hızlıca inceledi. Abisi gibi sarı, tiril tiril saçları vardı. İnsanın içinde çocuğun önüne düşen saçları geriye çekesi geliyordu, düz saçları o kadar yumuşak gözüküyordu ki dokunmak, hissetmek istiyordu Anna. Yeşil gözlerine ise diyecek bir şeyi yoktu. Abisinin aksine bir ormanı gözlerinde taşıyordu. Uçsuz bucaksız kocaman bir orman, sivri çenesi ve çıkık elmacık kemikleri ile genç bir delikanlıydı ve her genç kızın ilgisini çekebilecek kadar yakışıklıydı. Fakat Anna için Kırmızı Klanından olması yeterliydi. Ondan nefret etmek için başka bir sebebi yoktu. Kendisine yönelttiği soruyu hatırlayınca alaylı bir şekilde gülümsedi.   “Seni ilgilendirmez, küçük.” Soğuk sesinden o bile hoşlanmamıştı. Karşısında oturan çocuğun da hoşlanmadığı belliydi zira kaşlarını çatarak abisine dönmüştü. Anna’nın da gözleri ona dönmek için can atıyordu zaten, bu yüzden kendisinden de nefret ediyordu. Onun çimen yeşili gözlerinden, sarı saçlarından, kırmızı kıyafetlerinden, çıkık ve öpülesi çenesinden, beyaz teninden, kısaca her şeyinden nefret ediyordu. Kalbinin üstüne parlayan kolyesinden daha fazla ama! Çocuk tekrardan ona döndüğünde gözlerinde ısrarcı pırıltılar oynaşıyordu. Anna çocuğun pes etmeyeceğinden emin olunca omuzlarını düşürdü ve çocuğun tekrardan konuşmasını bekledi. “Beni bu çekici soğuk ruhunuzla yıldırabileceğinizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz leydim. Hadi, söyleyin! Sizin yetenekleriniz neler?” Andrea o kadar kendine güvenen ve ‘hayır’ kabul etmeyecek bir üslupla konuşmuştu ki Anna karşısında duranın 19’lu yaşlarında bir genç değil de bir kral olduğunu düşünecekti. İçinde her nedense onu terslemek gelmiyordu oysaki ölümüne soğuk davranması lazımdı. Değil mi? Öyle lazımdı. Fakat ondan izinsizce açılıp konuşmaya başlayan çenesine ne demeliydi? “Çok mu merak ediyorsun?” Çocuk başını hızlıca salladı, şimdi de beş yaşında bir çocuk gibi heyecanlıydı Andera. Duygularını takip etmek de zorlanıyordu Anna, çocuk fazlasıyla girişken olduğu için onun ruh haline kapılıp gitmemek elde değildi. Onu şaşırtmak için ilk yeteneğini uygulamalı gösterdi Anna. Önce vücudundan yükselen o kesif duyguyla arabayı doldurdu. Şimdi onun etki alanındaydılar. Sonrasında iç sesiyle çocukla konuştu. “Bu seni şaşırtır mı, küçük?”  Anrea’nın gözleri yuvalarından fırlayacaktı neredeyse, yanında oturan Andrew da fazla olmasa da şaşırmıştı. Fakat bunu Anna’dan iyi saklıyordu. ‘Acaba nasıl bir aptallık yaptım da yeteneklerimi ondan önce göstermeye başladım’ diye düşünemeden ötekisine geçti Anna. Düşündükçe yitip tükeniyordu. Bu çok yorucuydu. Çocuğu şaşırtmak ise çok zevkliydi. Zevkli olanı tercih etmişti, her insan gibi elbette! Üstüne bakıp, siyah elbisesini gözden geçirdi. Bugün onun yas günüydü. Şu anda kafası dağılmış olabilirdi ama yalnız kaldığında tek düşüneceği toprakları olacaktı, annesi olacaktı, babası olacaktı. Çok düşünmeden içinde taşıp duran hissi elbisesinin üzerinde yoğunlaştırdı, elbiseyi klanının renklerine boyadığında çocuk hızlıca bir nefes çekmişti içine. Andrew kızın yeteneklerinden hoşlanmıştı. Fakat kızın rengini değiştirip maviye boyadığı elbisesi içinde duran bedenini daha çok beğendi. Kızın gözleriyle aynı renk olan elbisenin -içinde olanları merak etmek istemiyordu ama bu nasıl bir büyüyse kızdan uzaklaştıramıyordu düşüncelerini. “Son yeteneğin de görünmezlik mi?” diye soran meraklı kardeşi ile tekrardan dikkatini kıza verdi.   Anna’nın ise dikkati dağılınca içindeki duygular ayrışarak havaya dağıldı ve elbise yas rengine geri döndü. Ona şaşkınca bakarken bunu nereden bildiğini sordu kendi kendine. Kendi söylemiş olamazdı. Bir başkası mı söylemişti o zaman? “Nereden biliyorsun?” Çocuk bilmiş bilmiş sırıtıp arkasına yaslandı. Andrew sessizce onları izliyordu. “Çünkü abimin de bir yeteneği görünmezlik ve o yaşlı bunağın dediğine göre bir ortak yeteneğinizin olması gerekiyormuş.” “Ah o lanet olasıca yaşlı bunak!” diye nefretle fısıldadığında Andrew’un da dudağının bir kenarı yukarı kıvrıldı. ‘Ah, lanet olsun! Yarım bir gülüşle böyleyse, tamamen güldüğünde veya kahkaha attığında nasıl yakışıklı olur,’ diye içerlendi Anna. “Abimin öteki yetenekleri ise-” diye ortaya atlayan Andrea’yı Andrew durdurdu. Madem açık restleşiyorlardı o da meziyetlerini bizzat uygulamalı gösterecekti. “Dur Andera, küçük hanıma ben gösterebilirim.” ‘Ah, bir de o ukala havası olmasaydı, usta elinden çıkma bir kılıç gibi onu alır yatağımın başucuna koyardım. ANNA TANRI AŞKINA KENDİNE GEL! NELER DÜŞÜNÜYORSUN?’ “Görmek istediğimi kim söyledi?” Derken de kesinlikle gövde gösterisi yapıyordu yoksa meraktan ölecekti Anna. Andrew da zaten fazla merakta bırakmadı. Birden karşısında Andrea olunca cidden çok şaşırdı genç kız. Hatta gözleri o kadar açıldı ki anında yaşarmaya başladılar. Dudakları da aralanınca kendi yüzüne geri döndü ve Anna’ya ukalaca sırıttı Andrew. ‘Ne demiştim? Bir de ukala ukala hareketler yapmasa al başucuna koy! Ama mükemmel bir yetenek bu!’ “Ukala!” diye tısladığında suratı düştü ve gözleri öfkeyle parladı. Andrea elini onun koluna koyduğunda hızlıca çekti ve tekrardan odaklanmaya çalıştı. Bu sefer şekil değiştirmesi daha uzun sürdü, sanki bir yandan da düşünüyordu. Sonra karşısında babası belirince kalakaldı. Asıl şaşkınlığı bu şekilde yaşamış olduğunu itiraf ediyordu. Gözleri az önce sonuna kadar açılmaktan yaşarmıştı, şimdi gerçek gözyaşları duvarlarını zorluyordu, taşıp akmak istiyordu. Elleri istemsizce dar araba ona uzanınca yanaklarından yaşlar süzülmeye başladı. Kesinlikle kendisinden geçmişti, “Baba!” diye fısıldadığında babası gözlerini kırpıştırdı, elini babasının yanağına koyduğunda görüntü hızla değişti ve o tekrardan karşısındaydı. Sonrasında hayatında ilk kez bayılmıştı Anna. Bu kadarı fazla gelmişti bünyesine. Asla zayıf değildi ama üç gün içinde hiç olmadığı kadar yıpranmıştı. Acının getirdiği yorgunlukla yaşadığı heyecana dayanamamıştı. * “Bence biraz ileri gittin,” diyen kardeşine bakmadan yanıt verdi Andrew. Suçunu kabul etmek istemiyordu ama verdiği zararın farkındaydı. Fakat kendini engelleyemiyordu.   “Beni kışkırttı!” diye kısıkça yanıt verdiğinde kıza baktı. Rengi iyice gitmişti, hasta olabilirdi yolculuk sonrasında. “Sen öyle her lafa köpüren bir insan değilsin, uydurma. Ondan hoşlandın,” diyerek kendisine karşılık veren kardeşini payladı Andrew.   “Andrea! Haddini bil! Ne dediğinin farkında mısın?” Andrea suratını buruşturup cevap verdi. “Ben ne dediğimin farkındayım, asıl sen tepende dolaşan kehanetin farkında mısın? Bu kızdan hoşlanman gerekmiyor, direkt aşık olman lazım zaten! O yaşlı bunak peşimizden geliyor, şimdiye dek yumurtladıklarından başka şeyler anlatacakmış. Aranızda bir çekim olmalıymış, onu nikahtan sonra öpmüşsün, tüm bunlar kehanet yüzündenmiş falan falan…” “Tanrı aşkına bunları hangi ara anlattı?” diye dehşet içinde kardeşinin yüzüne bakan Andrew sinirle arkalarından gelen arabaya baktı. O arabada da yaşlı kadın ile adam vardı, yanlarında da Kral McNight. Arabanın içini görmek istercesine bakmasına rağmen tek görebildiği koyu kırmızı kadife araba perdeleri oldu. “Babamla Mavi Klanının Kralı kapıda konuşurlarken o da yanlarına geldi. Orada anlattı bunları. Sizin adınıza tehlike yokmuş ancak çevremizde düşmanlar varmış, onlara dikkat etmeliymişiz.” Kafasını sallayarak kıza döndü. Karşısındaki koltukta uzanıyordu. Bayılacağını tahmin etmemişti ama böyle bir şey olacağını bilseydi bile bunu yapardı. Karşısında öyle soğuk soğuk oturmasındansa böyle masumca uyumasını tercih ederdi. Onu bu şekilde daha rahat inceleyebiliyordu hem. Küçücük koltukta kıvrılan vücudunun tüm ayrıntılarını daha net görebiliyordu ve o an fark etti ki bunu Andrea da görebilirdi. Göz ucuyla ona baktığında kardeşinin dışarıyı seyrettiğini gördü ve rahatladı. Fakat kızın üstünün açık kalmasından rahatsız olup ortada duran yük sandığını açıp en üstteki örtüyü kızın üstüne örttü. Kahverengi kaşları memnuniyetle havalandı. Saçları şelale gibi etrafına dağılmıştı. Buklelerinin bazıları koltuktan sarkıyor, araba hareket ettikçe sallanıyordu. Dolgun dudaklarında ufak bir tebessüm vardı ve dudakları onu gördüğü ilk andaki gibi kıpkırmızıydı. Onu öptüğü andan beri de emindi ki sıcaktı. Hızlıca küçük burnuna ve pembeleşmiş yanaklarına baktı. Biraz daha dudaklarında oyalanırsa araba alev alacaktı. Küçük çenesi üzerindeki örtünün altında kaybolmuştu. Bir elini çıkarıp bebekler gibi başının yanına koydu. Küçük elinden bile etkileniyordu resmen. Tekrardan gözleri dudaklarına inecekken mavilerle buluştu gözleri. Uyanmıştı ve şaşkındı. Ona bakarken ne düşüneceğini tahmin edemiyordu belli ki. Uyku mahmurluğu ile birkaç dakika gözlerini kırpıştırdı ve onu denizinden mahrum bırakarak tekrardan uykuya daldı genç kız.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD