BÖLÜM 1
Temmuz güneşi, tüm ihtişamıyla gökyüzünde yükselirken, toprağa acımasızca sıcaklık saçıyordu. Tarla, sıcağın altında titrek bir görüntüye bürünmüş, sanki alevlerin arasına hapsolmuş gibiydi. Hüseyin Amca, bu sahnede yalnız bir savaşçı gibi duruyordu. Çapasına dayanmış, çatlamış elleri ve nasır tutmuş avuçlarıyla tarlanın zorluğuna meydan okuyordu. Üzerindeki eski, kareli kırmızı gömlek, yılların yükünü sırtlamış gibiydi. Kol manşetleri yırtılmış, düğmeleri eksilmiş; yine de sabun kokusu onun temizliğe verdiği önemi fısıldıyordu. Gömlek, tıpkı Hüseyin Amca gibi yıpranmış ama dimdik ayaktaydı.
Hüseyin Amca, derin bir iç çekerek gözlerini tarlanın ufkuna çevirdi. Başka bir yerden başlayıp bitirecek kadar zamanı olmadığını biliyordu. Tarla, ona hem bereketin vaadini hem de mücadeleye daveti sunuyordu. Sabahın erken saatlerinde traktör kasasına doldurduğu işçilerin, şimdi bir ağacın gölgesinde serinlediklerini gördü. İşçiler, ellerindeki çapaları bir kenara bırakmış, gevrek bir keyifle kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Genç bedenleri sıcağın ağırlığı altında gevşemiş, sanki çalışmaktan uzak bir rüyanın içinde yaşıyorlardı.
Hüseyin Amca’nın zihni, o an bin bir düşünceyle doldu. Karısının hastalığı yüreğini sıkıştırıyordu. Çocukları, şehirlerde yaşam mücadelesi verirken her biri kendi yükünü taşıyordu. Yaz sonu, bu tarlanın bereketiyle evini geçindirecek ve evlatlarına destek olacaktı. Ancak tarlanın bu hâliyle işlenmesi imkânsız gibiydi. Hüseyin Amca, dudaklarından sessizce bir fısıltı çıkardı: “Allah kerimdir. Rızkımı buradan alacaksam çölde ot bitirir, yok alamayacaksam yemyeşil tarla kurur.”
Hüseyin Amca, tereddütle işçilere seslenmeye çalıştı. Ama sonunda çatlamış dudaklarından kelimeler döküldü: “Yahu gençler! Allah’ınıza kurban olayım, biraz elimizi çabuk tutsak olur mu? Bugün bitiremezsek burada işçi bulacak param yok, kendim çalışacak takatim yok!” dedi. Sözlerindeki umut ve çaresizlik bir aradaydı; ancak bu sözler işçilerin duruşlarını pek değiştirmedi.
Tam o anda sıranın başında Enver’in sesi yükseldi. Uzun boyuyla çapasına yaslanmış, gevrek bir gülümsemeyle Hüseyin Amca’ya laf yetiştirdi: “Hüseyin Amca! Seni uzaktan duyan da yattık zanneder. Çalışıyoruz işte! Ne yapalım, çapanın ağzına canımızı mı takalım?” dedi. Bu sözler, Hüseyin Amca’nın zayıf umut ışığını anında söndürmüştü. Enver’in şakacı tavrı, işçilerin arasındaki rehaveti daha da körüklüyordu. Otuz yaşına gelmiş bu adam, aklını dalaverede, dilini ise her daim şakada çalıştırıyordu. Hüseyin Amca, sessizce başını sağa sola salladı: “Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olurmuş,” diye mırıldandı. Kendine bir destek aramıştı ama bulamamıştı.
Tam o anda, sessizliğin o bunaltıcı yükünü kıran güçlü bir ses yankılandı. Azelya, dudaklarını hafifçe bükerken yüzünde beliren kararlı ifade ile dikkatleri üzerine çekti. Her zamanki gibi, ince kaşları hafifçe çatılmış, gözleri birer ok gibi işçilerin üzerinde geziniyordu. Çenesini hafif yukarı kaldırıp derin bir nefes aldı; sesi, sıcak havayı yarıp geçen bir fırtına gibiydi:
“Gülmeniz bittiyse size de derim. Kaç saattir buradayız, maşallah gövdemiz kadar iş göremedik. Haydin, ne durursunuz? Yüklenin!” dedi. Konuşurken alnındaki birkaç damla ter elmacık kemiklerinden aşağı süzülüyordu; ancak o, bu rahatsızlığa aldırış etmeden konuşmasına devam etti. Sesi, bir emreden ziyade, uyuyan bir orduyu ayağa kaldıran komutan gibiydi.
Azelya’nın güçlü sesi, işçiler üzerinde derin bir etki bırakmıştı. Omuzlarından aşağı kayan çapalar, yeniden sıkıca kavrandı. Oysa o sırada Aze kızın gözleri hâlâ sert bir parıltıyla genç işçiler arasında dolaşıyordu. İnce parmaklarıyla başörtüsünün kenarını düzeltirken, alaycı bir gülümseme yüzünde belirdi. Başını hafifçe eğerek, en yakınındaki işçiye doğru bir adım attı. Sözlerine şimdi biraz daha alaycı bir ton eklemişti:
“Yorulmuşsunuzdur tabii. Bir gülüş, bir kahkaha... Tarlayı kendi kendine işler sandınız herhalde!” dedi. Bu sözler, çevresindeki işçilerin hafifçe kımıldanmasına neden oldu. Hatta bazıları, çapalarını daha sıkı tutarak başlarını öne eğdi; utanç, her birinin yüzünde hafif bir gölge gibi gezindi.
Azelya’nın hareketleri sessiz bir dans gibiydi. Konuşurken ellerini hafifçe açıp işaret parmağını havada salladı. Bu tavrı, genç işçiler üzerinde garip bir ciddiyet etkisi yaratmıştı. Enver bile, Azelya’nın bu kararlı duruşu karşısında gülümsemesini yutmuş ve çapasıyla yerde küçük delikler açmaya başlamıştı. Oysa içten içe kendisiyle savaş veriyordu; Azelya’ya duyduğu hayranlık, her sözüyle daha da artmıştı.
Azelya biraz duraksadı. Gözleri, sıcak havanın titrettiği tarlanın uzak köşelerinde dolanırken, dudakları hafifçe oynadı. “Vakit kaybetmenin ne anlamı var?” dedi, bu kez daha yumuşak ama hâlâ kararlı bir tonla. Yavaşça ellerini beline koydu ve ayakta dimdik durarak işçilerin gözlerine baktı. Bunu yaparken bir an gözlerinde bir yorgunluk belirdi; ancak o, hiçbir şekilde bunu hissettirmemeye kararlıydı. Derin bir nefes alıp sırtını dikleştirdi, bir elini alnına götürüp terini sildi.
Hüseyin Amca, o anı gözleriyle yavaşça takip ediyordu. Gözlerinin kenarına yerleşmiş yılların çizgileri, hafifçe gölgelendi. Tarlada yankılanan Azelya’nın tok sesi, sanki yıllardır duyduğu en gerçek ve en umut dolu çağrılardan biriydi. Azelya’nın duruşu, onun yaşından beklenmeyecek bir olgunluk ve azimle doluydu. Omuzları dik, gözleri kararlıydı; işçilerin üzerindeki etkisi, bir liderin otoritesi gibi ağır ama sevgi doluydu.
Genç kız, başını hafif yana eğip ellerini beline dayadı. Dudaklarında beliren hafif bir bükülme, onun sabrını ve alaycı bir çıkışını aynı anda yansıtıyordu. “Hadi bakalım!” dedi, kaşlarını çatarak. Bakışları işçileri tek tek taradı; her birine meydan okuyan bir bakış atıyordu. Bu tavrı, genç işçilerin utançla gözlerini yere indirmesine neden oldu. Yanında duran Enver bile, bu kararlı bakış karşısında omuzlarını düzeltip çapasıyla toprağa sert bir vuruş yaptı.
“Kaç gündür sıcaklardan mı, yoksa rehavetten mi sürünüyorsunuz belli değil. Tarlanın kendiliğinden işleneceğini mi sandınız?” dedi Azelya, sesine biraz daha sert bir ton ekleyerek. Ardından çapayı kavradı ve yere doğru vurdu. O vuruş, yalnızca toprağa değil, işçilerin rehavetine de bir darbe gibiydi. Azelya’nın sözleri artık yalnızca bir uyarı değil, aynı zamanda bir emir gibiydi.
İnce alnındaki birkaç damla teri, başörtüsünün kenarını kaldırarak sildi. Elleri, tarlanın üzerindeki hareketini kontrol eden bir lider gibi işaretler yapıyordu. Azelya, yavaşça bir iki adım attı. “Bugün burada iş bitmeyecekse, bu sizin değil, bizim ayıbımız olacak. Ama ben buna izin vermem!” dedi ve çapayı sertçe yere vurup geri çekildi.
Hüseyin Amca, bu anı içi titreyerek izliyordu. Kendisine yüklenmiş bir yardım eli gibi, Azelya’nın varlığına minnetle doldu. Azelya’nın dudaklarının kenarındaki ciddi çizgiler bir an yerini tatlı bir tebessüme bırakmıştı. İşçilerin teker teker çalışmaya koyulduğunu görmek, onu da cesaretlendirdi. Hüseyin Amca’nın gözlerinde, bir baba gibi şefkat ve bir işveren gibi takdir vardı. "Allah senden razı olsun, güzel kız," diye mırıldandı.
Dakikalar ilerledikçe, Azelya’nın tarlaya kattığı enerji işçilerin hareketlerini hızlandırmıştı. Çapalar daha güçlü toprağa iniyor, etrafta bir uyum ve mücadele ruhu seziliyordu. Azelya, arada sırada durup işçilere tek tek bakıyor, kimsenin yavaşlamasına müsaade etmiyordu. “Haydi gençler, gün batmadan bitirelim bu işi!” dediği anlarda, tarlada yalnızca çapaların toprağı dövüş sesleri yankılanıyordu.
Bir ara Azelya, tarlanın ucuna doğru yürüyüp kalan işin büyüklüğünü gözleriyle ölçtü. Ardından derin bir nefes aldı, başını yukarı kaldırıp güneşe baktı. Güneş, tepedeki yoğunluğu ile terini yanaklarından aşağı süzüyordu. Ama Azelya, hiç duraksamadan çalışmaya devam etti. Çapasıyla yere bir kez daha vururken başını Hüseyin Amca’ya doğru çevirip ona gülümsedi. Bu gülümseme, sadece bir umut ışığı değil, aynı zamanda “Birlikte başaracağız” diyen bir sözsüz mesajdı.
Azelya yalnızca sözleriyle değil, hareketleri ve varlığıyla da köyün ruhunu diri tutuyordu. Dudaklarındaki ince tebessüm bile, orada bulunan herkese moral veriyordu. Güzelliği, zekâsıyla birleşiyor; enerjisi ise herkese örnek oluyordu. O, yalnızca tarlanın değil, tüm köyün neşesi, şen bülbülüydü. Ama o parlak hikâyenin bir gün kaderin sert rüzgârında savrulacağı, ne Azelya’nın ne de tarladaki diğer insanların aklına geliyordu.