Kişi yorulduğunu nasıl anlar ki? Bedenin iki dizinin üzerine çökünce mi anlıyorsun yorulduğunu? Kilolu ve zayıf olanlara göre yorgunluğun değişiyor mu acaba? Eğer öyleyse babaannemin tabiriyle benim çırpı bacaklarımın çoktan ikiye katlanması gerekip, yüzümün üstüne sürtülmem lazım. Yorgunluktan öldüğüm halde bana mısın bile diyemiyorum.
Sabahın altısından beri ayaktayım. Oradan şuraya, şuradan öte tarafa koşturup duruyor, kızım senin de canın can, patlıcan değil diyemiyorum. Kendime diyorum ha! Başkasına değil.
Bence bu yorulma işi bedenen değil de beyinden alakalı olabilir. Ben de bittim, bende tükendim demeden bedenim çöküşe geçmiyor. “Ha gayret!” diyorum kendime. “Kızım bu işleri sen yapmazsan kim yapacak?” diye bir de azarı çektim mi dipçik gibi oluyorum vallahi. Tabi bir de işin içine mecburiyet girdi mi direnebildiğim kadar direniyorum. Dışarıdan çırpı gibi görünen bacaklarıma bir kuvvet geliyor sanırsın, yarım asırlık meşe ağacının dalı gibi kalınlaşıyor. Yine neye mi söyleniyorum?
Sabahın altısıydı ayağa kalktığım. Allah biliyor ya şu saat olmuş, kıçımı dinlendirmek için beş dakika yere koymamışım. Benim yaşımdakiler yataktan uyanınca şöyle kollarını geri açıp bir güzel esnerler. O esnemeleri anaları kahvaltıya çağırana kadar devam eder. Ama ben? Gözümü açtığım an sanki biri bir yerime iğne sokmuş gibi fırlıyorum yataktan. Çişimi yapıp elimi yüzümü yıkayıp üstümü değiştirmeye vaktimin olması bile lüks sayılır.
Bunları koştur koştur yaparken bir bakmışım ki ahırın içinde esniyordum. İki sığırın arasında, bir elimde süt kovası diğer elimi esnerken ağzıma kapatırken de neneme söyleniyorum. Canı sağ olasıca canım nenem! Benim ömrümü yediğinin farkında değil.
Allah başımızdan eksik etmesin ama inadın önde gideni. Ahırın içinde aynı kendi gibi milattan kalma iki ineği var. İneklerin kendine hayrı olmadığı gibi bize de hayrı yok. Evdekilerin bakımı yetmezmiş gibi bir de bunlarla uğraşıyorum. Yedikleri dünya kadar, ikisinden çıkan süt ancak üç kilogram. Neneme diyorum ki inekleri satsak evin masrafı yarı yarıya düşer.
Tövbe billah sattırmıyor. Ne sattırıyor ne kestiriyor. Hem kendine hem de bize eziyet edip duruyor. Yaşlılıklarını da geçtim. Otuydu yemiydi samanıydı, baytarıydı. Masrafları zaten verdiklerinin bin misli. Tabi ninem bunları görüyor mu görmüyor. Neymiş efendim Sarı Kızı ile Ala Kızı, evin günlük sütünü karşılıyormuş. Canını sevdiğim diyorum.
“Senin için Hatça Teyzeden günlük iki kilo süt alırız akşama kadar lıkır lıkır iç dur,” diyorum.
“Köy yerinde sütün komşudan alındığı nereden görülmüş” diye bir başlıyor susturmanın imkânı yok. Ya yeminle derdim onu üzmek değil. Hayır evin içinde olsam tamam diyeceğim. Ben olmayınca yaşına başına bakmadan ahıra girip bunlarla ilgilenince zoruma gidiyor. Geçen Ala kızım dediği ayağına basmış, bir aydır yarası geçmedi. Delirdim onu görünce. Bir de bana demiyor. Bu deli kızlarımı dağa sürer diye.
Onlar ahıra girmesin diye bu kez ben günlük yapmak zorunda kaldığım işlerin mislisine katlanmak zorunda kalıyorum. Sabahın köründe kalkıyorum. Gözüm açılmadan ahıra koşturup onların bakımıyla ilgileniyorum. Oradan çıkınca evin içinde yetim kardeşlerim ve nenem ve dedemin düzenini sağlıyorum. Biter mi bitmez. Eve üç kuruş fazla gelsin diye tarlalar da ırgatlık yapmaya gidiyorum. Tamam şükür elim ayağım tutuyor, sağlığım da yerinde. Ama işte benimki de can.
Sadece sabah yem vermekle kalmıyor ki. Öğlen dedin mi yine başlarında olmam şart. Eh ben tarladayken de al başına balayı. Elin işine gidiyorum yahu! Herkesin gönlü olmuyor ki eve gelip ineklere bakmama. Bazen aksi birinin işine gidince ağzımı açıp söyleyemiyorum bile. Ben gelemeyince benim inat nenem ne yapıyor? İki koca sığırı ahırdan çıkarıp otlatmaya kalkışıyordu.
“Yahu diyorum bari önlerine saman atsaydın nasıl baş geleceksin de gütmeye kalkışıyorsun” diye kızıyorum.
“Boş samanı geve geve ölecekler” diye bir de benim baktığımı beğenmiyor. Vallahi bazen ALLAH affetsin “keşke ölsünler de sende kurtul bende” dediğim olmuyor değil. Öldükleri zaman ninemin üzüleceğini, o üzülünce de yine kendimin kahrolacağını bile bile bunu çok söylediğim anlar oluyor.
Velhasıl yine bunlardan birini yaşayacağımı düşünerek eve doğru giderken, ayaklarımın altı sızlıyor, canımın sıkkınlığı, başıma ağrı yapıyordu. Öyle yorulmuştum ki gönül ister, eve girer girmez bir banyo yapıp kendimi yatağa bırakmak. Ama gönlün istediği buydu. Yaşamın değil.
Bugünde aksi gibi acayip yoruldum. Normal günlere nazaran daha fazla çalıştım.
Hüseyin amcanın işine gitmiştik bugün. Zaten orada da canım sıkılmıştı. Yazık adamı hiç hesaba almadılar. Zengin Musa'nın işinde at gibi koşanlar sıra Hüseyin amcanın işine gelince, adeta tosbağa kesilmişti.
Niye? Çünkü Musa haklarını hemen ellerine veriyordu. Hüseyin amca ise kapı kapı dolaşmış, bin bir ricayla ırgat toplamış, emeklerini de utana sıkıla hasat zamanı vereceğini söylemişti. Tek geçim kaynağı o tarlaydı. Herkes kabul etti etmesine de niye ağırdan alıyorsunuz değil mi?
Köyün içinde genellikle ırgatlık yapan en az on kişi vardık. Başka köylere değil sadece kendi köyümüzün içinde günlük parasıyla çalışan işçilerdik. İçimizde yabancı yoktu yani. Cep harçlığı niyetine giren gençler ve yeni evli iki çiftimiz vardı. Bir de ben. Genç desem değilim. Yaşlı desem hiç değilim. Evli miyim? Aklımın ucunda bile yok.
İşte bu gurupla birlikte bugün Hüseyin amcanın işinde yan yanaydık. Adam ricasını kırmadığımız halde yavaş hareket etmeleri canımı sıkmıştı. Başta Enver zirzopu. Benden üç beş yaş ancak büyüktü ama aklı bizim Abdullah kadardı. Kendi oyalandığı yetmezmiş gibi bir de milleti oyalıyordu. O öküz boynuzuna daha fazla dayanamayarak saat ikindine yaklaşınca azarı çektim.
Sağ olsunlar içlerinde en küçük ben olmama rağmen beni kırmazlardı. Şakalarımı kaldırırlar bazen de ne desem kabul ederlerdi. Kendilerinden büyük sanırlardı. Allah için sevildiğimi de biliyordum. Bir de övünmek gibi olmasın ama görüntüme ve yaşıma tezat işçiliğim ve el çabukluğum da herkes tarafından beğenilirdi. Zaten bizim buralarda çevik ve pratik insanı herkes severdi. Eh bende Hüseyin amcanın o çaresiz halini görünce, elimden gelenin fazlasını yaptım. Tabi dilimden gelenin de. Bunlara dilimle bir yüklendim, herkese yaptığımız gibi akşam olmadan saat tam altı da işimiz bitti. Yarım saat fazla çalıştık ama tarlayı da bitirdik. Ama bende bittim. Değdi mi derseniz? Değmez mi? Saçı başı ağarmış, beli bükülmüş koskoca adam tarlasının bittiğini görünce çocuk gibi sevindi.
Herkese minnetini sundu ama benim karşıma gelince yorgun omuzlarımdan tutup dua etmesi, bir demet paranın boyunu aşardı.
“Ah Aze kızım. Gönlü güzel yetim kızım. Rabbim sana öyle yazgılar yazsın ki ömrün şu güzel yüzün gibi apaydın olsun” dedi. Koskoca adam karşıma geçmiş böyle söyleyince utanıverdim. Başımı eğip içimden âmin çektim amma yaşlı başlı adamın karşısında belli etmemeye de gayret ettim.
***
İşte onun tarlasından dönüyor, işçileri taşıyan traktörden indiğim gibi çapamı omzuma atmış, yokuş yukarı evimize doğru tırmanıyordum. Yorgunluktan çölde susuz kalmış kertişler gibi dilim ağzımdan dışarı çıkmış, soluk soluğaydım. Tabi birde üç kg süt için ahırda geçireceğim en az bir saati düşününce bir de buna beynimin yorgunluğu eklendi.
Ayağımda dedemin ilçe pazarından aldığı rengi solmuş bez ayakkabılarımla, kulağımda o ayakkabıların toprak yolda çıkardığı sesle eve doğru yaklaştım. Şöyle bir soluklanıp eve baktım ki ne göreyim? Bizim inat kadın yine dayanamamış, inekleri bahçeye çıkarmıştı. Üstelik elinde çubukla onların kaçmaması için peşlerinde koşuşturuyordu.
Allah korusun bir gün Ala kızım ile sarı kızım dediğinin altında kalacak ondan sonra alı moru görecekti. Kafamın tası atmış, canıma tak etmiş vaziyette adımlarımı hızlandırdığımda halimi gören, senin yorgunluktan sızlanmak neyine derdi.
Omzumdaki çapayla koştum koştum. Kestirmeden çıkayım diyerek komşularımızla ortak kullandığımız dar yola saptım. Köşeyi döndüm ki önümde kocaman bir kamyon. Köyün içinde bu da nesiydi. Hasat zamanı böylesi kamyonlar meydanda toplanır, sebze ve meyveleri aldığı gibi şehirlere götürürdü.
Kamyonun durduğu yer, bizim komşu olan Almancıların evinin dibindeydi. Yıllardır bu eve gelip giden yoktu. Ben pek bilmezdim. Dedemler iyi tanırdı ama. Bazen konu bahis olduğunda adları geçerdi. Zamanında Almanya’ya gidip belini doğrultup izne geldiklerinde, babamı da götürmek istemişler fakat dedem hasretine dayanamam diye izin vermediğini anlatırdı. Babam erken yaşta vefat edince de keşke onlarla gitseydi de bu acıyı yutmasaydım derdi. Tam olarak akrabalık bağı var mı bilmiyorum ama dedemlerle samimi olduğunu biliyordum.
Hatta ara sıra telefonda da konuşurlar, görmediğim gördüysem de unuttuğum ama adını sıkça duyduğum adamın evinin bakımını da dedem yapardı. Şimdilerde fazlasıyla yaşlandığı için pek ilgilenemese de göz kulak olması bile yeterdi. Kamyon burada olduğuna göre dönmüş olmalıydılar. İyi hoş ama koca yolu da tıkamışlardı. Ya kenarından kıyısından geçip sesleri gelen adamların önüne çıkacaktım. Ya da geri dönüp yolu uzatacaktım. Şu halimle geri dönmeyi bırak önümde ateş çıksa üstünden atlayacak durumdaydım.
Omzumdaki çapayı indirip, kamyon ve duvarın arasına girdim. Koca kamyonu şu daracık yola yerleştirebilmek gerçekten meziyetti. Eğer babaannemin söylediği gibi etsiz kemik olmasam ALLAH korusun sıçan gibi sıkışır kalırdım da kimsenin ruhu duymazdı.
Kolumun biri duvara sürtüyor diğer elimde körün bastonunu önüne uzatmış gibi çapayı tutarak aradan çıkmayı başarabildiğimde oh dedim. Başımı kaldırıp bir baktım ki karşımda en az yedi kişi de bana bakıyor. “Bu kız nereden çıktı” der gibi. Ellerinde koli olan adamlar halimi görünce kendi aralarında gülüştüler.
Kim bilir nasıl haldeysem artık. Utanarak kıyım kıyım bir iki adım attım ki bu kez önümde tekerlekli sandalyede oturan ağzında maskesi olan teyzeyle karşılaştım. Kadın kim, nesi var acaba derken suratlarına aval aval bakarken onlarda bana bakıyordu.
“Kolay gelsin” demeyi akıl edebildim. Kadınla göz göze geldik. Maskesinin altında gülümsedi. Başımla kısa bir selam verip daha fazla rezil olmamak için yanlarından geçerken bu kez kadının sandalyesini tutan amca seslendi.
“Kızım bir bakar mısın? Bir şey soracağım” dedi. Adamın sesi nasıl da güzeldi. Şehirde yaşadıkları nasıl da belli oluyordu. Bizimkilerden biri olsa “kız Aze! Bi bak!” derdi. Canım bende şu köyde doğmuş, büyümüş olsam da az çok nasıl konuşacağımızı bilirdik herhalde. O kadar da kaba değildik. Görmemiş olsak da televizyondan biliyorduk dünyayı.
“Buyur Bey Amca. Bana mı seslendin?” dedim. “He emmi ne dersin” demedim. Ben öyle söyleyince de karısıyla göz göze gelip gülümsediler. Çok mu yapmacık olmuştum bilemedim ki. Özümü hiç mi bozmasaydım. Kibar konuşacağım diye ağzımı yüzümü çok mu eğmiştim acep.
“Kızım ben Kenan amcayı soracaktım. Tanır mısın onu?” dedi.
“He tanırım ne oldu ki?” dedim. Benim kibarlık buraya kadardı işte.
“Yakından tanır mısın?” dedi. Yahu emmi bir avuç içi kadar köyde kim kime ne kadar uzak olacak demeyi düşündüm. Demedim.
“Dedem olur kendisi” dedim. Bu kez gülmediler. Sanki kardeşim olur demişim gibi tekrar birbirine bakıp şaşırdıklarını belli ettiler.
“Sen Tahsin ile Aygül'ün kızı mısın yoksa?” diye ikisi de aynı anda sordu. Bende onların vermiş olduğu tepkiye şaşırdım. Neye bu kadar şaşırmışlardı?
“He onların büyük kızı Azelya’ yım ben” dedim. Onlarla karşılıklı bunun sohbetini ederken, dedemi niye sordunuz demeye kalmadan yanımıza elinde koli, altında kısa don giymiş, koliden yüzü gözükmeyen biri durdu. Beni fark etmiyor kolinin sağından başını uzatmış, babasıyla konuşmaya çalışıyordu.
“Baba niye bekliyorsun sıcağın ortasında. Annemi de al çıkın yukarı. Ben halledeceğim dedim ya?” diye bir şeyler söylüyordu.
“Oğlum bende anahtarı almaya gidiyordum ki kızımızla karşılaştım” dedi. Daha da gerisini duyamadım. Adam o boyu kadar koliyle bana dönecekti ki dengesini koruyamadı. Baktım üstüme devrilecek salaklık yapıp sanki düşman geliyormuşçasına çapayı kaldırdım. Kısa donlu koca öküz koliyle birlikte üstüme yıkıldı. Sadece yıkılsaydı ya. Onun yüzünden elimdeki çapayla kendi kafamı yardım. En son gördüğüm toprağa yapışmış yüzüm ve alnımdan fışkıran kandı. Bir de kadının sesini duymuştum. Ben üstüme kamyon devrildi sanırken meğer kamyonun adı Ali Mert’miş.
“Eyvah eyvah! Ali Mert ezdin kızı ezdin çocuğum”