BÖLÜM 3

1372 Words
Rabbim, sakarlığı her kuluna eşit mi dağıtırsın? Eğer öyleyse, kurban olduğum yaradanım, bana biraz fazlaca mı uğramış bu yük? Herkesin nasibi aynıysa, bendeki tam ellilik gübre torbası sanki. İçimden böyle şeyler düşünerek sana karşı günaha mı giriyorum, Rabbim? Sana hesap sorarmış gibi hissediyorum bazen... Ama sen bizi yaratan, yazgımızı şekillendiren, bizim en iyi halimizi bilensin. Sakarlığım bazen dayanılmaz oluyor. Dedem hep der: "Allah kalplerimizde olanı görür, bilir." Sen de biliyorsun zaten... Ama her defasında yine bir sakarlık yapıyorum, ya Allah'ım! Az önce olan şeyde olduğu gibi, üzerine düşüp alnına beş dikiş atılan kulun o iri yarattıklarından biri olması kader mi, kaza mı? Aklım almıyor bazen, Rabbim. Belki de biraz daha akıl yükleseydin bana, böyle olmazdı. Tövbe Rabbim, haddimi aşmayayım... Ama bu sakarlık, beni bazen içten içe eritiyor. *** Acaba," dedi yanımda oturan adam, "bir de şu diline mi baktırsa mıydık? Korkudan yutmuş olma ihtimalin var mı?" Başımdan aşağı kan fışkırınca beni tuttuğu gibi sağlık ocağına getiren, Almancıların oğluydu. Rabbime içimden dert yanarken, onun bu ani çıkışıyla hem sıçradım hem de refleksle dilimi uzattım yüzüne karşı. Evet, bildiğiniz dilimi. Anlık bir şeydi, kontrolüm dışında. "Ne yapıyorsun?" diye gözlerini kocaman açtı. Ben de dilimi hemen içime çektim. Sanki ne yaptığımı ben biliyormuşum gibi. "Dilimi yutmadığımı gösteriyorum," dedim, ama o an bile ne dediğimi tam anlamış değildim. "Akşam akşam çoluk çocukla uğraşıyorum, işe bak," diyerek ayağa kalktı. Ama kalkışı bir kalkış! Önümde kısacık bir donla zaballah gibi dikilince beni bir gülme tuttu. Pazar yerinde don kalmamış da çocuk pantolonlarından idare etmiş gibi duruyordu. Hiç yakışmış mı Allah aşkına? "Kızım, iyi misin sen? Şimdi niye durup dururken gülüyorsun?" dedi. Haklıydı. Ama ben, sanki yıllardır gülmemişim de bu donu bahane etmişim gibi birden patladım. Gözümden yaşlar akıyor, kendimi durduramıyordum. Adamın haklı olduğunu kabul ediyorum. Sanki yıllardır hiç gülmemişim de adamın absürt kıyafetini fırsat bilip içimdeki tüm kahkahaları salıvermişim gibi gözümden yaşlar boşalıyordu. Durumu toparlamam gerekiyordu ama nasıl. "Yok ağabey, iyiyim ben. Aklıma bir şey geldiydi de ondan güldüm," dedim. Çok da inandırıcı olmadı tabii. Şehirli adam sonuçta, bizim gibi değil; onların aklı hep başka türlü işler gibi geliyor. Adam bir anlık sessizlikle bakışlarını üzerime dikti, ardından keskin bir tonla konuştu: "Kafanda beş dikiş var. Üzerindeki kıyafetler kanla kaplanmış, renkleri seçilmiyor. Saat olmuş neredeyse gece yarısı ve sen aklına gelen şeye hunharca gülüyorsun. Çocuk dedikçe çocuk," dedi. O kadar uzun bir cümleyi nasıl oldu da dili dolanmadan kurdu, hayret ettim. Suratına aptalca bir ifadeyle bakakaldım. Zaten son cümle hariç pek bir şey anlamadım. Anlasam ne olacaktı ki; köyde herkesi dilimle döven ben, burada dili tutulmuş halde oturup kaldım. Sonunda, boğazımdan zar zor bir cümle çıktı: "Çocuk değilim ben. On yedi yaşında koskoca biriyim." Dedim ama hayatımda ilk kez konuşurken sesim titredi. Adam alaycı bir gülümsemeyle, "Aman ne büyüksün, ne büyük," diyerek ellerini cebine attı ve kapı ağzına doğru yürüdü. Cümlesinin sonundaki vurgu, zaten azıcık toparladığım gururumu yerle bir etti. Bir fiske gibi kelimeler, ardında yankı bıraktı. Sesimi çıkarmadım. Daha fazla rezil olmamak adına sustum. Nemelazım, bir de gidip dedeme falan anlatırsa. "Torunun, suratıma dil uzattı, sonra da oturup kahkahalarla güldü," dese, ne yapardım. *** Elimi göğsüme bağladım, hastane sedyesinde tavana bakıyordum. İçimde garip bir huzursuzluk vardı. İlçedeki devlet hastanesi, köydeki sağlık ocağına hiç benzemiyordu; koridorları uzun, insanlar yabancı, her şey daha düzenli ve ciddi. Ama burada, beklenmedik bir şekilde tanıdık bir yüzle karşılaşmıştım. Orhan ağabey… köyümüze gelen aile hekimi. Haftada bir, traktör sesleriyle yankılanan yollarımızda beliren; bizi bizden iyi tanıyan adam. Köyde hastalara olan sabrıyla adından söz ettiren o güler yüzlü doktor. "Nasıl oldun, Aze kız?" dedi kapıdan girerek. Gözümün içine tuttuğu ışıkla muayenesine başladı. Bileğimi kontrol ederken saatine baktı ve ardından yine o sıcak, güven veren gülümsemesiyle bana göz kırptı. "İyiyim be Orhan ağabey. Eve gidince nenem beş dikiş daha attıracak yer açmazsa toparlarım birkaç güne," dedim. Birlikte yıllardır süren bu samimiyetle konuşmak, içimi biraz olsun rahatlatmıştı. Tam o sırada, sandalyede oturup telefonuyla ilgilenen kısa donlu misafirimiz yerinden kalktı ve yanımıza geldi. Koskoca doktorla "ağabeyli" konuşmamdan etkilendiğini yüzündeki şaşkınlıkla belli ediyordu. Bana burun kıvıran o alaycı hâlleri bir anda yok olmuştu. Onun bu hâlini görünce azıcık kendime geldim. "Allah’tan şu güzel gözlerine gelmemiş. Nasıl becerdin be kızım?" dedi Orhan ağabey. Onun bu içten sorusuna cevabımı hazırlarken, Almancı oğlan kara gözleriyle beni süzmeye başlamıştı. Doktor "güzel" dedi diye şimdi neresi güzel diye mi inceliyordu, bilemiyordum. Ama bırak incelesin. Ben zaten biliyorum güzel olduğumu. Köyde herkes "ahu gözlü" diye sever beni, yalan mı? Orhan ağabey, "Sizi burada ilk defa görüyorum. Misafir misiniz yoksa Aze’nin akrabası falan mı?" dedi, elini uzatarak. Kendini tanıtma nezaketini de ekledi: "Orhan Çalışkan." Almancı oğlan hemen cevabını verdi: "Uzun süreli bir misafir diyelim. Ali Mert Ünal." Yavaş ve tane tane konuşmasıyla koca Orhan ağabeyi bile bir an gölgede bırakmış gibiydi. Ama ne yapayım, hâlâ üstüme devrildiği ânı hatırlayıp içimden ona kızmak geliyordu. Kazayı açıklamak gerektiği için, dilimi çözüp başladım: "Yok be Orhan ağabey. Tesadüf falan değil. Kendisi köy yerinde önüne ardına nereye basacağını bilmediğinden geldi üstüme düştü. Düşünce de benim baş çapamın demirini buldu. O da ölmeyeyim diye kaptığı gibi getirdi. Mecburi hizmet anlayacağın." Almancı oğlan, Orhan ağabeyin anlayışına karşılık, alay dolu bir tonla konuştu. "Rica ederim, Orhan Bey. Eğer işiniz bittiyse ben küçüğü ailesine teslim edeyim. Zira kendi fındık dili patlıcan kızla uğraşamayacak kadar yorgunum," dedi. Ve güldü. O kahkahası, beni alt ettiğini düşündüğünü çok açık şekilde gösteriyordu. İçimde büyüyen öfkeyi belli etmemek için sustum. Ama işte, lafımı saklamıştım. Orhan ağabey hâlâ benim safça hikâyemi dinlerken, Almancı oğlan sabırsız bir hâlde gözlerini devirmeye başlamıştı. İçimde biriken gurur ve kızgınlıkla, tam da köy usulü bir karşı hamle yapmaya karar verdim. Döndüm Orhan ağabeye, sesimi biraz daha yükselterek konuştum. "He Orhan ağabey. Gidelim biz. Hem baksana bizim Almancı ağabey kısa donuyla emaneten gelmiş. Serin olur buraların havası, az esecek yer bulursa malum yerler üşür," dedim. Ama lafın asıl vurucu kısmını sona saklamıştım. "Hele bir de orasına eserse, iyice çarpılır, yazık." Cümlemin etkisi tam istediğim gibiydi. Almancı oğlanın yüzü önce bembeyaz oldu, ardından kıpkırmızı kesildi. Ağzını birkaç kez açıp kapadı ama tek kelime edemedi. O sessizlik, içime yayılan zaferin şarkısı gibiydi. Eh, laf dediğin böyle çarpıcı olmalı değil mi? Eh namıma Aze kız demişler. Elli kez ağzını yüzünü eğip şiir gibi konuş. Laf dediğin çarpmadıktan sonra işe yarar mı? *** Arabaya bindiğimiz anda sessizlik ummuştum ama nerede? Başımı camdan yana yaslamış, gözlerimi çukurlu köy yolunun belirsiz manzarasına dikmiştim. Tam o sırada Almancı oğlan, direksiyon başındaki kibirli duruşuyla konuşmaya başladı. Ama ne konuşma! Sanki dünya âlem ona nasihat vermesi için görev yüklemiş gibi, bir ders kitabı açtı da okumaya başladı. "Eğitim, özellikle böyle yerlerde şart. Ahlâk kuralları diye dersler olmalı," dedi ve hemen bir soluk aldı. Sonra daha da ileri gidip annesinin köy hayatını övmesine rağmen burada yetişen kız çocuklarının öğretmenlerle zihnen eğitilmesi gerektiğini vurguladı. Tabii bir yandan köylü milletin efendisi olduğumuzu da kabul etti ama işin özünde bizi, kabuklarının içinde yaşayan varlıklar olarak gördüğünü açıkça ifade etti. O ne kibir, o ne bilgiçlik! "Şehirde benim yaşımdaki kızlar ne yapıyor biliyor musun?" dedi gözlerini yoldan ayırmadan. "Kitap okuyorlar, müzikle ilgileniyorlar, spor yapıyorlar. Büyüklerine laf sokmuyorlar. Ama senin gibiler, köyde kendi doğrularından başkasını görmüyor. Bir ağabey olarak hanım kız olmayı öğrenmelisin." Hanım kız… Üzerine bir de giydiği kısa donu savundu: "Bu, yaz günlerinde şehirde erkek-kadın ayrım olmadan giyilen şort. Kısa don değil." Taş üstüne taş koydu, dağdan aldı, taşa çaldı. Ben sustum. Arabanın içinde bir iki büklüm olmuş hâlimle sessizliğimi korumaya çalıştım. Ne diyecektim ki? Gecenin bu vakti, beni kim eve götürecek korkusuyla içimden taş gibi ağır bir çaresizlik geçiyordu. Ama dediklerini içime sindiremiyordum. Onun anlattıkları değil, kendimi bu kadar aciz hissetmek içimi asıl kemiren şeydi. Benim de imkanlarım olsaydı, elbette kitaplarla, müzikle ilgilenirdim. Niye yapmayayım? Onun kendini nasihat hocası ilan etmesi beni çıldırttı. Sanki köy onun avucuna yerleşmiş, herkesi fikirleriyle kirletmek için varmış gibi konuşuyordu. Dilimi tutamadım ama içimde fırtınalar kopuyordu. Kimi gördü de, kimin aklını tartıp puan verdi bir saat içinde, bunu diyemedim. Sonra… O anı unutmam zor. Çamurlu ayakkabılarımı görüp arabaya bineceğim sırada yüzünü buruşturduğunu fark ettim. İşte o an, içimdeki öfke katlandı. Söylesene, nerede bunun beyefendiliği? Hiç adam dediğin, kendisine muhtaç küçük bir kıza sırf üstü kanlı, ayağı çamurlu diye burun kıvırır mı? Diyemedim. İçimde yutkunup sustum. Yuttum şimdilik. Ne diyebilirim ki? Biraz içimde hesaplaşayım, laf biriktireyim de öyle yüzleşeyim dedim. Kapıdan içeri girerken, arabadan eriyip aktığım hâlimle, içimde biriken öfkemle sesim boğazıma tıkandı kaldı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD