⚜️ 4

1106 Words
Karanlık odanın içinde, parmaklarının ucuyla sayfaların köşesine dokundu. Kurumuş mürekkebin hafif pürüzünü hissetti. Ardından başını hafifçe çevirerek, odanın köşesinde gölgelerin içinde sessizce bekleyen Naemara’ya baktı. Göz göze gelmelerine gerek yoktu. Bir bakış, bir düşünce yeterdi. Sessizce elini kaldırdı; zarif bir bileğin tek kıvrımıyla, gidebilirsin dedi. Dişi iblis, emir alınca bir gölgeye dönüştü. Bedeni önce bulanıklaştı, sonra sis gibi odaya yayıldı ve göz açıp kapayıncaya kadar yok oldu. Geride yalnızca yer yer tül gibi asılı kalan bir pus ve keskin kükürt kokusuna karışan lavanta notası kaldı. Lillian, yeniden yalnız kaldığında derin bir iç çekti. Geceler her zaman sıkıcı olurdu. Hele ki yalnızken, zaman neredeyse donardı. Oysa insanlar için gece, çoğu zaman korkunun, arzunun ve günahın zirve yaptığı saatlerdi. Ve Lillian için de bu saatler, hizmetindeki iblislerin avlanmasıyla anlam kazanırdı. O iblisler şimdi dört bir yana dağılmıştı — insanların zayıflıklarını sezmek, arzularını körüklemek ve karanlıkta onların içini kemirmek için. Lillian onlara özgürlük tanırdı, tek bir şartla: Kendilerini ifşa etmeyeceklerdi. Her biri, kendi günahından örülmüş bir maske takar, dikkat çekmeden işlerdi görevini. Bu onların hayatta kalma biçimiydi. Güçlü kalmaları için gerekli olandı. Yalnızlık yeniden boğazını sıkarken, Lillian yerinden ağır adımlarla kalktı. Kızıl saçlarının sıkı topuzunu gevşetti. Bakır tokalar, çıtırtılarla yere düştü. Kalın, yumuşak bukleler beline dek döküldü. Saçları, kandaki öfke gibi koyu ve canlıydı. Alevi andıran parıltıları, zayıf mum ışığında altın gibi parıldıyordu. Yavaş adımlarla kitaplığın yanındaki küçük içki dolabına yöneldi. Ceviz ağacından oyulmuş dolabın kapağını açtı. Raflara sıralanmış, çeşitli etiketlerle süslenmiş cam şişelere göz gezdirdi. Parlak kırmızı etiketli birini seçti; yıllanmış, kan gibi koyu bir şaraptı bu. Cam şişeyi eline alırken, diğer elini yavaşça aom renkli kadehe uzattı. Kadeh, elinin sıcaklığını çekerken soğuk bir huzur yaydı içini. Şarabı dökerken, koyu sıvı kadehin içinde kıvrılarak dans etti. Lillian birkaç saniye sadece bu harekete odaklandı. Sanki içindeki kaosu o kadehin kıvrımlarında boğmak istiyordu. Ardından kadehi dudaklarına götürdü. Yavaşça, uzun ve derin bir yudum aldı. Boğazından aşağı süzülen sıcaklık, içini yakmasa da bir ölümlüye aitmiş gibi hissettirdi bir anlığına. Alkol… insanlığın yaptığı en zevkli, en kandırıcı şeydi. Tıpkı aşk gibi. Lillian kadehi elinde tutarken, gözlerini kapatıp loş odanın içinde yankılanan sessizliğe kulak verdi. Gecenin koyuluğu, dışarıda bir yerlerde yaklaşmakta olan fırtınayı haber veriyor gibiydi. Ama o bundan korkmadı. Cehennemden daha kötüsünü göremeyeceğini biliyordu. Kadehi dudaklarında gezdirirken, gözleri odanın loşluğunda parlayan büyü çemberlerine takıldı. Her biri farklı bir dilek, bir lanet ya da bir koruma için çizilmişti. Duvarlar, bin yıllık sırları taşıyan sembollerle doluydu. İç içe geçmiş harfler, kadim bir dille fısıldaşıyor gibiydi. Odanın havası ağırdı—yalnızca şarabın keskin kokusu değil, eski zamanlardan kalma öfke, keder ve güç bu duvarlarda asılıydı. Lillian, şarabın yumuşak yanığını boğazında hissederken, ayaklarını soğuk taşa çıplak basarak pencereye doğru yürüdü. Pencere, geniş kemerli ve dışarıya—ölüm sessizliğindeki ormana—bakan bir gözetleme noktasıydı. Ay, gri bulutların arasından kısa süreliğine yüzünü gösterdi. Ay ışığı, Lillian’ın tenini solgun bir parlaklıkla aydınlattı, kızıl saçlarını kandil ışığı gibi titrek bir şekilde yaldızladı. Dışarısı sessizdi. Fazla sessiz. Kehribar rengi gözlerini yavaşça kısarak, şarabın koyu kırmızı yüzeyine yansıyan kendi yorgun yüzünü inceledi. O anın sessizliği içinde, Eva’nın hâlâ yaşadığına dair düşünce, zihninde bir fısıltı kadar uzaktı; neredeyse imkânsızdı. Binlerce yıl, hatta yüz binlerce yıl boyunca varlığını sürdüren bu kadın, insanlığın en ilk zamanlarından beri var olmuş, ancak unutuşa terk edilmişti. İnsanlığın çocuklarını, yani varoluşunun devamını, derin bir mesafeden izliyordu. Görmüştü savaşları, acıları ve zaferleri; yıkılmış imparatorlukların küllerinden doğan yeni uygarlıklara şahitlik etmişti. Zamanın kendisi gibi o da değişmiş olmalıydı. İçinde bir soru dönüp duruyordu: Acaba insanlar, Evalyn Calthera’nın gerçek kimliğini, yani tüm insanlığın annesi olduğunu öğrense, nasıl tepki verirdi? Cennetten kovulmasının ardındaki sır ortaya çıksa, nefretle onu yok etmeye kalkışırlar mıydı, yoksa kalplerinde kalan son merhametle kollarını açıp sarılır mıydılar? Lillian, kendi çocuklarına karşı içindeki mesafeyi biliyordu; sevgisi ne sıcak ne de tam anlamıyla ulaşılabilirdi onlara. Şarabın koyu kırmızısı, kadehin içinde ağır ağır dönerek, yüreğindeki çalkantılı duygulara eşlik ediyordu. Dönen şarap, cehennemin kızgın alevlerinin girdabını anımsatıyordu ona; alev nehirlerinin sıcaklığı, insanın derinlerine işleyen bir yakıcılıkla canını yakıyordu. O alevler, cehennemin karanlık kapılarına açılan geçitlerdi. Elbette, Cehennem Prensleri bile, Tanrı’nın izni olmadan bedenleriyle fanilerin dünyasına adım atamazdı. Onların varlığı, kurallarla mühürlenmişti; yalnızca "Gölgeler" — iradeleriyle yön verdikleri kuklalar — aracılığıyla bu tarafa geçebiliyorlardı. Ne var ki Lilith, bu yasaya zincirlenemeyecek kadar özgür, yeterince kadim ve yeterince lanetliydi. O, bir zamanlar insandı. Kanı, ilk kadının hatırasını taşıyordu. Cennetten kovulmuş, ama Cehennem’e de diz çökmemişti. Sınırları aşmış, kendini yeniden yaratmıştı. Cehennem bile onu hapsetmeye kalkışmış, ama o zincirlerin altında bile direnmeyi bilmişti. Alevler arasında zincirlenmiş haldeyken, hücresinin loşluğunda yankılanan ayak sesleri işitildiğinde gözlerini yavaşça kapamıştı Lilith. Zaman, orada donmuş gibiydi; ne gece vardı ne gündüz. Sadece alevlerin tekdüze uğultusu ve karanlığın boğucu sessizliği. Zincirler bile nefes alıyormuş gibi, her kıpırtısında derisinin altını yakan bir homurtuyla geriliyordu. Fakat o an... O an farklıydı. Karanlığın kalbinde, kızıl taşlarla örülmüş duvarlardan yankılanan adımlar, bir yabancının varlığını fısıldadı. Metalin taşla temasındaki tiz çınlamalar arasında başka bir şey daha vardı — bir varlığın kokusu, her zerreye sinsice sinen tanıdık bir koku. Gururun, isyanın ve yıldız tozuna bulanmış kibrin o tanıdık aroması... Lucifer'di gelen. Gururun Prensi. Cehennemin en eski yanan yazıtlarında bile ismi titrek harflerle yazılıydı. Meleklerin efkârlı şarkılarına düşmüş, başkaldırısıyla gökyüzünü yarıp geçmiş, ama Tanrı’nın ışığını hâlâ özleyen o lanetli varlık... Işıktan kopmuştu ama ışığın hatırası hâlâ gözbebeklerinde gizliydi. Lilith, o adımları tanıdı — yürüyüşünde bile bir ağırlık, bir gurur, bir kadim pişmanlık vardı. Lucifer, bir imparator gibi değil; sanki geçmişin yükünü omzunda taşıyan, yorgun bir kral gibi yaklaşıyordu. Lilith, başını kaldırmadan, göz kapaklarının ardında o tanıdık enerjiyi hissetti. Ziyaretçinin kim olduğu konusunda en küçük bir şüphesi yoktu. Bu, yüzyıllardır ilk kez birinin zincirli yalnızlığına adım atışıydı. Sessizliği delen bu geliş, içindeki eski bir gölgeyi uyandırmıştı. Samael'in hatırası kıpırdadı zihninde. Samael... Onun bir zamanlar tek müttefiki, sonra da zalimi olmuştu. Onun gözünde sadece bir arzu nesnesi, kullanışlı bir araçtı Lilith. Ruhundaki cezbedici aura, iblis ordularını kışkırtmak için bir silah gibi görülüyordu. Ama o, sadece arzunun simgesi olmayı reddetmişti. Yeryüzüne hükmeden iradeler içinde, kendi iradesine en çok sadık kalan yine o olmuştu. Lilith, zincirlerini sıkan elleriyle karanlığa bir nefes saldı — sıcak, öfkeli, ama bir o kadar da yorgun. Lilith gözlerini açtığında onu gördü. Eskisi kadar parlak değildi Lucifer. Zaman, onun bile kanatlarına is kokusu sindirmişti. Ama hâlâ güzel, hâlâ korkunçtu. Zincirlerinin gölgesinde, o yaldızlı surete baktı ve içini saran bir ürpertiyle Samael’i hatırladı. Samael… Onu hem arzunun hem ihanetten doğmuş gücün simgesi yapmıştı. İlk özgürlüğünü tattığı, ilk ihaneti öğrendiği yüce varlık. Bir zamanlar birlikte yürümüşlerdi. Bir zamanlar... ama sonra Lilith, yalnızca bir araç olmayı reddetmişti. Ruhundaki ateşi başka birinin ellerine teslim etmeyecekti. O, kendi ateşinin efendisiydi. Ve sonunda, Samael’e bile isyan etmişti. Lucifer’in gelişi, işte bu yüzden ürkütücüydü. Yalnızlığın içine, cehennemin küllerinden yürüyerek gelmişti. Cehennemin Prensi, Lilith’in huzuruna lütfetmişti.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD