1999 Eylül
O günden sonra, çadır bölgesinde ki hayat bilindiğinden daha farklı yaşanmadı. Gene yardım kavgaları, gene birbirine düşmanca bakan amcamlar ve ben, gene sakat ayağım ile kız kardeşimden başka kimsem olmadan ayakta kalma çabalarım. Sonunda ayağımdaki alçı çıktı, bende bahçelere gitmeye yeniden başladım. Hasat bittiyse çapa zamanı gelirdi, çapa biterse ekim; bahçelerde ya da tarlalarda şükür ki iş bitmezdi ben de hayatımı bir şekilde sürdürürdüm.
Aileler kendilerine verilen prefabrik evlerin yapıldığı ilçe sınırına giderken, biz kardeşimle iki kişi olduğumuzdan ve maalesef ki arkamızda duran pek kimse olmadığından halen prefabrik konut alamamıştık. Üstelik yağmurlar da çok artmıştı, evimizin yıkıntıları arasından Neşe ile toparlamaya çalıştığımız eski kıyafetleri derede yıkayıp ağaçlara asmış, boşalan çadırlardan birine yerleşmiştik. Artık yemekler herkesin kendi tüpünde piştiğinden bizde kendi tüpümüz de kendi yemeğimizi pişiriyorduk. Perihan Teyze de kendi akrabaları ile birlikte bir prefabrik ev bulmuş bizi dere kenarında bırakmıştı. Şikayet etmiyordum, Neşe'nin elinden tutarak bahçelere gidip, akşam gelince çadırlarda hayat sürmeye devam ediyorduk. Daha beterinin de olabileceğini söyleyip kendimi telkin ediyordum.
Babam tam yirmi beş sene hapse çarptırılmıştı ve bu köyde kulaktan kulağa yayılıyordu. Ceza evine gitmek için sadece bir kez muhtardan yardım istedim ve görüş gününden önce getiremediğim için babama ancak aldıklarımı görüş gününde verebildim. Tütün, sarması için bir tabla ve kağıtlar. Bir de giymesi için kendimin bile sahip olamadığı yeni iç çamaşırlar.Fakirdik! Hep fakirdik biz zenginliği bilemeyecek kadar ama gene de fedakârlık kanıma işlemiş gibiydi, giymeden giydirme konusunda.
Amcamlar da artık prefabrik evlere yerleşmişlerdi, dediğim gibi çadırlarda çok az insan kalmıştık.
O gün de gene bahçelerden birinde çapa yaparken; Neşe,tarlanın ucuna oturmuş, ona bezden bebek yapmış Hayriye Teyze'nin torunu ile oynuyordu. Neşe'nin bezden bebeği bile olmadığı için o kızın elinde ki bebeğe imrenen bakışları vardı. Aklıma yazmıştım, ilk fırsatta gidip pazardan ona bir bebek alacaktım, açlıktan ölsem bile kardeşime bir bebek alacaktım. Yalnız işler pek sandığım gibi olmadı, bahçede çalışırken her gün değişik mazeretlerle yevmiyemi kesen çavuş o akşam da eve giderken paramdan kesmişti. Mazeret olarak da çocukla çok ilgilenip işleri aksattığımı söylemişti. Bunu her gün yaptığını, artık yaptığının ayıp olduğunu, göz dike dike benim nafakama mı göz diktiğini söyleyince çavuş üzerime yürüdü. Aslında çavuşun rahmetli Tufan Abi'min en yakın arkadaşlarından biri olduğunu, o hayatta iken bahçelerde beni hep gözettiğini iyi bilirdim. Bu yüzden onun ölümü ile bize düşman olan köylülerden sadece biriydi çavuş. Ben de çavuş üzerime yürüyünce:
"Sırf düşmanlık yaptığın için kesiyorsun nafakamı, sana hakkımı yedirmem," diye bağırdım.
"Ne düşmanlık yapacağım be sana, Allah zaten senin belanı vermiş, kahpe anayla katil babanın kızısın işte," deyince çavuş karşılığında, bizi aralayan ırgatların arasından fırlayıp çavuşun tepesine tünedim. Tünedim tünemesine ama sadece bir hamlesi ile beni olduğu gibi yere fırlattı çavuş ve sırtım yerde ki taşa gelip beni acıdan kavurdu. Sonra da çavuş vereceği parayı da vermeyip gitti, bir daha da bana hiçbir bahçede çavuşluk etmedi. Onun o kadar çok toprağı oldukça da benim işe girmem pek kolay olmadı. Parasız kaldığımızda biz açtık Neşe ile, kimsenin bir kap yemek getirmesini bekleyemezdik yağmur yağdığında sırılsıklam olduğumuz çadırın içinde. Sonunda dayanamayıp da bir sabah erkenden bahçelerden birinde çavuşu bulup söylediklerim için özür diledim. Bana iş vermezse kardeşime de kendime de bakamayacağımı söyledim. Önce sakin sakin dinledi beni, sonra da kolumdan tutup:
"Gel bakalım benimle," dedi, geride duran Neşe'nin ağır ağır yürüyen bir karıncaya dalmış haline bakıp çavuşun peşinden gittim. Bir ağacın altına kadar çekti beni ve sonra kolumu bırakmadan:
"Köye ev yaptırıyor babam," dedi. Ben sözünün arkasından ne geleceğini çok düşünmedim, omzumu silktim, babası ev yaptırıyordu ise bana neydi ki yani?
"Depreme dayanıklı olacakmış, on şiddettin de sallansa da yıkılmayacakmış," diye devam etti çavuş. Çavuşun gerçek adını bilsem de bütün köylü, ırgatlara çavuşluk yaptığı için ona böyle sesleniyordu.
"Güzel kızsın," diye devam etti sonra. Aslında ben güzel olduğumu hiç bilmezdim. Kömür gibi saçlarım vardı, buğday tenliydim, aslında belki biraz daha açık tenli olabilirdim ama hep tarlalarda çalışmaktan bronzlaşıyordum. Kaşlarım da öyle kömür gibiydi, köyün kızları gibi onları ip gibi almasam da çok dağınık değillerdi ama gene de onlarınkine göre kalındı, bir tek gözlerim güzel sanırdım onlarda yeşil diye. Bilmezdim başka da güzel miyim diye? Ne boylu posluyum, ne de alımlıyım sanmazdım? Hep eski kıyafetlerle gezerdim, saçlarımı örüp arkamda tutturur, güzel miyim değil miydim ilgilenmezdim. Ama çavuş bana ağzının suyu aka aka güzelsin demişti. Öyleyse güzeldim! Bu o an hiç de iyi bir söz gibi gelmese de ben güzeldim.
Dikkatlice ona baktım. Ancak Tufan Abimle yaşıt olduğunu bildiğim çavuşun neredeyse benim yaşlarımda çocukları vardı. Bir tanesinin bu yıl ortaokula başladığını duymuştum. Depremde yıkılan okul yerine bahçede ders yapılan ilçe de ki okula gidiyordu. Bana kötü anlamda güzelsin demezdi herhalde kazık kadar adam. Durdum düşündüm ama o devam etti:
"İstersen sana ilçe de ki prefabriklerden birini de ayarlarım, her gün erzakını da yevmiyeni de sen istemeden, çalışmadan getiririm."
İyi de birden iyi mi olası tutmuştu adamın? Kolumu elinden çekmeye çalıştım, kolumu çok sıkı tutuyordu çekemedim.
"Tufan anlatırdı, geceleri derede ne fındıklar kırdığını, o gitti soğumuşsundur kız," dediği an hiç düşünmeden dizimle münasip yerine bir tekme geçirdim. Can havliyle malum yerini tutan çavuşa:
"Pislik, şerefsiz," diye bağırarak geri çekildim.
Bu benim sonum oldu. Günlerce gene konu komşu ne getirdiyse onu yiyip içtik ama her geçen gün getirenlerin sayısı azaldı, halimizi soranlar yok oldu ve gün geldi biz Neşe ile sabaha kadar aç uyuduk. Uyuduk ama gene de kimseden dilenmedik.
Sonra bir sabah çadırın önünde bir ses uyandırdı bizi. Yağmurdan ıslanmıştık, öyle çok yağmur yağmıştı ki çadırın içinde ki bütün eşyalarımız balçığa bulanmıştı ve biz açlıkla birlikte o ıslakta uyumaya devam etmiştik. Neşe hafif hafif öksürmeye o gece başladı, onu iyileştirmek için bildiklerim bir çadır sıcağında değildi. Babam olsa göğsünü yağlar bir de gazete kâğıdı koyardık ama ne yağ vardı çadırda ne de gazete kâğıdı. Kapıda adımı haykıran sesi tanıyordum, uyku mahmurluğu ile sırılsıklam saçlarım ve üzerimdekilerle çadırın dışına çıktım, Neşe de ardımdan geldi. Kapıda ki muhtardı, bir bana bir de Neşe 'ye baktıktan sonra bir kez daha bana dönüp kız kardeşimi gösterip:
"Şuncağızı düşün çocuğum, bu perişanlıkla nereye kadar," dedi. Ben halimize acıdı diye düşünüp de ağlamaklı oldum, öyle ya birileri bir şekilde acımasa biz bu güne kadar gelir miydik? Şimdiye kadar amcamın elinde un ufak olurduk.
"İlla ki ananın sütünden emdin diye ona mı çekeceksin?" der demez muhtar, dediğinin başka olduğunu anladım. Annem köyün ebedi fahişesiydi. Çocukken okulda çocuklar bile bunu söyler alay ederlerdi benimle, bunu bilen bir yetişkindim artık öyle ya.
"Ne yapmışım ben Muhtar Amca?" diye sorduğumda alacağım cevabı samimi bir halde merak ediyordum.
"Eğer prefabrik ev istiyorsan, gelip bana diyeydin neden çavuşa gidiyorsun, ben konuşurdum belediye ile bir şekilde ayarlatırdım," diye devam etti Muhtar. Prefabrik ev ayarlansa bile muhtar onu bana yar eder miydi? Yutkundum şöyle bir, zaten şu sırılsıklam çamura bulanmış halde bile aklımda prefabrik ev yoktu.
"Ben çavuştan ev istemedim muhtar amca," dedim hemen savunmaya geçmeye bile gerek duymadan ağır ağır. Bu sırada çadırdakiler de muhtarın sesine uyanmış bize bakıyorlardı.
"Demişsin, ben seni geceleri alırım, bana bir prefabrik bul, kardeşime bana bak, olur mu kızım böyle, namussuzlukla barındırır mı bu köy seni? Babanı zindana soktun daha mı yetmedi?"
Babamı zindana ben sokmuştum. Peki ya ne yaparak?
"Demedim ben muhtar amca," derken çoktan ağlamaya başlamıştım. Sanmıyordum elbette ağlarsam bana inanırlar, beni sararlar, ah sen de ne çektin kızım derler... Sanmıyordum ama bazen de göz yaşından başka tutunacak dal bulamıyordum işte. Neşe, yanıma iyice sokulduğunda muhtarda bana inanmadığını belli eden bir bakışla:
"Seni yaşatmazlar burada, bak bu edepsizliklere devam edersen taşla sopayla kovalarlar," dedi.
Yağmurdan ıslandığım için mi yoksa çaresizlikten mi bilmem titremeye başladım ve:
"Vallahi muhtar amca," diye sızlandım, dinlemedi, duymadı; arkasını dönüp gitti. Güneş çıksın ısınayım diye bekledim ama güneş çıkmadı, yağmur dinmedi, biz içi yağmur alan çadırımızın içinde ıslanarak oturduk. Aynı gece Neşe'nin bedeni iflas edip de ateşlenince ıslak çadır bize ev olamadı, son çare kardeşim kucağımda meydana kadar yürüyüp birilerinden araba istedim. Neredeyse bütün evlerin yıkıldığı köyde sokaklarda da az insan görünür olmuştu ve ben o gece de kimden yardım istediysem geri çevrildim. Bir zamanların 'fahişe Özlem' inin kızıydım ben, şimdi de onun yolunda erkekleri ayartıyordum işte. Kim acırdı ki bana? En fazla faydalanmak isteyenler çıkardı çavuş gibi; hepsi o. Bende kucağımda iyice kendinden geçen kardeşimle birlikte ilçe yoluna doğru yürümeye başladım, yürüdüm de. Henüz iyileşen ayağımla karakola kadar vardığımda nefes nefese ve annem gibi tek medet umduğum yere o komutana gittim, kapıda beni gören askerler başıma bir felaketin geldiğini düşündülerse de komutandan başka kimseye derdimi anlatmak istemiyordum. İçeri aldılar beni, komutanı üniforması ile karşımda beni görür görmez yerinde yay gibi gerilerek baktığını gördüm, sonra da hızla kalkıp:
"Ne olmuş size böyle," deyip yağmurdan ve çamurdan perişan hale gelmiş olmamıza atıfta bulundu. Oysa hem Neşe'nin de hem de benim yüreğimiz kimsesizlikten darbe almıştı; ne yağmurdan ne yağmurun balçıklaştırdığı çamurdan değil.
"Komutanım kardeşim çok hasta, köyden buraya kadar yürüdüm, hastaneye kadar da yürürüm ama yemin ederim dermanım kalmadı artık, bana yardım edin ne olur?" dedim.
Adam bir emir almış gibi yerinden çıktı, önce kucağımda ki kendinden geçmiş ıslak bedene sarıldı, sonra da onun ne kadar da hasta olduğunu anladı:
"Çok ateşi var kardeşinin yürü hadi yürüyün," deyip koşarak çıktı karakoldan. Koca adımlarına yetişti benim yorgun küçük adımlarım, ardından bindiğim askeri araçla ilçe de ki devlet hastanesinden içeri girdik. Neşe sadece yarım saat içinde zatürre teşhisi ile yatış bölümüne alındı, hayatı boyunca ilk defa iğne vurulup feryat figan ağlayıp benden yardım istedi. Onun için daha ne yapabilirdim bilmiyorum ama ben o gün hep kendimi eksik hissetim hep yetersiz. Bizi aldıkları hastane odasında nihayet Neşe'yi uyutup da halen tam kurumamış kıyafetlerimle koridora çıktığımda komutanın da geri döndüğünü gördüm. Ya da hiç gitmemişti! Bunu ona hiç sormadım!
"Komutanım," dediğimde adam da beni fark edip ayağa kalktı. Devasaydı o zaman gözümde o, kocaman bir adam. Aslında yaşının çok da büyük olmadığını biliyordum. Uzun boyu, geniş omuzları, hep kendinden emin duruşu... Hatta hayatım boyunca ben onun kadar kendine güvenen birini daha tanımadım. O kadar hissettiriyordu ki bunu karşısında ki kişiye o hiçbir şey yapmasa bile onun yanında kendine zarar gelmesinin imkansız olduğunu düşünürdün.
"Sende hasta olacaksın Aydan, seni götürteyim mi köyüne üzerini değiş, ben bakarım kardeşine?" dediği an yüzümü eğdim, bu benim utancım mıydı bilmeden mırın kırın:
"Çadırımız su alıyor komutanım, kuru kıyafetim yok," dedim.
Verecek cevabı yok gibi kalakaldı o an, bakmasam da ne söyleyeceğini beklerken bunu anladım, sonra kaldırdım başımı orada öyle duruyordu.
"Sağ olun bizi buraya kadar getirdiniz, ne zaman yardım istesem geri çevirmediniz, sağ olun," dediğimde artık gider diye düşündüm. Öyle ya geçen seferlerde de işi bitince arkasını dönüp giden o değil miydi?
Bu defa gitmedi.Taş kadar soğuk duran o koyu bakışları o soğukluğu bir kalkan gibi tutuyordu göz bebeklerinde ve ilk kez bana ısınabildiğini gösterip:
"Gel bakalım buraya," diyerek bekleme banklarından birine oturdu bana da yanını gösterdi. Oturdum yanına biraz geri durarak ıslaklığım onu da ıslatsın istemezdim, öyle ya çamur içinde bir kızdan kim tiksinmezdi ki?
"Çadırların hepsi mi su alıyor, bir tek sizin ki mi?"
"Çadır bu Komutanım, hepsi aynı," dedim.
"Prefabrik ev vermediler mi size?"
"Daha o kadar çok gelmedi köye, geldikçe veriyorlar."
"Birinin yanına gitsen sığarsın kızım sen, altı üstü iki kişisiniz."
Boynumu büktüm, acizdim ve belki de onun beni bu acizliğimde görmeye alıştığı gündü o gün, sadece dudaklarımdan şu sözler dökülürken.
"Herkes kendi başını kurtarmanın derdinde, kim açar bize evini, kim paylaşır yemeğini?"
"Neyle geçiniyorsun sen?"
"Bahçelere, tarlalara gidiyordum."
"Çocuktan dolayı gidemiyor musun artık?"
"Gidiyordum da komutanım bir mesele oldu artık gitmiyorum."
"Ne oldu?"
"Oldu işte bir mesele!"
Gururumdan kuyruğumu dik tutsam da onun gözünden kaçmadı, ya da o gün bana etraflıca el uzatması gerektiği ile yaptı yaptığını. Kesin ve emreder bir halde:
"Bak bakalım yüzüme," dedi.