***
Oturduğum yerde ağlarken, aşağıdan yükselen sert sesi yankılandı. Serhad bağırıyordu. Sesi avluyu doldurmuştu; kime konuştuğu belli değildi ama herkese hükmettiği kesindi. Ayağa kalkıp camdan aşağı baktım. Avlunun ortasında dik durmuştu. Omuzları gergin, sesi buyurgandı.
"Kimse ona kapıyı açmayacak! Baranlılar’la tek söz edeni yakarım! Gözüm üzerinizde."
Sözleri taş duvarlara çarpıp geri döndü. Yutkundum. Gözümden bir damla yaş daha aktı. O Baranlılardan biri de bendim.
Son cümlesini de savurup avludan ayrıldığında, içimdeki umut da onunla birlikte çekilip gitti. Camdan uzaklaşıp yatağa yeniden oturdum. Zaten başka ne yapabilirdim ki? Kapı kilitliydi, kaderim sanki bu odanın içindeydi.
Tam o sırada kapının hafifçe tıklandığını duydum. Ardından tanıdık olan o kısık ses geldi.
"Zerin..." Kalbim hızlandı. Hemen ayağa fırlayıp kapıya yaklaştım.
"Canan..." dedim titreyen bir sesle.
"İyi misin Zerom benim?" Sorusuyla birlikte gözyaşlarım yeniden aktı.
"Değilim Canan." dedim, kelimeler boğazımda düğümlenerek. "Senin o boyu devrilesice ağabeyin hayatımı altüst etmek için yemin etmiş gibi."
Kapının arkasından derin iç çekişini duydum. "Çarşıdan şimdi geldim, her şeyi yeni duydum." dedi.
"Üzme kendini. Bir yolunu buluruz. Hem ağabeyim konuşur ama... nişanlı bir kızı karısı yapmak istemez."
Başımı kapıya yasladım. Gözlerimi kapadım. "İnşallah dediğin gibi olur." Sonra dayanamayıp, bir istekte bulunmak için adını söyledim.
"Canan..."
“Efendim kuzum?” dedi anında.
"Benim Ömer’le konuşmam lazım." Kapının arkasında kısa bir sessizlik oldu. Ardından kararlı bir sesle konuştu.
"Onu bana bırak. Ben hallederim."
"Peki..." diyebildim sadece. "Ben şimdi gidiyorum. Az sonra yine gelirim Zerom."
Adımlarının uzaklaştığını duyduğumda, kapının önünde öylece kaldım. Sonra tekrar yatağa oturdum. Yine yalnız kaldım.
***
Serhad'dan...
Konaktan çıktığım an, bu işin artık geri dönüşü olmadığını biliyordum. Gideceğim bir yer vardı ve oraya varana kadar kafamda tek bir düşünce dönüp durdu. Bundan sonra kimse bana yön veremezdi. Ne aşiret, ne geçmiş, ne de merhamet. Bu topraklarda söz yeniden Sorani’nindi. Babamın yarım kalan hükmü geri dönecek, Baranlılar ise zamanla silinecekti. Köklerini kurutmasam zaten bana da Serhad Sorani demesinler.
Şehrin az dışındaki tepeye geldiğimde frene sertçe bastım. Arabanın arkasında yükselen toz bulutu, içimdeki öfkeyi anlatmaya yetiyordu. Kapıyı açıp indiğimde, karşımda dikilen adamı gördüm. Ömer. Gözlerini bana kilitlemişti. Onu görmek bile sinirlerimi diri tutmaya yetiyordu.
Yanına doğru yürüdüm. Aramızda birkaç adım kaldığında durdum. Yüzündeki öfke benimkinden farksızdı. Nişanlısını almıştım; buna tepki vermesi gayet doğaldı ama beni ilgilendirmiyordu.
"Niye çağırdın?" diye sordu. Cevap vermeden önce dağlara baktım. Ciğerlerime dolan havayı ağır ağır verdim. Sonra yüzümü ona çevirdim. "Konuşmamız yarım kaldı." dedim.
Bakışlarını kaçırmadı, bende sözlerime devam ettim.
"Evet, babanı bulman için belki bir haftan var." dedim. "Ama bil ki ben de arıyorum." Bir adım yaklaştım ona.
"Ve senden önce bulursam... Zerin'i tamamen unut."
Dudak kenarımda istemsiz bir küçümseme belirdi. Saatimi gösterdim.
"Zaman senin aleyhine işliyor Ömer. Her saniye."
Sinirle yumruğunu sıktı. Bana vurmak istediği belliydi. Gözlerindeki öfke daha da büyüdü. Cebimden anahtarı çıkarıp iki parmağımın arasında tuttum. Bilerek ağır ağır konuştum.
"Zerin odamda." dedim. "Hiç olmadığı kadar yakınımda."
Bakışları bir anda dondu. Gözlerini gözlerime dikmişti; ne söyleyeceğimi tartıyor, her kelimenin altındaki niyeti çözmeye çalışıyordu. Zaten istediğim de buydu. Onu dağıtmak, dengesini bozmak. Bu noktadan sonra oyunun kontrolü bendeydi. Kim ayakta kalacak, kim düşecek… buna artık ben karar verecektim.
"Kim bilir..." dedim sakince. Elimde tuttuğum anahtara kısa bir bakış attım. "Belki eski küller yeniden alevlenir."
Kaşları sertçe çatıldı. "Açık açık konuş Serhad Ağa." dedi. Ses tonunda her şeyden bir haber olduğunu anladım. Belli ki bilmiyordu. Zerin, geçmişimizi ona hiç anlatmamıştı. Bu da işimi kolaylaştırırdı.
"Hala nişanlının geçmişinden haberin yok mu?" dedim, dudaklarımda hafif bir sırıtmayla.
"Zerin benim on dokuz yaşımdayken teselliyi bulduğum ilk kızdı. Beş yıl birlikteydik. Niyetimiz ciddiydi. Ama bir sorun vardı..." Bilerek duraksadım. "O kısırdı... ben de ağaydım."
Sözlerim yüzüne çarpınca nefesi değişti. Göğsü hızla inip kalkmaya başladı. Tam da istediğim gibi. Onu ne kadar öfkelendirirsem, babasını bulmak için o kadar ileri giderdi.
"Terk ettim onu." dedim umursamaz bir tonla. "Belli ki o da teselliyi sende bulmuş."
"Piç herif." diye tısladı yüzüme. Başımı öne eğdim. Sabır diledim. Onu şu anda öldürmemek adına tek bir sebebim vardı: hala işime yarıyordu.
"Yediremedin tabii." dedi sakin ama keskin bir sesle. "Bana gelmesini hazmedemedin. O yüzden kudurdun. Amca, dava... hepsi bahane." Bir adım atı bana doğru.
"Şunu iyi bil Serhad Ağa. Zerin beni seviyor. Ben de onu. Bunu asla değiştiremeyeceksin. Ve onu her şekilde senden alacağım."
Başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım. Söyledikleri az önce damarıma basmıştı ama belli etmedim. Soğukkanlılıkla konuştum.
"Zerin kusurlu bir kadın. Benim için bir anlamı yok. Ama bana ters düşersen..." Sesim sertleşti.
"Seni inlemelerine şahit tutarım, Ömer Baranlı."
Arkamı dönüp gidecekken sesini duydum.
"Ona dokunmaya cüret edersen seni öldürürüm!" Adımlarımı durdurup,ona dönmeden konuştum.
"Babasını veren, nişanlısını çalar Ömer efendi."
Oradan ayrıldığımda doğruca hastaneye uğradım. Amcamın kapısında durup camın arkasından baktığımda içeride değişen hiçbir şey yoktu. Makinelerin düzenli sesi dışında umut veren tek bir işaret bile yoktu. Doktorların yüzü hala aynıydı; hayati riski devam ediyordu. İçimde kemirip duran merak daha da büyüdü. Cemal itiyle terasta ne konuşmuşlardı da iş buraya gelmişti? Bu sorunun cevabı zihnimin bir köşesinde dönüp dururken hastaneden ayrıldım.
Saatlerce işle uğraştım, kafamı dağıtmaya çalıştım ama olmadı. Gün kararıp akşam konağa döndüğümde avlu bomboştu. Normalde bu saatte bir uğultu olurdu; hizmetçiler, adamlar, ayak sesleri... Şimdi ise sessizlik vardı.
Bir tek Leyla... Kapıdan adımımı atar atmaz önüme dikildi. Belli ki beni bekliyordu.
"Serhad Ağa." dedi, sesi kararlı ama altında gizleyemediği bir telaş vardı. Yüzüne baktım, tek kelime etmeden konuşmasını bekledim.
"Ben resmi olmasa bile dini nikahlı karınım." diyerek söze girdi. "O kızla evlenmek de nerden çıktı? Beni kuma yaparsan babam bu konağı başına yıkar, haberin var mı senin?!”
Dişlerimi sıktım. Bir anda kolundan tuttum, sesimi alçaltmama rağmen sertliğim belliydi.
"İşlerime burnunu sokma Leyla." dedim. "Sessizce kenarda dur ve her şeyin yerine oturmasını bekle. Ha çok merak ediyorsan bil diye söylüyorum; Zerin’le evlenmeyeceğim."
Sözlerim yüzünde hemen karşılık buldu. Omuzları gevşedi, bakışlarındaki gerginlik biraz olsun dağıldı.
"Tamam ağam." dedi. "Sen öyle diyorsan öyledir." Kolunu bırakıp içeri yürümek üzereydim ki bu kez o koluma yapıştı.
"Odaya gelmeyecek misin?" Bir an duraksadım. Eski odamda Zerin kalıyordu. yeni hazırlanan oda da ise Leyla. İkisiyle de aynı çatı altında yaşamak zulümdü.
"Sen git uyu." dedim başımdan salmak için. "Ben sonra gelirim."
"Peki ağam." dedi ve beklemediğim bir anda ayak parmaklarının ucuyla yükselip yanağıma küçük bir öpücük kondurup, ardından merdivene doğru yürüdü. Ardından bakarken içimde derin bir nefes birikti. Hala bu kadınla neden evlendiğimi tam olarak bilmiyordum. Amcam ‘evleneceksin’ demişti, ben de sorgulamadan kabul etmiştim. O günün hesabı şimdi önüme yığılıyordu.
Tam bende merdivenlere yönelecektim ki, başımı kaldırdım. Üst kattaki camdan avluya bakan bir siluet vardı. Zerin...
Göz göze geldik. Aramızdaki mesafeye rağmen gözlerindeki öfkeyi, kırgınlığı ve beni suçlayan bakışı çok net görüyordum...
***
Zerin'den...
Kaç saattir bu odada aç susuz kaldığımı bilmiyordum. Zaman uzadıkça bedenim değil, sabrım tükeniyordu. Karnım yüksek sesle gurulduyordu; duymazdan gelmeye çalışsam da nafileydi. Susuzluğa dayanamayıp banyodan musluk suyu içmiştim el mecbur.
Bu adamın zerre kadar insafı yok muydu ya deliricem?
Canan kapıya kadar gelmiş, bana yemek ulaştırmak istemişti ama anahtarı bulamamıştı. Zavallı kız benim için elinden geleni yapmıştı ama geriye tek seçenek kalıyordu. Serhad’ı beklemek.
Güneş ise çoktan batmış, karanlık şehrin üstüne çökmüştü. Can sıkıntısından pencerenin önüne geçip avluyu izlemeye başladım. Her yer sessizdi. Derken konağın kapısı açıldı. Serhad içeri girdi; duruşu her zamanki gibi sert ve heybetliydi. Tam o anda, nereden çıktığını anlamadığım Leyla önünü kesti.
Konuşmalarını duyamıyordum ama beden dilleri yeterince şey anlatıyordu. Serhad ona da kaba davranıyordu. Kolunu sertçe kavrayışından belliydi. Leyla’yı seven bir hali yoktu.
Aralarındaki konuşmayı tahmin etmekse zor değildi. Leyla, haklı olarak, benim bu konakta neden tutulduğumu sorguluyordu muhtemelen. Konuşma bittiğinde, Leyla her şeye rağmen onun yanağından öptü ve gitti. Gözlerimi ayırmadım. Ta ki Serhad başını kaldırıp beni fark edene kadar.
Geri çekilmek istedim ama ayaklarım yerinden kıpırdamadı. Sanki o an pencerenin önüne çivilenmiştim. Bir süre baktı. Hiçbir şey söylemeden merdivenlere yöneldi.
Buraya geleceğini biliyordum... Tahmin ettiğim gibi bir kaç dakika sonra kilidin sesi duyuldu. Kapıya döndüm ama duruşumu bozmadım. Kollarımı göğsümde kavuşturmuştum. İçeri girdiğinde kaşlarımı çatmış halde onu karşıladım.
"Neredeydin sen?" diye tersledim. Bir an durdu, tepkime şaşırmıştı.
"Karım gibi davranmak için erken değil mi?" dedi alayla. Yanına yürüyüp tam karşısında durdum.
"Ne saçmalıyorsun sen?" dedim sertçe.
"Bir bardak su bile vermeden kilitledin beni bu odaya. Hadi suyu banyodan içtim. Ama açım ben... aç!"
Sesim yükselmişti. Belki de kaçırılmaktan çok, aç kaldığı için sinirlenen nadir insanlardan biriydim.
Yüzüme bir süre baktı. Haklı olduğumu anlıyordu ama bu kadar tepki vermeme anlam verememişti. Hiçbir şey demeden bileğimden tutup beni peşinden sürükledi. İtiraz etmenin faydası yoktu; peşinden gitmek zorundaydım.
Bir anda mutfağa girdik. "Al, ne istiyorsan ye." dedi beni mutfağın ortasına doğru sinirle itip.
"Utanmasan ağlayacaksın ‘açım’ diye."
Dediklerini umursamadan, bakışlarımı mutfağa çevirdim. Tezgah boştu, ocakta tek tencere bile yoktu.
"Yemek yok." dedim.
"O zaman bir şeyler yap Zerin." dedi sabrını zorlayan bir sesle.
"Ben yemek yapmayı bilmem." dedim. Kaşları çatıldı.
"Şimdi de yalan söylemeye mi başladın? Buluşmalara getirdiğin börekleri, sarmaları kim yaptı o zaman?"
Omuz silktim.
"Kandırıyordum seni. Her şeyi ablam yapıyordu." Yüzü bir an dondu. Sanki yıllardır inandığı bir şey, bir anda yerle bir olmuştu.
Dişlerinin arasından hırlayarak, "Ulan... sen!" dedi. Öfkesini bastırmaya çalışıyordu ama sesi ele veriyordu onu. Tepki vermesine fırsat tanımadan sandalyeye geçip oturdum. Sırtımı yasladım, kollarımı kavuşturdum.
"Hadi bana yiyecek bir şeyler yap." dedim sakin ama bilerek kışkırtan bir tonla. "Kaçırmasını biliyorsan, bakmasını da bil bir zahmet Serhad Ağa."
Gözleri kısıldı, çenesi gerildi. Sözlerim damarına dokunuyordu. Sinirlendiğini görüyordum. Tam da istediğim buydu.
Oysa yalandı söylediklerim. Onunla buluştuğumuz günlerde götürdüğüm her şeyi kendi ellerimle yapardım. Ama şimdi gerçek önemli değildi. Şimdi tek derdim, onun aklıyla oynamak, sinirlerini gevşetmek, sabrını zorlamaktı.
Başına nasıl bir bela aldığını anlasın istiyordum. Ben ezilip köşeye çekilen, ağlayıp emir bekleyen biri olmayacaktım.
Ne susacaktım, ne boyun eğecektim, ne de onun buyruğuna giren bir gölgeye dönüşecektim.
Bu odada hapsolmuş olabilirdim ama teslim değildim. Ve Serhad Sorani bunu er ya da geç anlayacaktı...
***