Dünyanın var oluşundan beri mevcuttu Global kriz. İlk çağlarda, en güçlü dinazorlardı. Kendinden zayıfları ezer, kendinden güçlülere yem olurdu. Orta çağlarda insanlar arasında başladı bu savaş. Güçlü olan güçsüzü boyundurluğu altına aldı ve sömürmeye başladı. Bu başlangıç, halen devam etmekte olan Global krizi var etti.
Ülkeler arası bir şey değil sadece bu. Söz gelimi, bir mafya kendisinden zayıf olan tüm kurumları, işletmeleri sömürür ve onların üzerinden kazanç elde eder. Güçlüysen yaşarsın, güçsüzsen? Güçsüzsen eğer güçlü için zirveye çıkarken kullanacağı bir basamaksın.
•••
Adamın yalvarışlarını önemsemiyor, tüm zalimliğiyle ellerini ceplerine sokmuş, attığı bir bakışla adamlarına emrini veriyordu. Onun bir bakışıyla ne yapması gerektiğini anlayan adamları, gerekli düzeneği kurmak için harekete geçiyor.
Ellili yaşların sonuna yaklaşmış adam, kır sakallarının kapladığı çenesini basit bir hareketle esnetiyor, yılların eseri olan etrafı kırışmış gözleri kısılıyor ve adamın dudaklarından küstah bir gülüş firar ediyor. 1.80 boylardaki, yaşına göre halen de genç görünen yapılı adam, küçümseyen bakışlarını adamın üzerinden çekmezken, adamları istediği ekipmanları getiriyor.
"Baba yapma! Baba yapma nolur." "Bir hata ettim affet!" "Bir şans ver!" gibisinden sözlerle yaşlı adama yakaran zavallı ise, getirilen alete götürülüyor. Başının, ortasına yerleştirildiği iki parça birbirine paralel demir bloklar, bir mengeneden başka şey değil.
"Bana ihanet ettin!" Adamın depoda yankılanan gür sesi, dudaklarından, söylediğine hayretler içinde kalmış gibi bir tonda çıkıyor. "Sen bana ihanet ettin Kemal! Sen benim oğlumdun! Oğlum yerine koydum seni! Damadım olacaktın! Ama sen ne yaptın? Beni sattın! Beni Cahit piçine sattın."
Mengenenin ortasında kalan adam, başına değmeye başlayan demir bloklarla yutkunuyor, ecel terleri döken adam hiçbir şey düşünebilecek durumda değil, ölüm kapısına dayanmışken, ihanet etmiş olmanın pişmanlığını yaşıyor. Kendisine cenneti, Firuze'yi, vaat eden bu adam; şimdi bir cehennem zebanisi gibi, o işlediği günahların cezasını çekerken, kahkhalarla gülüyor. Çünkü o Mahir USTURACI. Çünkü o yeraltı dünyasının en zalim adamı. Biraz sonra adamın yere düşüp bir karpuz misali dağılacak olan kafasını, hiçbir iğrenme hiçbir tiksinme duymadan iştahla izliyor.
Bir süre sonra depoda duyulan tek şey, adamın feryat dolu sesine karışan Mahir Usturacı'nın sesi oluyor.
"Ben Mahir usturacıyım! Eğer bana ihanet edersen, acı içinde can verirsin. Cehennemde görüşürüz!"
???
"Abiii. Hadi kahvaltı hazır." diyerek abisinin kapısını tıklattı Ceyda. Ses gelmedi. Aynı işlemi tekrarlayan genç kız, yine aldığı-alamadığı- aynı cevapla derin bir nefes bıraktı. Omzuna dokunan elle sıçrayan kız, arkasını döndüğünde abisinin biricik nişanlısı Sevda'nın gülümseyen yüzüyle karşılaştı.
Yeşil-İri gözleri, etli koyu kırmızı dudakları ve büyük yüz hatlarıyla bir esmer güzeliydi Sevda. 1.60 boylarında 55 60 kilo arası balık etli bir kızdı. 25 yaşındaydı ve diş doktoruydu. Ali Asaf ile ilk okuldan beri tanışıyorlardı ve üniversite çağlarında aşk yaşamaya başlamışlardı.
"Ben uyandırırım canım. Sen içeri git hadi."
Muzur muzur bakmaya başlayan genç kız kıkırdayarak konuştu.
"Tam olarak neresini uyandıracaksın yenge?"
Gözleri kocaman açıldı Sevda'nın. Yüzünde muzur bir ifade belirmişti. "Bilmek istemezsin cınım."
"O kadar yani!" diyerek abartılı hareketlerle şaşıran Ceyda, kıs kıs gülerek arkasını dönmüş ve gitmişti.
Yavaşça kapıyı aralayan Sevda ise muzip bakışlarla bakıyordu uyuyan adama. Kapıyı sessizce örttü ve yatağa doğru yaklaşıp bir süre izledi sevdiği adamı.
Siyah saçlarının asice dağılıp yüzüne düşüşü, yüzündeki sükûnet, yastığın baskısıyla büzülen dudakları. Yataktaki dağınık yatışı.
İnsan aşık olunca, sevdiğinin her şeyi güzel geliyordu...
Minik adımlarla yaklaştı adama ve büzüşmüş olan dudaklarına sulu bir öpücük kondurdu. Önce yüzü buruşan adamı keyifle izledi. Yavvaşça aralanan göz kapaklarının altından, yeşil birer akik taşı gibi göründü gözleri.
Ani bir hareketle belini kavradı kadının. Üstünden yatağın diğer tarafına geçirdi ve altına aldı. Bacaklarını bacaklarıyla sardı ve ellerini de iki kenarına sabitledi. Kadının dudaklarından firar eden çığlığı, dudaklarıyla susturdu ve ateşli bir öpücük bıraktı dudaklarına.
"Yaaa! Duyacaklar yapmasana!" diye cilveyle söylenen kadına, sevgiyle baktı adam.
"Umurunda mı?"
"Cık, değil!" Dudaklarını büzüştürerek, devamını ister gibi konuşmuştu.
"Sen ne arsız bir şeysin." Kadın cilveyle kıkırdarken adam sabır çekerek kalktı yataktan. "Gül sen gül. Elbet kalırız baş başa."
Homurdanarak giden adamın arkasından gülen gözlerle bakıyordu kadın. Mutluydu. Var mıydı, daha ötesi?
Ailesiyle birlikte güzel bir Pazar kahvaltısı yapacaktı. Üzerine günlük kıyafetlerini giyen adam, nişanlısı Sevda'yı da alarak gitti, iki katlı, arkasında küçük bir bahçe bulunan milattan kalma ahşap evlerinin bahçesine..
Neşeli muhabbetlerle sohbetlerini eden aile, uzun pazar kahvaltısına devam ederken kapı çaldı. Kapıyı açmaya giden Leyla, bir süre sonra tekrar döndü.
"Abi takım elbiseli adamlar gelmiş, patronun seni çağırıyormuş."
Pazar günü patronu neden çağırırdı ki? Pazartesi günü, salı günü, cuma günü hiçbir iş günü çağırmazdı onu patronu. Merakla kalktı yerinden ve kapıdaki adamlara konuşup önemli olduğunu öğrendi. Üzerini değiştirmek için içeri giren adam şık, üzerine yakışan siyah yelekli bir takım elbise giydi ve ailesine haber verip çıktı adamlarla.
Getirildiği otel, İstanbul'un en iyi otellerinden biriydi ve Usturacı Holding bünyesindeydi. Şaşalı girişten içeri giren adam en üst kattaki Mahir Usturacı'nın özel katına çıkartıldı ve odasına doğru ilerledi.
İçeri giren adamı yetkili bir adam karşıladı. Geniş, çift kanatlı, vitray ile süslenmiş camlardan oluşan kapı, daha odaya girmeden, karşılaşacağınız ihtişamın fragmanı gibiydi. Beyaz şarap rengi duvarlar, asılı duran; her biri muazzam, bir görsel şölen sunan tablolar süslemişti. Krem ve sütlü kahve tonlarındaki mobilyalara renk katmak amaçlı bordo avangard bir koltuk takımı kullanılmıştı. Pencerenin önünde ise daha klasik ama ortama uyum sağlayan iki adet berjer ve ortalarında bir adet sehpa vardı. Yine avangard desenli koyu kahve perdeler boydan boya pencerelerin önünde salınırken, içindeki kruvaze perdelerle uyum içerisindeydi. Mahir Usturacı'nın başında bulunduğu on iki kişilik yemek masası, ceviz ağacı oyması bir masaydı.
Bu kadar lüksün tek amacı vardı tabi ki; genç adamın gözlerine ihtişamlı bu hayatı sokmak..
Mahir Usturacı'nın işaretiyle karşısındaki sandalyeye oturdu Ali Asaf. Yeşil gözleri, keskin bakışlarla adamı inceliyor, irisleri merakla adamın yüzünde geziniyordu.
"Neden görüşmek istediniz benimle?"
Sert çehresi, dik duruşu ve kendinden emin bakışlarıyla, pantronunun karşısında oturan bir çalışan değil, daha çok çalışanına direktifler yağdırmayı amaçlayan bir adam gibiydi. Yeşil gözleri kısılmış, onları çevreleyen kıvrımlı siyah kiprikleri birer ok gibi, birbirine tezat iki yöne açılmıştı. Pembe dili dışarı çıktı ve dudaklarının üzerinde gezindi hafifçe. Okumak için çalıştığı demircide, terlerken kazandığı bir alışlanlığıydı bu. Dudakları sık kururdu ateşin karşısında demir döverken. Ancak şimdi içerisinde bulunduğu takım elbise, o günleri reddeden bir görüntü sergiliyordu. Duruşu sanki hep buraya aitti, bu ihtişam, onun parmaklarının ucundaydı.
Karşısındaki 55'li yaşlardaki yaşlı adam ise, keskin gözlerle süzüyordu adamı. Doğru bir karar vermişti. Saltanatını gönül rahatlığıyla bırakabilirdi bu adama. Öyle bir duruşu vardı ki adamın, sanki zaten her şey onundu. Yaşlı adamın diyeceklerinin bir önemi yoktu. Zekasından zaten emindi. Birlikte çalışmaya başlayalı iki yıl olmasına rağmen; bölüme kattıkları göz ardı edilemezdi. Onun gözlerindeki hırsı görebiliyordu Mahir USTURACI... Yerinde bir hırs iyiydi. Bulundukları konumda fazla mal da göz çıkartmazdı.
"Kızımla evlenmeni istiyorum genç adam."
Bir rica değil, bir soru değil, bir emirdi bu. USTURACI sadece yapılması gerekeni söylüyordu. Onun lügatında yoktu rica minnet. Ol der ve olurdu. Bir Pazar sabahı ailesiyle oturduğu pazar kahvaltısından kaldırmış; o öyle istediği için karşısına oturtmuştu.
Genç adamın önce şaşkınlıkla kaşları havalandı. Sonra yüzünde alaylı bir tebessüm belirdi. Dünya zenginler sıralamasında üst sıralarda olan bu adam, bir tanecik kızıyla, tek varisiyle evlenmesini istiyordu öyle mi? Peki para... Ali Asaf'ın ne kadar umurundaydı? Kızını tanımıyordu. Bir kere görmemişti dahi. Neden evlensindi ki, onunla. Öte yandan daha önemli bir sebep vardı. Ali Asaf nişanlıydı. İstemli bir şekilde hislerine tercüman kelime döküldü dudaklarından. Dudaklarını yaladı, gözlerini şahin gibi etrafı taradı ve çift kanatlı kapının önündeki iri yarı iki adamda birkaç saniye oyalanıp karşısındaki 55 yaşında olmasına rağmen hala dipdiri duran adama döndü. Olgun ve yakışıklı bir adamdı USTURACI.
"Sebep?"
Gülümsedi yaşlı adam.
"Bak Ali Asaf, seninle açık konuşacağım." Önündeki tatlıya şöyle bir göz attı. Suyundan bir yudum alarak kuruyan boğazını ıslattı. "Bir tek kızım var benim. Kıymetlim. Firuze'm" Firuze'm, derken öyle bir söylüyordu ki adam, sanki ilahi bir isimdi kızınınkisi.. "Elbette bir holdingi yönetebilecek kapasite fazlasıyla var onda. Eğitimi, zekası, yöneticilik ruhu ve diğer her şey. Ancak..."
Gözleri kısıldı genç adamın. Dudaklarını yaladı tekrar. Tek kaşı havalandı merakla. Bekledi adamın devam etmesini. Ama adam konuşmaya ara vermiş, tatlısını yemeye koyulmuştu. Önünde bulunan kırmızı şarap dolu kadehi aldı uzun, kemikli parmaklarının arasına. İçki sevmezdi.. ancak gerektiğinde içerdi bir kadeh. Bir yudum içtikten sonra tekrar dudaklarını yaladı ve aklındaki soruyu sordu. Yaşlı adam hala konuşmayı düşünmüyor gibiydi zira.
"Ancak?"
"İş adamı kimliğimin dışında, bir de karanlık kimliğim var. O bir mafya olamayacak kadar narin... ve ben de çıkamayacak kadar bu işin içindeyim."
"Sizin yerinize mafya olmamı mı, istiyorsunuz?"
"Sadece mafya değil. Damadım olacaksın ve ilk olarak bana en az bir tane erkek torun vereceksin!"
"Damızlık olarak da kullanılacağım yani?"
Güldü yaşlı adam. Doğru söze ne denirdi ki? Niyeti tam da o yöndeydi.
"Öyle. Ancak bir de kızımı seveceksin. Zalim bir adamın eline maşa etmem kızımı. Zaten o da dayanamaz. Fazlasıyla naif."
"Kendiniz bir erkek çocuk yapmayı neden denemiyorsunuz? Bunun için kapınıza kadar gelecek onlarca kadın var?"
"Rahmetli karımın üstüne gül koklamak mı? Hiç sanmıyorum!"
Yaşlı adamın kendinden emin bir şekilde kurduğu cümleler genç Ali Asaf'ı sinirlendirmişti doğrusu. Sinirli bir gülüş firar etti dudaklarından. Dudaklarını yaladı ve keskin bakışlarıyla konuştu.
"Kendiniz 25 yıl önce ölmüş olan karınızın yasını tutuyorsunuz.. Benden nişanlı olmama rağmen, sevdiğim, evleneceğime dair söz vediğim başka bir kadın olmasına rağmen, kızınızla evlenmemi istiyorsunuz! Doğru mu, anlamışım?"
"Zeki adamsın. Aklından şüphem yok Ali Asaf. Benimki bir istek değil. Yapacaklarını anlatıyorum sadece."
Yaşlı adamın kendisinden emin oturuşu, sanki kaderi o yazıyormuş gibiydi. Bu duruma daha çok sinirlenen adam öfkeyle geri itti sandalyesini. Heybetli bedeni yırtıcı bir hayvan gibi dikeldi. Gözleri onlarla uyum içinde, avını parçalamak ister gibi bakıyordu.
"Zeki adamım! Ancak duygusuz değilim! Bir defa dahi görmediğim kızınızla, parası için, gücü için, evlenmek için; sevdiğim kadından, nişanlımdan, söz verdiğim kadından vazgeçmeyeceğim!"
Öfkeli adımları, kaliteli parkeyi döverek ilerledi ve kapıya ulaştı. Odada yankılanan tek şey onun ayak sesleriydi. Kapının önüne geldi çıkmak için; ancak kapının önündeki baştan aşağı siyah giyinmiş olan, iri-yarı iki adam engel oldu. Kendisi de iriydi. Uzun boylu, kaslı bir adamdı. Ancak onlardan bir eksiği vardı: silah! İki iri yarı adam, patronundan aldıkları emirle kapıya gerilmiş, ceketinin altından silahlarını gösteriyordu. Tıslarcasına bir soluk verdi ve siyah, üzerine göre dikilmiş olan takım elbisesinin önündeki ilikli tek düğmeyi açtı. Arkasına döndü ve öfkeyle gürledi.
"MAHİR USTURACI! BENİ SATIN ALAMAZSIN!"
Ancak yaşlı adam pek etkilenmiş gibi değildi. Öyle sakin cevapladı ki, genç adam saçlarını yolmaya başlayacaktı az daha. Sinir krizinin eşiğine gelmişti. Kendi hayatıyla ilgili bu kadar mühim bir olaydan; sanki kendi karar hakkıymış gibi, sanki 'ekmek al gel' der gibi ne güzel(!) anlatıyordu.
"Herkesin bir fiyatı vardır Ali Asaf." Hızlı adımlarla gelip başına dikildi yine genç adam. Gözleri açılmış, burnundan soluyordu. "Bahsettiğim sadece maddi bir şey değil." Sesi tehtid içeriyordu. Bir yudum aldı şarabından adam ve tekrar aldı çatal bıcağını eline. Ne bitmez tatlıydı! "Yerine geç de detaylıca konuşalım."
Kendisini dinlemeyen, dik dik bakan adama döndürdü bakışlarını Mahir Usturacı. Aynı sert bakışlarla baktı adama. "Otur dedim!" Sesi kesinlik içeriyordu.
"Hayır!"
"OTUR DEDİM!"
Genç adam istemeye istemeye geçti yerine. Oturdu kalktığı gibi. Parayla satın alınamazdı. Ancak tehtid... kaybedecek çok şeyi vardı genç adamın. Annesi, babası, iki tane kız kardeşi, bir tane hasta kardeşi. Bir de canından çok sevdiği; Sevda'sı.
"Eğer istediklerimi yaparsan Ali Asaf KARADAĞLI, mutlu bir adam olursun. Ancaaaak... sözümden çıkarsan, kimsesiz bir zavallı olursun!"
Doğru anlamıştı! Ailesiyle, sevdiğiyle, değerleriyle vuruyordu onu Usturacı. Yumuşak karnından vuruyor, hayır diyemeyeceği teklifler yapıyordu.
"Ne istiyorsun başka?"
"Benim yönettiğim mafya dünyasının lideri sen olacaksın. Benim sahibi olduğum holdingin yöneticisi sen olacaksın. Kızımın kocası, torunlarımın babası olacaksın."
Acımasızca çıkıyordu sözler yaşlı mafyanın dudaklarından. Yüzündeki ifade, daha çok bir çöpe bakar gibiydi.
"Bunların hiçbirini isteyerek yapmayacağım Mahir bey. Ben kızınızın yanında rol yaparken, mutluluğu, aşık adamı oynarken, o anlamayacak mı? Kocası, büyük bir mutluluk umuduyla hayatını birleştirdiği adam, bir maskeden ibaret olacak. O zaman kızınız mutsuz olmayacak mı? Kendimi geçtim, umurunuzda değilim zaten de, kızınızı da mı, düşünmüyorsunuz?"
Kaşları çatıldı Mahir Usturacı'nın. Kimdi bu adam da kendisini sorgulama hakkında bulunuyordu? Yıllardır sahip olduğu gücün getirisi olan bir egoya sahipti.
"Benim fikirlerimi sorgulama Karadağlı. Yap! Eğer yapmazsan da, sonuçlarına katlan!"
"Sonuçlarına katlanmayı tercih ediyorum o halde."
Bu defa durduran olmadı Ali Asaf Karadağlı'yı. Başına geleceklere razı gelerek çıktı otelden. Düşüncelerinin esaretinde sahile gitti. Nefes almalıydı. Deniz kokusu onu dinginleştiren yegane şeydi. Boş tenha bir bank buldu ve kuruldu hemen. Uzun uzun denizi izlemek, huzur bulmak niyetindeydi.
Neden sonra, kendisine denizden daha çok huzur veren, yüzünü gülümseten, izlediğinin farkında bile olmadığı bir patenci kız başını denizden çevirmesine sebep oldu.
Usta hareketlerle paten kayan kız, üzerindeki kolsuz tşörtü, mini şortu, beline bağladığı gömleği, kol dirsek ve dizlerine taktığı korumalıkları, kaskı ve sırt çantasıyla sıradandı belki; ancak Ali Asaf'ın aklını başından almıştı. Öyle, alelade önünden geçip giden kız, kaskının altından ufak bir bakış atmış, yüzünü göstermeden gitmişti. Ali Asaf'in gördüğü tek şey, sağ ayak bileğinin iç tarafındaki dövme olmuştu.
Uzun uzun yerine mıhlanmış gibi kalan adam, nihayetinde kalktı ve evine gitti. Hiçbir şey yokmuş gibi davranan adam gece patenci kızı düşünerek uykuya daldı. Sanki başka düşünecek şeyi yokmuş gibiydi.
Gece onu uyandıran babasının odasına dalması olmuştu. Hararetle kendisiyle konuşan babasının söyledikleri atik bir şekilde yerinden kalkmasına ve üzerini giyinmesi ile son buldu. Annesi, babası ve kendisi. Koşarak alelacele gittikleri yer babasının yemek lokantasıydı.
Alevler içinde yanan dükkandan geriye külleri dışında pek bir şey kalmayacak gibiydi. Babasının 'ekmek teknem' dediği, okumasını sağlayan, hergün sofralarına bir kap yemek koyan yemek lokantası. Şükür ki içerisi boştu...
Annesinin feryatları, babasının çırpınışları arasında fark etmediği; ertesi gün babasını geçirdiği kalp spazmı nedeniyle hastaneye götürdüklerinde cebine bırakılan notu buldu.
'Sonuçlar can yakar! Katlanamazsın.'
Anlamıştı. Red ettiği teklifin bedelini ödüyordu şimdi. Sadece kendisine değil ailesine de bedel ödetiyordu Mahir Usturacı. Adilce değildi bu. Gücünü kullanıp köşeye sıkıştırıyordu kendisini.
Annesinin yanında oturan, ona sımsıkı sarılmış, teselli eden kadına baktı bir süre. Hak etmiyordu böyle bir şeyi. Ama ailesi için onun için mecburdu. Feryat figan ağlayan kız kardeşlerine baktı sonra. Onlarda hak etmiyordu malesef. Ve Ali Asaf'ın emin olduğu tek şey, can sağlığı aşk acısından daha öndeydi. Hele ki ailesinin çınarı olan babasının can sağlığı en en öndeydi.
Omzuna dokunan elle başını o tarafa çevirdi. En yakın dostu,Selim, meraklı gözlerle kendisine bakıyordu. Başıyla çıkışı işaret eden dostuna minnet dolu bir tebessüm sundu. Onunla konuştuktan sonra, artık emindi verdiği karardan...
Ertesi gün, yine, üzerine tam oturan , şık bir takım elbiseyle, tüm heybetiyle oturuyordu Mahir Usturacı'nın karşısında. Yüzünden hiç bir ifade okunmazken beden dili çoktan hakimiyet kurmuştu odada.
"Teklifiniz hala geçerli mi?"
Yüzünde adeta bir sırtlan gülüşü beliren adam, yine kazanmış olmanın verdiği etkiyle arkasına yaslandı ve başı ile basit bir hareketle onayladı. "Ancak," diyerek ekledi ve devam etti, "Firuze hiçbir şeyi bilmeyecek. Görücü usulü evlendiriliyorsunuz ve sen de Firuze'ye kendi rızanla evet dedin."
"Kızınıza, kocasını satın aldığınızı söylemeyecek misiniz?"
Yüzündeki alaycı küçümseyen ifadeyi görmezden gelmek istedi Usturacı. Ali Asaf'ın dili uzundu, elbette arada kendisine de çıkartacaktı. Düşmanlarının karşısında içine kaçmasın yeterdi.
"O halde teklifinizi kabul ediyorum. Satın aldınız beni." Ufak bir duraksamadan sonra devam etti Ali. "Merak ediyorum da, söylediklerinizin hepsi yapabileceğim, kolay şeyler; ancak, beni nasıl yerinize geçireceksiniz? Sonuçta ne kadar güçlenirsem güçleneyim, arkamda sizin olduğunuzu bilecekler."
"Ben seni güçlü yapmayacağım Ali Asaf! Ben seni gücün ta kendisi yapacağım!"