BİRİNCİ BÖLÜM

3196 Words
Gölgelerin soğuk kucaklaması içinde kaybolmuş, yüreğimin en karanlık köşelerinde saklı bir acıyla boğuşuyordum. Babamın gözlerinde, ablam Duru'ya yönelik sonsuz bir sevgi, tutku ve hayranlık yankılanırdı; ben ise, o ışık dolu bakışlardan nasibini alamayan solgun bir çiçek gibi, sessizce solup gidiyordum. Ablam, babamın dünyasında parlayan bir yıldızdı; ben ise, onun parlaklığının altında kaybolan silik bir gölge. Kendimi hiçbir zaman tam anlamıyla var olmuş gibi hissedemedim. Babamın sevgisini kazanabilmek, onun gözünde bir değer görebilmek adına, Sevilay olmaktan vazgeçmiş, bir başkasının kalıplarına sığmaya çalışmıştım. Onun bir tebessümü, bir onayı için, sevdiği renklerde elbiseler giymiş, asla başını ağrıtacak bir yaramazlık yapmamış, her zaman örnek bir kız olmaya çalışmıştım. Hukuk okumayı seçmem bile, onun hakimiyet dolu dünyasında bir yer edinebilmek içindi. Fakat tüm bu çabalar, tüm bu fedakarlıklar, babamın gözünde bir değer yaratmaya yetmemişti. Yirmi iki yıl boyunca, onun şefkat dolu bir dokunuşuna, saçlarımı okşayan nazik bir el hareketine bile hasret kalmıştım. Ne yapsam, nasıl davransam, varlığım hep ona batan bir diken gibi olmuştu. Babamın iki kızı vardı: Biri, onun gözbebeği, diğeri ise sadece biyolojik bir zorunluluk. Kalbimde derin yaralar, kırgınlıklar ve hayal kırıklıkları birikmişti; fakat buna rağmen, onu sevmekten kendimi alıkoyamıyordum. Bu, belki de en büyük çelişkimdi. Babamın sevgisini kazanma umudunu hiçbir zaman tam olarak yitirmemiş, her reddedişinde, her görmezden gelişinde bile, bir sonraki adımda onun gözlerinde bir parıltı yakalamayı umut etmiştim. Ancak şimdi, hastane koridorlarında yalnız başıma adım atarken, babamın ve ablamın kaderiyle yüzleşmek üzereydim. Üç gündür ağlamaktan kızaran yanaklarımın üzerinde parmaklarımı gezdirip sırtımı hastane duvarına yasladım. Babam, çok sevdiği kızının beyin kanaması geçirmesine sebep olmuştu. Yoğun bakımda yaşam savaşı veren ablam hayata tutunmaya çalışırken, sevdiği kızının yanına gelemiyordu. Eminim gelmek istiyor, onu tutuyorlardır. Kıpırdamadan yatan ablam için canım çok yanıyorken ara sıra aklıma acaba ben bu durumu yaşasam babam nasıl hissederdi diye düşüncesi geliyordu. Üzülür müydü? Ağlar mıydı? Nedense bu ihtimal aklımın ucuna bile gelmiyordu. “Temiz hava alalım biraz.” En başından beri beni yalnız bırakmayan yakın arkadaşım Elisa’ya başımı sallayarak oturduğum yerden kalktım. Teyzemle oturan anneme, “Sen de gel istersen,” dedim. Kaşlarını kaldırıp indirdi. “Ben burada bekleyeceğim.” Sesimi çıkarmadan Elisa’yla birlikte içimizi ürperten hastanenin koridorunda dışarıya doğru ilerledim. "Asya, Volkan'ın yanında mı?" "Evet, Batuhan da... Biz onların yanına gitmeyiz." Asya'nın yüzüne bakacak cesareti kendimde bulamıyordum. Annesinin durumu hakkında soruları olacak, cevap veremeyecektim. Dışarı çıktığımızda temiz hava akciğerlerimi doldurdu ve yan yana oturacağımız banka doğru yöneldik. Sigara paketini çıkarıp bir dal yakarken, Elisa endişelenmiş bir sesle, "İki gündür içiyorsun, adeta bağımlı gibi," dedi. "Ablam uyanınca bırakırım," diyerek dumanı derinlerime çektim. O, ruhumun yaralarını bilen ve bu yüzden üzerime gelmeyen nadir insanlardan biriydi. "Duru abla için dua ediyorum, Volkan için, kızı için... Hepimiz için gözlerini bir an önce açmalı." Sözleri kalbime dokunurken, başımı karanlık gökyüzüne kaldırdım. "Yaz geliyor ama sanki biz kışa giriyormuşuz gibi," dedim. “Babamın, dedemin ölümü üzerine tutuklanması, bu soğukluğun bir parçası. Yakında çıkar, biliyorum. Hastaneye gelir." "Batuhan, durumunun kötü olduğunu söyledi. Yarın yanına gidecek misin?" Elimde döndürdüğüm sigaranın külü, tıpkı hayallerim gibi yere düşerken, "Gideceğim. Gitmezsem, içimdeki sorulara cevap bulamam," dedim. Babamla yüzleşmek, bu kırık dökük hikâyenin eksik parçalarını bulmak için bir adımdı belki de. Gözleri, endişe ve anlayış dolu bir şekilde bana döndü. "Yüzleşmek zor olacak," dedi sesinde bir hafif titremeyle. "Ama her ne olursa olsun senin yanında olacağım." Derin bir nefes alıp, boğazımdaki düğümü çözmeye çalışırken, "Babama her şeyi soracağım," diyerek devam ettim. Gözlerimde biriken yaşlar, sessizce yanaklarımdan süzülmeye başladı. "Neden beni hiç sevmedin? Benim neyim eksikti?" Sesli söylediklerim, kalbimde uzun zamandır saklı kalmış acıyı ve kırgınlığı dışa vuruyordu. "Belki de babanın sana anlatmak istediği şeyler vardır. Belki de bu yüzleşme, ikiniz için de bir kapı aralayacak." Gözlerimi, geceye karışan gözyaşlarımla kaldırıp, "Umarım," dedim, sesim kırık bir umutla doluydu. "Umarım bu yüzleşme, bana babamın gözünde sadece bir gölge olmadığımı hissettirir." Sessizlik aramızda düşüncelere daldığımız bir köprü kurdu. Her ikimiz, geleceğin ne getireceğini merak ediyor, bu belirsiz yolculuğun sonunda hangi cevapların bizi beklediğini düşünüyorduk. "Her şeyi sormak istiyorum, hiçbir şey gizli kalmamalı," dedim, elimdeki sigaranın son dumanını havaya üflerken. "Bu belirsizlikle yaşamaktan yoruldum. Gerçekleri öğrenmek ne kadar acı verirse versin, en azından bana bir huzur verecek." “Umarım hepiniz mutlu olursunuz. Yarın belki de hayatımın en zor günü olacaktı. Ancak içimdeki sorulara cevap arayışı, en derin korkularımla yüzleşmeme neden olacak olsa da bu yüzleşme aynı zamanda, belki de uzun zamandır aradığım huzura giden yoldu. Gözlerimden süzülen her gözyaşı, bu yolculuğun hem başlangıcı hem de sonu olabilirdi. “Teyze?” Asya’nın neşe dolu sesini işittiğimde bakışlarımı sağ tarafıma çevirdim. Batuhan’ın kucağında bize doğru gelen yeğenime gülümseyip ayağa kalktım. Yanaklarımın kurumasına fırsat vermeyen gözyaşlarımı silip, “Bebeğim,” dedim onu kucağıma alırken. “Annem hala uyanmamış, babam dua edersek uyanacağını söyledi. Ben çok dua ediyorum ama hala uyanmıyor. Onu çok özledim.” Ses tonundaki çaresizlik kırılgan yanımı sanki daha fazla kıracakmış gibi kırdı. Ben de çok özlemiştim ablamı, ben de onu istiyordum. Başımı omzuna koyup onunla saatlerce konuşmak istiyordum. Ama yoktu. Dolan gözlerini öptüm. “Sen dua etmeye devam et bebeğim, annen çok yakında uyanacak.” “Ben onsuz uyuyamıyorum.” Kollarımı sıkıştırıp küçük bedenini göğsüme bastırdım. “Elisa teyzenle birbirinize sarılarak uyu bebeğim. O sana güzel masallar anlatacak. Ve hep güzel düşün olur mu?” Artık tamamen duygusallaşmıştı. Bunu fark eden Batuhan, “Biz artık evimize gidelim, Duman Asya’yı özlemiştir,” diyerek onu kollarımdan aldı. “Sen gelmeyince uyumuyor biliyorsun, sabaha kadar havlayıp komşularımızı rahatsız etmesin değil mi?” Güldü ama bu canlı bir gülümseme değildi. Dört yaşındaki bir çocuğu annesi olmadan daha ne kadar durduracaktım bilmiyorum. “Herhangi bir durumda bize haber ver.” Elisa'ya sarılarak, içimde hüzünlü bir vedalaşma hissiyle, "Görüşürüz," dedim. Arabalarına doğru yavaş adımlarla ilerlerken, etrafıma dikkatle baktım; bir izlenim hissi içimde dolaşıyordu. Ancak çevremde kimse yoktu. Bir an duraksadım ve ardından geriye, hastanenin soğuk merdivenlerine doğru yöneldim. Koridora adım attığımda annemin ve teyzemin telaşlı konuşmaları kulaklarıma çalındı. Onların endişeli ses tonları, hastanenin boğucu atmosferinde yankılanıyordu. Bakışlarımı onlardan ayırıp, duvara yaslanmış, sessizce duran Volkan'a çevirdim. Üzgün ve kırılgan hali, yüreğimi sızlattı. Onun yanına gidip, bir teselli sözcüğü bulamamak, içimde derin bir çaresizlik uyandırdı. Evet, hepimiz derinden üzülmüştük ama Volkan'ın acısı bambaşka bir boyutta olmalıydı. Yaşadığı zorluklar, onun yüzünden okunuyordu. Dedem ve kuzenim yüzünden ablam Duru'dan dört yıl boyunca ayrı kalmıştı. Aşkları engellere rağmen dimdik ayakta dururken, onları ayırmaya çalışanlar yüzünden birbirlerinden kopmuşlardı. Onun şu anki tek düşüncesi ablamdı, bu kesindi. Kendine geldiğinde önlerindeki yol açıktı; bir daha asla ayrılmayacaklar, onları ayıranlara inat daha mutlu yıllar onları bekliyordu. Kızlarıyla birlikte. Annemin yanına oturdum. Teyzem elimi sıktı hafifçe. “İstersen sen evine git dinlen. Bir duş al, kendine gelirsin." İçimdeki hisle başımı iki yana salladım. "Ablam uyanmadan hiçbir yere gitmeye niyetim yok." Yorgun bir sesle konuşmaya devam etti, "Kaç gündür burada kendini harap ettin. Annene de söyledim, gelin eve gidelim. Sabah geliriz, hem Volkan burada duruyor." "Eve gitmeyeceğim teyze, lütfen ısrar etme," diye başladım, sesimdeki titreklik içimde biriken endişelerin dışa vurumuydu. "Sanki eve gidince durabilecek miyim? Hayır. Bir umudum var. Ablam uyanacak, bu yüzden lütfen eve gitmem konusunda ısrar etmeyin. Ablam gözlerini açtığında bizi yanında görmeli." Gözlerimde biriken yaşları zor tutuyordum; iç çekişim, ruhumdaki sıkıntının derinliğini yansıtıyordu. "Tamam, bir şey demedim. Baban için yarın çıkacak diyorlar, haberin var mı?" Başımı ona doğru çevirdim, yüreğimde bir sızıyla. "Hayır, yok. Kesin mi?" diye sordum umutsuzca. "Evet. Zaten o suçlu değil ki. Adam kalp krizi geçirmiş, suç ona kaldı. Ama psikolojisi hiç iyi değil, enişten söyledi. Kafasını duvara vurup duruyormuş. Sanırım karakoldan sonra hastaneye gidecek. Abla senin eniştemle ilgilenmen gerekiyor. Kimse onunla baş edemiyormuş anladığım kadarıyla." Sinirden dudağımı ısırdım, içimdeki öfke kabarıyordu. "Bir bu eksikti," dedi annem kederle. "Yıllar boyunca babasının korkusundan bizi herkese ezdirdi. Çocuklarını ne hale getirdi. Duru'm... Duru'yu kendi elleriyle üzdü. Ben ona dedim, 'Babanı hayatımıza bu kadar karıştırma,' dedim ama dinlemedi. Kuralcı, despot bir adamdı o. Yıllardır hayatını mahvetti, kızlarının hayatlarını da mahvetmeye çalıştı. Dinlemedi beni." "Ne yapacaksınız?" diye sordu teyzem sesinde bir ümitsizlikle. Sahi, biz ne yapacaktık? Ablam uyandığında, doktorların felç kalabileceği uyarısının ağırlığı altında nasıl bir yol izleyecektik? Ablamın polis özel harekatçı olarak geçirdiği yıllar, dört yaşındaki kızı... Onun hayatı, tamamen bu iki dünyada dönüyordu. Eğer yataktan kalkamazsa, onun psikolojisi nasıl etkilenecekti? Ve bir yandan da babam... Onun normal olmasını beklemiyordum. Babasının baskıları altında ezilmiş, adaleti sağlayan bir hâkim olsa da, kendi ailesine adaleti sağlayamamıştı. Kendi ailesini koruyamamıştı. Bu yüzden, onun da psikolojik açıdan iyi olmadığını biliyordum. Önümüzdeki süreç, şüphesiz zor geçecekti. Nasıl sağlıklı bir şekilde ilerleyeceğimi bilmiyordum. Sanki boğuluyordum. Her şey, o kadar çok üstüme geliyordu ki, ne yapacağımı, nereye sığınacağımı bilemiyordum. Bu labirentin içinde, çıkış yolu arayan bir ruh gibi, kaybolmuş ve yorgundum. Hastane koridorunun monoton sessizliği kalabalıklaşan takım elbiseli adamlar yüzünden bozuldu. Uzun boylu adamların arasında içeriye adımını atan adam etrafındaki havayı tamamen değiştirdi. Varlığı, koridora adeta bir elektrik yüklü bir sükûnet getirdi. Arkasında, adımlarını kararlılıkla eşleyen korumalarıyla her bir hareketiyle dikkatleri üzerine çekiyordu. Uzun boylu, geniş omuzlu silueti, takım elbisesinin altında güç ve otoriteyi simgeliyordu. Güneş ışığının az bulduğu koridorun floresan ışıkları altında, onun sert yüz hatları ve buz gibi mavi gözleri daha da belirginleşiyordu. Vladimir! Adeta etrafındaki her şeyi gölgede bırakan bir varlık gibiydi. Annemle teyzem bu ani giriş karşısında şaşkına dönmüş, birbirlerine, "Bu da kim?" diye fısıldarken, sessizce izliyordum. Vladimir'in koridor boyunca ilerleyişiyle etrafımızdaki hava bir anda değişti. Hastane koridorunun gri tonları, onun siyah takım elbisesinin kontrastıyla daha da koyulaştı. Gözlerim yavaşça ona doğru yöneldi. Adeta bir güç merkezi gibiydi; korumalarıyla birlikte koridorda ilerlerken, varlığı herkesin dikkatini çekmeye yetiyordu. "Mafya tipli arkadaşları mı var bu Volkan'ın?" diye mırıldandı teyzem endişeyle. Hastane koridorunun gri tonları arasında, annemin ve teyzemin fısıltılı tartışmaları yankılanıyordu. "Her silah taşıyan mafya mı oluyor, Suna? Ayrıca, daha önce kaç kez gördün mafya?" Annemin sesi, teyzemin endişelerine karşı hem alaycı hem de mantıklı bir yanıt arıyordu. "Nasıl değiller, şunların yüzlerine bak nasıl asık? Kız, bunlar Türk’e de benzemiyor. Kim bunlar?" Teyzem korku ve merakın karışımı bir tonla durmadan konuşuyordu. "Ben nerden bileyim?" dedi annem hem rahatsız hem de çaresiz. Sürekli artan ses tonlarını yatıştırmak için, "Sessiz olun," diye mırıldandım fakat onlar beni duymazdan geldi. "Sen tanıyor musun bunları?" diye sordular bana. Cevap vermekten kaçındım. Vladimir ile bir ya da iki kez karşılaşmıştık, ancak aramızda derin bir konuşma olanağı hiç doğmamıştı. Bir gece, ailemle yaşadığım bir anlaşmazlık sonrasında alkolün tesiriyle kendimden geçmiş, sabah bilmediğim bir yerde uyandığımda, bir çalışan kadın bana, "Gece çok sarhoş olduğunuz için Vladimir Bey sizi dün akşam buraya getirdi," demişti. O gün onu görememiş, neden evine getirildiğimi sormaya bile cesaret edememiştim. Dönüp bize doğru adımını attığında, yanımda oturan annemle teyzemin kasılmalarını hissedebildim; sanki onun tek bir bakışıyla dünyaları yıkabilecek bir adamın huzurundaydık. Zarifçe attığı adımlarla bize yaklaşırken, "Geçmiş olsun," dedi. Ses tonu, otoriter ve sakin, Türkçeyi aksanıyla birlikte kullanması, kelimeleri arasında dolaşan yabancılığın bir işaretiydi. "Teşekkür ederim," diye yanıtladı annem sesinde hafif bir tereddüt varken. Teyzem, onun her hareketini her detayını inceleyen bakışlarla süzdü. Vladimir'in buz mavisi gözleri üzerime çevrildiğinde, "Teşekkürler," dedim, gözlerimi kaçırmadan. Gözleri sanki ruhumun derinliklerine işliyor, beni oracıkta donduruyordu. "İsterseniz dışarı çıkıp hava alalım," önerisinde bulunduğunda, başımı iki yana salladım. "Duru bildiğim kadarıyla oldukça güçlü bir kadın. Endişelenmeyin, inanıyorum ki sağ salim çıkacak içeriden. Tanrı onu koruyacak ve kızına, Volkan'a bağışlayacak." “İnşallah,” diyerek geçirdim içimden. Tekrar Volkan'ın yanına dönerken, teyzem kafasında dönen sorularla, "Bu, Tanrı falan diyor. Türkçesi biraz tuhaf çıkıyor, nereli bu?" diye mırıldandı. "Türk değil belli ki. Vladimir dedi az önce Volkan. Rus ismi değil mi?" Annemin kelimeleri Vladimir'in gizemli geçmişine dair ipuçları sunuyordu. "He, Vladimir Putin de Rus," diyen teyzemin sesiyle bir anlığına gözlerimi kapadım. Teyzem ve annemin korku dolu fısıltıları arasında oturduğum yer de gerildim. "Bildim ben bu adamı. Enişten, Volkan’ın Rus mafyası arkadaşı var. Türkiye'de yasal olmayan işlere bulaşmasa da polisler peşinde, en ufak bir hatada içeri alacaklar onu diyordu." "Vay vay, kızlar uzak dursun bundan. Volkan’a söyleyin, görüşmesin," dedi teyzem. “Baksana aynı Azrail’e benziyorlar.” “Tövbe de kız.” İkisi hem korkuyor hem de konuşmaya devam ediyorlardı. Başını eğip kaldırarak Volkan’la koridorun sonuna doğru ilerleyen adamın peşinden baktım. “Allah böylelerinden çocuklarımızı korusun,” dedi annem. Yine sıkıntıyla iç çektim. Her zaman insanları yargılayan bir yanları olduğu için konuşmaya hiç gerek yoktu. Ne kadar konuşursam konuşayım, beni anlamayacaklarını biliyordum. Beni bunalttıkları için oturduğum yerden kalktım. Aynı anda, “Nereye gidiyorsun,” dediler. “Lavaboya gidiyorum.” “Hemen yanımıza gel teyzem, ortalıkta kötü adamlar dolaşıyor.” Kötü adamlar sanki benim için dolaşıyordu. Korkulu bakan yüzlerine cevap vermeden koridorun sonuna doğru ilerledim. Sağa döndüğümde koruma yığının arasından geçerken kollarımı göğsümün üzerinde buluşturdum. Volkan ve o, bir köşede konuşuyorlardı. Yavaş adımlarla ilerlerken ikisinin de gözleri bana değdi. Dudaklarımı dilimle ıslattım. Ensem yanıyordu. Yanlarından geçerken tek kelime etmedim. Adımlarımın düzgün olması gerekirken ayaklarım birbirine dolanıyordu. Hastanenin içi fazlasıyla sıcaktı. Sırtımda hissettiğim bakışların ağırlığıyla bedenimi güç bela lavaboya attım. Hızlı hareket ederek çeşmeyi açtığımda avcuma aldığım soğuk suyla yüzümü yıkadım. Aynaya baktığımda, gözlerimin kızarıklığı kan damlaları gibi belirginleşmişti. Gözbebeklerimdeki bu yoğun kırmızılık, içimde bir yerlerin kanadığını fısıldıyordu. Neden bu kadar tedirgin hissediyordum ki? Bedenim neden bu kadar kontrolsüz şekilde titriyordu, sanki içimdeki her bir hücre bir isyanın eşiğindeymiş gibi. Derin bir nefes alarak cebimden telefonumu çıkardım ve titrek parmaklarım ekranı aydınlattı. Mesajlara göz atıp, kimseye cevap yazmadan telefonumu geri koydum. Lavabonun kapısını iterek dışarı adım attım. Az önce seslerle dolup taşan koridor şimdi kasvetli bir sessizliğe bürünmüştü. Annemle teyzemin yanına gitmem gerektiğini biliyordum ancak ayaklarım sanki başka bir emirle hareket ediyordu ve beni adım adım dışarıya, serin havanın kollarına sürüklüyordu. Dışarı çıktığımda havanın soğuk nefesi yüzümde hissedilir bir titreme yarattı. Yağmur, usul usul yerini hızlanmış damlalara bırakmıştı. İnsanlar ıslanmamak için hızla kapalı mekanlara sığınırken, ben merdivenlerden aşağı inip boş bir banka doğru yürüdüm. Yorgun bedenimi banka bıraktığımda, rüzgâr saçlarımı savurdu; onları kulağımın arkasına yerleştirirken bir rahatlama hissettim. Temiz hava ciğerlerime dolarken, annemin ve teyzemin panik dolu hallerinden uzaklaşmanın verdiği geçici ama değerli bir huzur içimi kapladı. Bu kısa kaçış, içimdeki fırtınaları bir nebze olsun yatıştırmıştı. Yağmurdan kaçışan insanları izlerken, hastanenin yan tarafında bir hareketlilik dikkatimi çekti. Gözlerim kalabalığın arasında bir yere odaklandı. Volkan, insan selinin arasından hızla ilerleyerek hastanenin içine daldı. Gözlerim hâlâ o kalabalığın üzerindeyken, bir anda korumalar arasından çıkan Vladimir göründü. Parmaklarının arasındaki sigarayı yakarken, başı gökyüzüne kalkık, dumanı yavaşça üfledi. Tam o sırada, yanına sessizce yaklaşan bir adam kulağına bir şeyler fısıldadı. Başını döndürüp benim olduğum kısma baktığında, gözlerimiz birbirine değdi. Yüreğim yerinden oynayacakmış gibi hızla attı. Gözlerini benden ayırmadan, o soğuk ifadeyle bana bakıyordu. Ne yapacağımı bilemedim; kalkıp içeri girmek istemedim, çünkü ondan korktuğumu düşünmesini istemiyordum. Göz göze geldiğimiz o an, sanki zaman durmuş gibi hissettim. Bakışlarındaki o keskin ve derinlemesine inceleyen hali, içimde bir kıpırtı yarattı ve bu kıpırtı huzur ediciydi. Yağmurun sesi arka planda hafifledi, kalabalığın gürültüsü uzaklaştı ve sadece o kaldı. Sigarasını söndürüp çöp kovasına attığında bana doğru gelmeye başladı. Bir an ne yapacağımı bilemedim. Neden geliyordu yanıma? Yüzüne çok mu bakmıştım? Ne konuşacaktık? Acaba içip sarhoş olduğum gece hakkında mı konuşacaktı? Saçmalık, üzerinden uzun zaman geçmişti. Üstelik onunla hiç karşılaşmamıştık. Yanıma geldiğinde kabanını çıkarıp üzerime bıraktı. “Soğuktan hasta mı olmak istiyorsun?” Üzerimdeki kaban bacaklarımdan aşağı kayarken tuttum sımsıkı. “Teşekkür ederim, buyurun.” “Giy onu.” “Üşümüyorum, lütfen alın.” Gözleri ona uzattığım kabanın üzerinde çok kısa bir an durdu. “Alır mısınız?” “Hayır.” Kaşlarım kendiliğinden hafifçe çatıldı. Parmakları kabanına doğru uzandı. Eli kabanın alt kısmına uzandığında elinin tersi bacaklarıma değdi. Göz göze geldik ve o derin nefes aldı ben ise tuttuğum nefesimi bıraktım. Kabanın iç cebinden sigara paketini aldı. “İster misin?” “Hayır.” Sigarayı dudaklarına götürdüğünde her hareketi hesaplı ve ölçülüydü. Ateşi çakmağa sürttüğünde çıkan kıvılcım, gözlerindeki o soğuk parıltıyı yansıtıyordu. Sigarayı yakarken yavaşça çektiği duman, yüzünde bir anlığına düşünceli bir ifade yarattı. Dudaklarının kenarında oynayan hafif bir gülümseme tekinsiz ama çekici bir çelişki sundu. Dumanı dışarı verirken başını hafifçe geriye attı, sanki dünyanın tüm ağırlığını omuzlarından atıyormuş gibi. Gözlerini yarı kapalı tutarken, derin bir iç çekişle etrafını saran havayı süzdü. Her hareketi, doğal bir otorite ve tehlikeli bir çekicilik taşıyordu. Herkesin söylediği gibi Rus mafyası mıydı sahiden o? “Mutsuzsun.” Yüzümdeki mutsuzluğu okuyabildiğini bilmeden bakışlarımı kaçırdım, ama o gözlerimi yakaladı. "Çoğu insan yağmuru sadece gökyüzünden düşen bir rahatsızlık olarak görür," dedi, ses tonunda garip bir yumuşaklık vardı. "Ama yağmur aslında her şeyi temizler, yıkar ve yeniden başlamamız için bize fırsat verir. Belki de senin ihtiyacın olan şey tam olarak bu—bir yenilenme, bir arınma." Sözlerinin soğukluğu, yine de içlerinde gizli bir sıcaklık taşıyordu. “İnsanların çoğu mutsuzluğu yanlış anlar. Mutsuzluk kalıcı bir iz bırakmak zorunda değil. Onu doğru kullanabilirsen, seni daha güçlü kılabilir. Her bir acı, her bir yara, aslında seni daha da sağlamlaştıran bir dizi ders." Gözleri gözlerimin içine derinlemesine bakarken, bir an için dünyanın geri kalanı silindi. "Biliyorum, şu anda üzgünsün, belki de yalnızsın. Ama unutma, yalnızlık da cesur insanların yoldaşıdır. Ve sen, bir savaşçısın değil mi? Yağmur gibi, sen de her şeyin üstesinden gelebilirsin." Bakışları, ses tonu içimde kırılgan bir yere dokundu. Soğukluğu ve mesafesiyle bilinen bir adamın ağzından çıkan bu teselli dolu sözler, beklenmedik bir şekilde yüreğimi ısıttı. Bir savaşçı olup olmadığımı bilmiyorum ama onun bu sözleri güçsüz yanımı dokunmadı dersem kendimi kandırırdım. Bir an sessiz kaldı, sonra yüzümdeki her bir çizgiyi dikkatle süzerek konuşmaya devam etti. "Hayat, her birimizi beklenmedik yollarla sınar. Belki de şu anda karşı karşıya olduğun zorluklar, seni daha büyük başarılara hazırlıyor. Güçlü olmak zorunda kalmadığın zamanlar da olacak ama şimdi, şu anda güçlü olmalısın." Sözlerinin ağırlığı, rüzgârın soğuk nefesi kadar keskin ve netti. "Bir insanın karakteri, rahat zamanlarda değil, zorluklarla dolu dönemlerde şekillenir. Senin de karakterin bu sınavdan güçlenerek çıkacak." Elini hafifçe havaya kaldırarak yağmur damlalarını avucuna aldı, sonra bana döndü. "Bak," dedi avucundaki su damlalarını gösterirken, "Yağmur her şeye rağmen düşmeye devam ediyor. Ve her damla toprağa düştüğünde yeni bir yaşamın tohumunu ekiyor. Sen de bu zorlukları aşarak, yeni başlangıçlar yapabilirsin." Gözlerini yeniden bana çevirdiğinde, bir umut ışığı parlıyordu mavi gözlerinin içinde. "Ve unutma, kimsenin seni yargılamasına izin verme. Senin yaşamın, senin hikayen ve ancak sen bu hikâyenin yazarısın. Başkalarının senin hakkındaki düşünceleri, senin gerçeğini değiştirmez." Teyzemin söylediklerini duymuş muydu? “Sevilay!” Teyzemin sesi keskin ve yüksek çıktı ansızın. Gözlerimi Vladimir'in hipnotik bakışlarından zorlukla ayırıp, üzerime doğru hızla gelen teyzeme döndüm. Öfkeyle kızaran yüzü, kızgın bir boğadan farkı yoktu. Adımlarının hızı, onun duyduğu öfkenin şiddetini gözler önüne seriyordu. Ayağa kalktığımda, Vladimir'e şükranla dolu bir bakış atarak kabanını uzattım. "Teşekkür ederim." Kabanı yavaşça elimden alırken o da ayağa kalktı. Gözlerimdeki tereddüdü fark edercesine, "Başkaları için değil, kendin için yaşa," dedi sakin bir tonla. Bu sözler, teyzemin yanıma yetiştiği anda kulaklarımda yankılandı. Teyzeme kısa bir bakış fırlatarak başını eğip kaldırdı. “İyi akşamlar.” Yanımızdan uzaklaşınca teyzemin yüzünde endişe ve öfke karışımı bir ifade vardı. "Kızım ne işin var senin bu adamın yanında? Psikopatın tekiyle ne yapıyorsun burada?" diye sordu, ses tonu suçlayıcıydı. Bıkkınlıkla bir nefes bıraktım. "Psikopat olduğunu nereden biliyorsun, teyze?" diye sordum, sesimde hafif bir alay vardı. "Yüzüne bak, çok çirkin. Gözleri katil gibi bakıyor. Ben otuz yıllık polis karısıyım, katilin, sapığın, psikopatın gözlerinden tanırım. Bu adam hiç pozitif gelmedi bana. Uzak dur ondan olur mu teyzem?" dedi, sesinde kaygılı bir tonla. Dilimi ağzımın içinde yuvarlayarak yanından geçtim. "Tamam desene kızım," diye mırıldandı ama ağzımı açıp tek kelime etmedim. Kim olduğu hakkında hiçbir bilgim olmadığı bu adam, beni korkutmuyordu. Aksine, yasaklı bir madde gibi, ondan kaçmak yerine ona doğru gitmek isteyen adımlarım vardı. Tuhaf, ilginç, mantıksız bir durumdu bu. Ben bu adamı tanımıyordum ama tanıyor gibi hissetmem, içimde garip bir çelişki yaratıyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD