Sabahın erken saatlerinde toplanmaya başlayan bulutlar, artık aralarından güneş ışığını sızdırmayacak kadar kararmış ve yeni bir sağnağın şimşeklerini doğurmaya başlamıştı. Sokakta kimsecikler yoktu. Babaannem kuşluk namazını kıldıktan sonra biraz uzanmak için odasına çekilmiş, Korhan bey ise verdiğim ağrı kesicinin etkisiyle rahatsız edici bir uykuya dalmıştı. Sabah uyuya kaldığım divanda oturmuş onun çehresini seyrederken, aynı zamanda da söylediklerini düşünüyordum. Sabah babaannemin, sonrasında ise onun söyledikleri kafamı iyice karıştırmıştı. Annemin ölümünden sonra kendimi buraya hapsetmiş ve dış dünyaya karşı kapatmıştım. Üniversitedeki arkadaşlarımdan sadece Ayşe ile görüşüyordum. O da telefon hatlarının müsaade ettiği zamanlarda. Yozgat Devlet hastanesinde hemşire olarak çalışıyordu ve liseden beri görüştüğü Mehmet ile mutlu bir yuvası vardı. Belki de diğerleri de çoktan hayatlarını kurmuş ve çoluk çocuğa karışmıştı. Yaşım belki çok geçkin değildi. Henüz 24. yaşımın ortalarındaydım. Şehirli bir çok genç kızın belki de hayatının baharıydı bu yaş. Ama buralarda işler bu şekilde yürümüyordu. Sıklıkla duyduğum sözlerden biriydi; "Annen seni doğurduğunda daha 19'undaydı Suzan, sen ne zaman evleneceksin hayırlısıyla?" Hem babam hem de nenem, biz kızımızı kimselere vermeyiz deyip onları susturmaya çalışsa da, bir süre sonra yeniden aynı soruların muhatabı olurdum.
Bir karar vermem gerekiyordu. Bir yanda annemin hayali, bir yanda kendi geleceğim, diğer yanda ise ardımda bırakmaktan korktuğum babam ve babaannem. Belki de Korhan beyin dediği gibi, kimsenin beni düşünmediği zamanlar geldiğinde kendime yetecek durumda olmam gerekiyordu. Sanırım artık kafamdaki gölgeler yavaş yavaş netleşiyordu. Onun hala derin bir uykuda olduğunu anlayıp odama gitmek üzere ayaklandım. Hazır herkes uyurken ben de dünün yorgunluğunu atmak istemiştim. Hafif hafif başlayan yağmur, belli ki dakikalar içinde şiddetini arttıracaktı. Yağışlar Çaltı çayının yoluna geçit vermeyecek gibi duruyordu. Eğer tahmin edilen olursa, şehre giden yolun açılması bir haftayı bulurdu. Ve bu da onun bir hafta daha burada olması anlamına geliyordu. Peki neden onun yanımdaki varlığını gün sayacak kadar önemsiyordum? Bu kadar kısa zamanda bir yabancının varlığı böylesine kafamı karıştırmamalıydı.
Sanırım dalalı çok olmamıştı ve ben şiddetle gürleyen göğün sesi ile uyandım. Gözlerim saate iliştiğinde, tahmin ettiğim gibi yarım saat ancak uyuduğumu fark ettim. Büyük ihtimalle babaannem de çoktan uyanmıştı. Belki Korhan bey hala uyuyordu, bir an çıkıp onu rahatsız etmesem mi diye düşündüm. Onun varlığı her aklıma geldiğinde garip bir heyecana bürünüyordu bedenim. Önece üzerimi şöyle bir süzdüm, Sabah giydiğim kıyafetlerle uzanmıştım yatağa ama pek kırışmamışlardı. Duvardaki yer yer sırrı çözülmüş aynanın karşısında yüzüme baktım, saçlarımı düzelttim, hatta yetmedi yanaklarıma azıcık kan gelsin diye ufak ufak tokatladım. Sonra da kendi kendimi düşürdüğüm duruma sinirlenip çekildim aynanın önünden. Az önce aklıma gelen şeyler yüzünden kendime kızıyordum şimdi. Olmadık rüyalara kapılmanın, can sıkıntısından okuduğum romanlardaki karakterlere öykünmenin ne yeri ne de zamanıydı. Elbet yakında hava durulacak, yollar açılacak; o da geldiği gibi kendi hayatına dönecekti. Kendime bunu hatırlatıp derin bir nefes alarak çıktım odadan. Yine de sessiz olmaya çalışmıştım, uyuyorsa uyanmasın ve şu halde onunla göz göze gelmeyeyim diye. Ama o, çoktan uyanmış, oluklardan akan suları seyrediyordu. Sonra başını çevirip beni gördü ve gülümsedi. Güç bela gözlerimi kaçırmıştım ki telaşla konuşmaya başladı.
- Suzan iyi ki geldin. Baksana şurada yavru bir kedi var. Yağmurdan nasıl kaçacağını bilemiyor. Sizinkiler bir şey demezse eve alıp azıcık ısıtsak onu, olmaz mı?
- Hani nerede?
- Gel bak; şurada, karşıdaki evin duvarının dibine sinmiş.
Kediyi net görebilmek için onun yattığı divana iyice yaklaşmam, hatta tek dizimi dayayıp pencereye uzanmam gerekiyordu. O an hiçbir şeyi düşünmeden, sırf kediye olan merakımla yatağa tırmandım. Ve söylediği yerde gördüm zavallı yavrucağı.
- Kömür'ün yavrusu bu. Annesi nerede ki?
- Kömür mü? Ama bu bembeyaz.
- Evet, garip değil mi? Annesi simsiyah, diğer üç kardeşi de öyle ama bu bembeyaz.
- Alırsak annesi arar mı?
- Aramaz. Rengi diğerlerinden farklı diye kabullenemedi bir türlü.
- Gidip getirecek misin? Yoksa buradan çaresizliğini mi seyredeceğiz?
- Şey, peki hemen getiriyorum. Ama önce ona güzel bir yer hazırlayayım.
Yataktan acele ile inip etrafıma bakındım. Amacım az önce düştüğüm durumu umursamadığımı göstermek için biraz zaman kazanmaktı. Aklıma şehirden aldığımız tencerenin kutusu gelince hemen ardiyeye gidip onu getirdim ve sobanın yanına koydum. İçine de eski şiltelerden birini yerleştirdim. İşte şimdi, minik yavru kimsesizliğini unutacak ve sıcacık bir yuvaya kavuşacaktı. Biraz da süt ısıtıp ekmek ufalayıverdim mi oh! Karnı tok, sırtı pek, yaşayıp giderdi. Babamım yağmurluğunu sırtıma geçirip koşarak karşı kaldırıma geçtim. Bu süreçte pencereden dikkatle izlendiğimin farkındaydım. Tökezlememek, düşmemek için özellikle dikkat ediyordum. Çünkü onun tarafından izlendiğimi bilmek, sanki adımlarımın tökezlemesi için yetiyordu.
Yavruyu kucaklayıp daha fazla ıslanmaması için yağmurluğun içine sakladım. Geldiğim yolu yine aynı hızlı ama dikkatli adımlarla almıştım. Her ne kadar yağmurluk giymiş olsam da telaşeden başıma geçirmediğim kapüşonum yüzünden saçlarım sırıl sıklam olmuştu. Yağmurluğu çıkarıp avludaki askılığa astım ve şu kısacık mesafede bile içime işleyen soğuğu gidermek için koşarak sobanın yanına oturdum. Yavru da kucağımdaydı. Nenemin artık kumaşlardan yaptığı el bezlerinden birini alıp onu kurulamaya ve ısıtmaya başladım. Bir an sanki ortamda sanki sadece bu güzel yavru ve ben varmışım gibi konuşmaya başladım.
- Çok mu üşüdün sen güzellik? Nerede o sorumsuz annen? Diğerlerini sakladı da seni ortada mı bıraktı yoksa? Ah kötü kömür, yazıklar olsun sana verdiğim sütlere.
- Seni anlıyor sanki, baksana nasıl bakıyor yüzüne?
- Galiba. Neyse epey kurudu zaten, kutuya koyayım da süt sısıtayım biraz, acıkmıştır.
- Isıt tabii. Varsa bir bardak ta ben içerim.
Neden gülümsüyordu ki sanki? O böyle tebessüm edince bakamıyordum yüzüne işte. Yavruyu kutuya yerleştirip mutfağa gittim ve sobalı ortamdan ıslak ıslak çıkmanın verdiği azapla acı bir şekilde yüzleşmiş bulundum. Babama demeli, ve burası için de bir soba kurmalıydık kara kış bastırmadan. Ufak süt tenceresine biraz süt kattıktan sonra bir tas ve biraz da ekmek almıştım. Sade süt yavruyu doyurmayabilirdi. Bir de beyfendi için bardak almam gerekiyordu elbet. Nasıl da imalı imalı söylemişti, varsa ben de içerim diye. Sanki önünden katığı, çayı eksik ediyorduk adamın.
Odaya geri döndüğümde yavruyu onun kucağında buldum. Onun bu kadar kısa sürede ayaklanıp yavruyu alabileceğine ihtimal vermiyordum ki; zaten o da kedinin kutudan sıçrayıp yanına geldiğini söyledi. Ben de bu arada sobanın üzerine süt tenceresini koyup ısınmasını beklemeye başladım.
- Ona bir isim vermeliyiz bence.
- Olabilir. Var mı aklınıza gelen bir isim?
- Yok. Sen koymak istemez misin?
- Aslında aklımda bir şey var ama gülmeyeceksiniz.
- Allah Allah neymiş bakalım?
- Süt.
- Süt mü? İnan bana başka hiçbir isim bu kadar yakışmazdı.
- Komik gelmedi yani size, öyle mi?
- Aksine, çok beğendim.
- Peki madem. Süt ısınırken ben bir neneme bakayım. Hiç bu kadar uyumazdı, hasta falan olmasın.
- Bak tabii. Ama çok geç kalma süt taşmasın.
Oturma odasının yanındaki kapıyı sessizce aralayıp nenemin odasına daldım. Hala uyuyordu ama başını bir yazmayla sarmıştı ve yüzü kıpkırmızıydı. Büyük ihtimalle tansiyonu çıktığı için başı ağrımıştı. Odadaki çekmecede hazır bulunan tansiyon aletini alıp sessizce çöktüm yanına. Penyesinin kolunu yavaşça sıyırıp onu uyandırmadan ölçmekti niyetim ama daha bileğine dokunur dokunmaz açmıştı gözlerini.
- Neden söylemiyorsun başının ağrıdığını Sabire hatun? Ben sana demedim mi tansiyon tehlikeli diye? Aldın mı ilacını bakalım?
- Aldım ya kuzum, aldım emme dinmedi bir türlü meret. Bi de kırgınlığım var az biraz. Sankim tansiyon değil de nezle oluvermişim gibi.
- Dur bakalım doktor hanım, şimdi anlarız. Sessiz ol da ölçelim.
- E hadi ölç bakem hemşire hanım. Epeydir bene hemşirelik yapmıyodun.
- Bak gördün mü yüksek işte. Nerede ilacın senin? Şu yollar açılır açılmaz gidiyoz şehirdeki doktora, hiç itiraz istemem. Demek ki içtiğin ilaç cevap vermiyor sana.
- Ne bileyim kuzum, saatında vaktında içiyom ama yine de laf dinlemiyo meret.
- Tamam bir yarım daha vereceğim sana şimdi. Biraz daha iyi hissedersin o zaman. Sen yat dinlen, sakın kalkma yerinden.
- Sen ne ediyon içerde kuzum, dünden beri ne doğru dürüst uyudun ne de dinlendin. Asıl sen hasta oluvercen, ne ederim o zaman ben?
- Ben iyim nenem merak etme beni. Hastamız da daha iyi çok şükür. Diğer çocuklardan iyi haber aldı ya, morali de düzeldi az biraz. Yolların açılmasını bekliyor işte. Herkes evinde yerinde iyi demez miydin sen?
- Öyle tabii kuzum. Hem anası varmış, pek düşkünmüş adama. Öyle deyivermişti. Jandarma haber vermiş eyi olduğunu ama yine de kanlı canlı karşında görmek gibi değil elbet.
- Sen nereden biliyorsun bunları?
- Sen uyuyuvermiştin divanda, ben de namaza diye kalktım. Uyandırıvereyim seni dedim ama 'elleme Sabire deyze' dedi. ' Zaten beni uyutmamak için çok direndi, epey de yoruldu, dinlensin.' dedi. İşte o ara konuşuverdik.
- Ne kadar derin uyumuşum baksana sizi bile duymamışım.
- Çok yorulduydun a kızım, İnsan yattığı yeri beğenir öyle olunca.
- Hiiiii Süt
- Ne sütü nenem?
- Nene dur, süt taştı süt.
Odadan hızlıca çıkıp oturma odasında buldum kendimi. Süte saniyelerle yetişmiştim neredeyse. Soba çok harlı yanmıyordu ama demek ki nenemin yanında epey zaman harcamıştım. Hızlıca sobanın üzerinden aldığım tencereyi yerdeki nihaleye koymaya çalışırken bir kaç damla elime sıçramış ve canımı epey yakmıştı. İstemsizce canımın acısından yakınmış ve sütü bırakır bırakmaz yanan elime üflemeye başlamıştım. Bunları yaparken arkam tamamen ona dönüktü. Bu sebeple yerinden kalkışını ve yanı başımda bitişini fark etmemiştim bile.
- Suzan sen ne yaptın? Dur bakayım ne kadar yandı?
Üflediğim elimi nazikçe tutmuş ve kaşlarını çatarak hasarın boyutunu anlamaya çalışıyordu. Olduğum anın etkisi ile öyle dalgınlaşmıştım ki, sonradan söylediği sözleri duyamadım. Şu halde kulaklarımın değil, kalbimin sağır olması gerekiyordu. Ben bu gürültüyü kaldıramazdım...