"Ne yakışıklı adamdı ama değil mi, Büşra?"
Emel, annesinin gazabından ucuz kurtulduğunu çoktan unutmuş, yatağına gömülmüş Büşra'ya durup durup şehir serserisi diye adlandırdığı o çocuktan bahsediyordu.
"Gözleri de bir değişik renk, yeşil gibi ama böyle balık pulu gibi tam, grimsi. Parlak parlak! Fark ettin mi sende?"
Üzerinde ki örtüye daha sıkı sarıldı Büşra, adamın gözlerinin ne renk olduğunu düşünmek istemiyordu. O adama dair hiçbir şey düşünmek istemiyordu! Gözleri güzeldi, yüzü güzeldi, sesi güzeldi! Güzel diye bir adamı düşünmek ona göre değildi!
"Tuhaf da bir gülüşü var, efsunlu gibi. Gülünce sandım bir daha nefes alamayacağım, Allah'ım nasıl güzel gülüyordu Büşra, ya. "
Emel, hızını alamayıp Büşra'nın kendini anlatmak için yazıp durduğu deftere uzandı ve yanına eğildi:
"Bir şey de hadi!" dedi, defteri kalemi uzatırken. O deftere bir kaç saniye baktı Büşra, on beş yaşından itibaren hayatına hadi diyen benzer defterlerden sadece biriydi. Diğerleri gibi son sayfası geldiğinde yenisine bırakacaktı yerini, son sayfası geldiğinde ilk sayfasında bulunan yazıların bir kıymeti kalmayacaktı. Sadece anında kıymetliydi her biri! Bir insanın söylerken kıymetli olduğu gibi; söyleyemediği için, başkalaştıramazdı ki iletişim kurduğu yazıları. Belki yastığının altında kilitli kutuda sakladığı defteri için aynısını düşünmüyordu ama şimdi Emel'in uzattığı için bu durum kesinlikle böyleydi.
"Hadi!" dedi, Emel; heyecanına bir kez daha yenik düşüp. Toparlandı yatağından Büşra, derin bir nefes alıp, aldı defteri elinden kuzeninin:
"Güzel bakıyordu değil mi?"
Büşra'nın kalemi hareket etmeye başladığında sesli okudu Emel:
"Bize ne ki?" Gözlerini devirerek devam etti Emel:
"Ay Büşra, ne bileyim; sanki hoşlandı, beğendi gibi beni! Biraz sert çıktım falan ama!"
Büşra, bakışlarını büyüttü! Ne yani hoşlanmış mıydı o çocuk Emel'den! Nasıl anlamıştı bunu Emel, dudaklarını kıvırdı; düşündü, düşündü... Bir türlü nasıl anladığı gelmiyordu aklına.
"Söyle Büşra, hadi!"
Emel, kendine destek versin diye itekledi Büşra'nın elini; zora ki eğildi deftere Büşra!
"Kaç da-ki-ka ko-nuş-tun da san-ki he-men na-sıl hoş-la-na-cak? Aman, Büşra; yıldırım aşkı diye bir şey var!"
Kıkırdadı Büşra! Yıldırım aşkı diye bir şeyden haberi yoktu onun! Vardıysa da neye benziyordu fikir yürütemezdi!
"Aşk?"
Büşra'nın kalemi o kelimeyi deftere yazarken titredi hafiften! Yazarken bile insanı heyecanlandıran o duygunun karşılığını yüreğinde hissederek gülümsedi ve devam etti:
"On gün sonra karavanı ile başka şehire gidecek oradan da başka bir kıza bakacak, oradan da gidecek... Hiç yolcu dan aşk olur mu?"
Emel'in istediği şeyler değildi bunlar. Hırsla kalktı yerinden, aldı defteri kalemi kuzeninin elinden koydu ortalarında duran etajere ve ışığı kapatıp yerine geçti.
"Aman hevesimi kursağımda bırakmasan ölürsün zaten." dedi ve gömüldü yatağına!
***
Fırat dünden beridir düşündüğü güneşin sessiz kızını görmenin bir yolunu bulmaya çalışıyordu. Köy meydanında her zaman kinden daha çok vakit geçirmesinin nedeni de buydu. Belki görürüm umudu taşıyordu!
Belki görürdü! Karavanın önünden göle doğru üç beş kez gidip gelmesi, borsada ki ani düşüşün durumu, kahvesinin biraz fazla kremalı oluşu, ayak parmaklarını dört yerinden yiyen sivrisinek dahil umurunda değildi o an! Sadece Büşra'yı bir kez daha görmeyi umuyordu, büyüsünün sürüp sürmediğini merak ediyordu, ona hissettirdiği hayranlığın acıma duygusuna dönüşüp dönüşmediğini sorgulamak istiyordu kendi içinde. Konuşamayan bir kız için başka hisler taşımasını anlamsız bulacak kadar maddeci bir hayatın içinden fazlasını çıkarmıyordu payına. Bir tur daha attı göle doğru, bir tur daha! Göl kenarında oturdukları yerde oturdu bir süre, titrediğini gördüğü anı hatırladı; omuzlarında tuttuğu ellerinin kendini ısıtmak adına çaresizliğini, saçlarının sırtından aşağı dökülüşünü, yüzünde ki o her şeyden habersiz hallerini. Duyup duymadığını merak etti! Duyabiliyor olsa konuşurdu diye düşünürken, birbirleri ile bağlantılı olmadığına kanaat getirdi hemen. Emel'in sürekli konuşuyor olduğunu hatırlayınca duyuyor olduğundan emin bile oldu kendi kendine!
"Kolay gelsin!"
Oturduğu göl kenarından irkildi, duymak istediği sesti Emel'in sesi; varlığı ona Büşra'nın varlığını haber verecekti adeta! Hızla toparlandı yerinden ama Emel yalnızdı! Hızla taradı etrafını; yoktu, Büşra!
"Merhaba!"
Fırat, başını salladı selamını alırken Emel'in. Kızın ellerinin birbirini dövüyor oluşundan da, dudaklarını kemirerek gözlerini kaçırıyor olduğundan habersizdi o sıra da.
"Sen kahve içelim dedin ya..."
"Gel içelim!"
Yüzünün solgunluğuna takılmadı Emel, henüz birbirlerini tanımıyor oldukları için böyle davranıyordu Fırat; ona göre. Mavi karavanının önüne kadar yürüdü onunla;
"Otur şöyle ben hazırlayıp getireyim kahveleri."
Söylediğini yaptı Emel, iki sandalyeden birine oturdu. Masanın üzerinde ekranı açık duran bilgisayarın görüntüsünde ki oklara, işaretlere bakarken sesini duydu Fırat'ın:
"Şeker kullanıyor musun?"
Neden kullanmayacaktı ki şeker?
"Evet!" dedi çabucak ve başını hafifçe uzattı içeri görebilmek için. Görmesi zordu o mesafeden, belki görmeyi teklif etse Fırat ona gösterecekti ama bir genç kızın hiç tanımadığı bir adamın evine girmek istemesi gibi bir şeydi bu da; bayağı kılardı onu ve Emel bunu yapamazdı. Yapmamalıydı! Heyecanını yatıştırmak için bacağını sallamaya başladığının farkında değildi. Büşra gelmiş olsa biraz daha rahat olacağını düşünmeye başladı, ne kadar ısrar ederse etsin kabul etmemişti Büşra, onunla gelmeyi. Kabul etmemiş, üstelik de ormanın giriş yolunda bir köşede oturup beklemeyi teklif etmişti. Derin bir nefes bıraktı dışarı Emel! Büşra'yı yalnız bıraktığı için bir yerden vicdan azabı duyuyor bir yerden de Fırat'ı görmeyi çok istediği için başka çaresinin kalmadığını söyleyip kendini rahatlatmaya çalışıyordu.
"Kuzenin nerede?"
Daldığı hayallerden tutup çıkardı onu Fırat! Emel, elinde iki kupa kahveyle gelen Fırat'ın hareketlerini inceledi önce, sonra da uzattığı kahveyi alıp cevap verdi:
"Gelmek istemedi."
"Neden?"
"Biraz tedbirlidir o, seni tanımıyoruz falan diye öyle hemen arkadaşlık kuramaz, kimseyle."
Fırat kalabalık arkadaş çevresinin son zamanlarda kendini fazlasıyla bunalttığını hatırlarken Büşra'ya hak verdi. Hemen arkadaşlık kurmanın kendisine de hiç faydası dokunmamıştı. Başını sallarken onayladı Emel'i! Sonrasında kahvesini içmeye başladı, Emel'in beklediği gibi ardı ardına sorular sorup tanımaya, tanışmaya çabalamıyordu! Çekingen bir adam olmadığına yeminle bahse girecek kadar emindi ve bunu gelişinden hoşnutsuz olduğunu düşündürmek için yaptığını hissetti. Sustu... Sustu... Suskunlukları kahvelerinin sonuna kadar sürdüğünde, Emel ağlamamak için direne direne bıraktı bardağını masaya. Umduğu bu değildi! Bulduğunun yanından bile geçmiyordu. Fırat'ın ısrarla uzanıp uzanıp baktığı bilgisayarından başını kaldırmayacağını da anlayınca kalktı, Emel.
"Teşekkür ederim!"
Fırat, sandalyesinden kalkmadan:
"Ben teşekkür ederim ziyaretin için."
Bekledi Emel, onun eviydi o orman! Yolcu etmek denen kültürün onda var olmadığına kanaat getirirken arkasını dönüp hızlı adımlarla Büşra'nın yanına doğru yürümeye başladı. Gözlerinden hızla yaşlar akarken, bir yandan elinin tersi ile gözlerine biriken yaşları siliyor bir yandan da kendi kendine söyleniyordu:
"Aptalsın sen Emel, ancak böyle ağlarsın! Adam senden hoşlanmış mı? İki yüzüne güleni bir şey sanıyorsun, salaksın sen salak!"
Onun ağlayarak söylenmelerini duyan Büşra, oturduğu toprak zeminden üzerini silkeleyerek kalkarken, kuzeninin ağladığını görüp yanına koştu. Bakışlarında sorular vardı, bu sorulardan biri ise; ne olduğuydu? Emel, göz yaşları ile Büşra'nın boynuna sarıldığında Büşra onu teselli edecek sözlere sahip olamasa da kollarını boynuna doladı...
***
Gece yarısı olmasına rağmen Emel'in yatağının içinde usul usul içini çektiğini duyuyordu Büşra. Önünde ki test kitaplarının arasından ara ara uzatıyordu başını, kuzenini görmek için ama öyle sıkı kapanmıştı ki örtünün altına görmesi imkansızdı. Ağlamaması gerektiğini, iki gün sonra gidecek bir adam için göz yaşlarına yazık olduğunu yazıp durmuştu ama Emel, ağlamakta ısrarcıydı. Test kitabının arasına yastığının altından çıkardığı defterinin son sayfasını açtı. En son yazdığında babasından bir mektup almıştı. O mektuba dair hislerini bu deftere yazarken babasının mektubuna ise gene cevap verememişti. Şimdi ise onu tekrar hislerini yazmaya iten şeyin Emel'in üzüntüsü olduğunu düşünerek, aldı kalemini eline...
***
Ben de onu başka türlü biri sanmıştım... İnsanın yüzüne öyle dikkatli bakıyor ki, sanırsın herkesi fazlaca önemsiyor. Halbuki alakası bile yokmuş! Emel'i bu kadar üzen bir adamın birini önemseyecek olmasına inanmam artık. Hayat böyle değil mi zaten? Herkes kendini gördüğü bir aynaya sahip, o aynaya sığmaya çalışan herkesi bir kaç adım arkada sadece gölge misali tutuyor. Fazlalık gibi! Oysa bir aynaya ne çok insan sığar, kimse bunu bilmiyor. O da bilmiyor! Koskoca, çoşkun bir nehrin adını almış olması ne vermiş ki ona? Bir hiç! Bir genç kızın kalbini böylesine kırabiliyorsa, o nehrin bereketinden nasibini almadığı kesin! Ona anlamsız derecede kızgın olduğumu fark ediyorum. Elbette hakkım yok. Biliyorum Emel için de geçecek bu heves, bir günlük adama aşık mı olunur zaten? Ben ona bunun saçma olduğunu söylemiştim. Bazen beni hiç dinlemediği için kızıyorum ona ama biliyorum Emel'in kalbi çok derin, kimsenin bilmediği uçları bucakları var ve başına ne geliyorsa bu yüzden geliyor! Şu yazdıklarımı görse biliyorum ki bir daha ağlar! Ağlar ama sevinçten!
Düşünüyorum da sevinçten ağlamayalı kaç zaman geçti?