Büşra, ilk kez pazara tek başına gitmiyordu. Konuşamıyor olabilirdi ama pazarda herkes onu tanıdığı için yardımcı oluyor, müşterilere cevap veriyorlardı, onun yerine. Büşra da onların tartılarına yardım ediyor, tezgahlarını düzenliyor, çaylarını demliyordu. Böylece ödeşiyorlardı... Bütün günü bu yöntemle atlatmış, tezgahında kalan bir kaç parça sebzeyi torbasına doldurmuş, evine geri dönüyordu. Köy ile kasabanın birbirine yarım saatlik yürüme mesafesinde oluşu ve o yolu yalnız yürüyecek olmasından dolayı bugün gözünde büyüyordu ama yıllardır, Emel ile kışları bile çabucak geçerdi o yol. Ayakkabılarına dolan onca çamurun ağırlığında, tepelerine inen yağmurla; orman yolunda gülüşe gülüşe dönerlerdi evlerine. Bugün Emel'in ateşlenmesi, dün ki üzüntüsünden kaynaklanıyordu biliyordu Büşra, ama yengesi numara yaptığı için onu zorla pazara göndermeye çalışmış, o halde itip kakmıştı. Büşra, bu nedenle daha çabuk gitmek istiyordu eve, bir sıcak çorba yapıp koymalıydı önüne, bol limonlu bütün çorbaları çok severdi, Emel. Adımlarını hızlandırdı! Yanından geçip giden bütün arabaların gürültüsünü duymazdan gelip, gölün şırıltısına, kuşların cıvıltısına bıraktı kendini. Ayağında ki ince tabanlı terliklerin çok üzerinde durulduğunda ayaklarının altını acıttığını düşünmemeli ve daha hızlı yürümeliydi eve. Emel'in iyileşip iyileşmediğini gözleri ile görmeliydi. Gözleri ile görmeli, ona bakmalıydı! Kendisi hasta olduğunda Emel'in de yaptığı gibi. Orman yolunda duyduğu müzik sesi, kulağına değen göl şırıltısını, kuş cıvıltısını engellediğinde bunun ormanın içinde kamp yapan o kötü kalpli adamdan geldiğini fark ettiği ana kadar hızlıydı, Büşra.
Elbette kötü kalpliydi Fırat, iyi bir insan hiç bir surette Emel'i üzmezdi. Emel üzülmeye layık olabilecek türden biri değildi; çünkü. Adımlarının yavaşlayışı; kulağına değen müzikten de değildi üstelik, ah diyordu; ah bir konuşsam da söylesem ona, haddini bildirsem, kardeşimi ne kadar üzdün sen ne hakla desem; diyordu içinden.
Ne değişecekti ki söyleyince? Önemseyecek miydi yani? Tüh, vah ben ne yaptım mı diyecekti?
Sanmıyordu, Büşra! Sorumlulukları eksik, her istediğini elde eden türden şımarık bir şehir serserisi için bu kadar iyimserliği Emel yapmıştı zaten, bir de kendisinin yapmasına lüzum yoktu. Gene de başını uzatıp görmeye çalıştı adamı, ayaklarının ucunda yükseldi biraz ve ağaçların arasından baktı. Mavi karavanı gördüğünde adımlarını ormanın içine sürükledi. Bir ağacın arkasında duydu adamın sesini, bir şeyler söylüyordu! Kiminle konuşuyordu ki? Bunun merakında unuttu yapacaklarını ve bir adım daha yürüdü içeri doğru, bir adım daha derken, adamı da gördü sonunda.
"Bütün güzeller gibi benim olmaya mahkumsunuz!"
Ne diyordu, kime diyordu böyle? Kendini beğenmişin teki olduğu konusunda hiç yanılmamış olması ne güzeldi? Bunu anlatabilirdi Emel'e, hiç bir şey kaybetmediğini görmeliydi Emel, görüp göz yaşlarını onun için heba etmemeliydi. Sabah ki hasta haliyle gelmek için ısrar ettiği fedakarlığını anımsadı Büşra, illaki yalnız göndermek istemiyordu Büşra'yı; ama, dinlenmezse ertesi güne daha kötü olacak ve belki daha da uzun yatacaktı.
Hepsi şu kendi kendine konuşan adam yüzündendi.
O da nesi? Elinde tuttuğu oltanın ucunda kocaman bir sazan balığı duruyordu. Ellerini birleştirdi çenesinin altında, balığın hayat mücadelesinde ki kıpırdanışına içi sızlayarak bakıyordu. Ağzına takılan iğne canını nasıl da yakıyordu kim bilir?
"Gel bakalım arkadaşlarının yanına, burada güzel güzel yüzün, sizden şahane ızgara yapacağım!"
Tek başına bir kova dolusu balık mı tutmuştu bu adam? Belli ki gözü de doymuyordu! Kovanın içinde sandığı gibi çok balık olup olmadığının merakında biraz daha yaklaşmak isterken kendine mani oldu Büşra.
Fırat bir kez daha fırlattı oltasını suya! Doymuyordu işte bir daha tutacaktı balık. Hırsı büyüdü Büşra'nın, hem katlettiği balıkların hem de Emel'in intikamını almak hissi ile elinde ki pazar torbasını omzuna astı, ayaklarının altında ki toprağın çok ses çıkarmamasına özen göstererek yavaş adımlarla yürümeye başladı. Çocukken babası ile balık tuttuklarında yaptığını yapacaktı! Gün sonunda dayanamayıp kovayı denize boşalttığı için, babasından yediği azarları umursamadan; güldüğü zamanları, babasının annesine karşı gururunu kurtarmak için balık pazarından aldığı balıkları... Canının yangını ile durakladı bir an yerinde, bunları düşünmediği zamanlara gireli çok olmuştu. Büyüdükçe hakim oluyordu iradesine, engel oluyor düşünmüyordu geçmişi bir şekilde. Kendini toparlayıp kafasındakini uygulaması şarttı. Emel'e bunu anlatmak için sabırsızlanırken, usul usul yaklaştı avına. Fırat'ın ardından yanaşırken, yapmak istediği şey kafasında büyüyüp kalp atışlarını hızlandırdı ve heyecanına yenik düşüp koşarak kaptı kovayı:
"Ne yapıyorsun?"
Fırat, uzanıp kolundan tutana kadar bir çığlık koparıp döktü balıkları suya.Fırat, ağzı açık bir şekilde ellerini çekti Büşra'dan:
"Deli misin kızım sen?" diye haykırdı.
Sadece omzunu silkti Büşra, omzunu silkti ve arkasını dönüp elinde ki kovayı fırlatıp yürümeye başladı. Fırat, kovanın zeminde çıkardığı tok sesle Büşra'nın başına örtülü beyaz tülbentin boncuklu uçlarının çok altında kalan saçlarının sallanışını seyrederek kalakaldı. Kız az önce ki yıkıma kendisi neden olmamış gibi rahat bir tavırla yürürken, Fırat hırsla bıraktı oltasını ve uzanıp tuttu; Büşra'nın kolundan. Biraz sert davranmış olması tamamen saatlerdir uğraşıp tuttuğu balıkların geldikleri yere dönmüş olmasındandı. Büşra'nın o garip renkte ki gözleri; yüzüne öfkeyle döndüğünde, o öfkenin nedenini anlayamadı Fırat sadece biraz kısıldı sesi, acizleşerek:
"Niye döktün balıkları?" diye sordu. Büşra, kıvranarak kolunu kurtarmaya çalışıyordu, Fırat'ın elinden. Adam konuşamadığını bile bile ne diye soruyordu ki ona?
"Yok öyle küçük hanım, neden yaptığını açıklayacaksın? Sabahtan beri o balıklar için uğraşıyorum ben."
Birde açıklaması konusunda ısrarcı mıydı yani?
"İnsan acır biraz ya, emeğe saygı değil mi? Öyle gözünü bile kırpmadan, telef ettin resmen akşam yemeğimi."
Kolunu kurtaramayacağını anladı Büşra, gözü kararmıştı bir kere ve bu meselenin geri dönüşü yoktu. Omzunu silkti yüzünü eğerek. Başında ki tülbentten sarkan kakülleri gülümsetti Fırat'ı, o an unuttu giden her bir balığı. Kızın kolunu usulca bıraktı sonra da. Üzerinde ki penye tişört ve rengarenk etek, ayağında ki terlikle, koluna geçirdiği koca bez çanta ile pek bir cezbediciliği olmaması gereken o kız çocuğunun, onda uyandırdığı sevinç hissine takıldı kaldı.Tam olarak hissinin adı sevinçti! Bir müjde almış gibiydi şimdi Fırat, iki gün evvel çocuk gülüşü ile takılıp kaldığı güneş rengi kızın bembeyaz yüzüne yerleşip durmuş masumiyet; ona sevinci veriyordu:
"Ne yiyeceğim ben şimdi?" diye sorunca Fırat; bir durakladı Büşra. Sahiden yiyeceği olmayabilir miydi?
"Zaten yemek yapmak konusunda son derece beceriksizim bir de sen aldın yemeğimi göle döktün. Zaten bu gölde onlardan sayısız tane var, kovamda ki üç beş balığa mı ihtiyacı var gölünüzün?"
Biraz pişmanlık hissediyor olabilir miydi, Büşra? Merhamet tarafının anında peydah oluşuna içten içe kızmaya başlamıştı ki, Fırat omzunda ki torbayı gösterdi:
"Artık akşam yemeğine ne verirsen onu yiyeceğim. Ne var torban da, şöyle güzel bir pazı dolması mesela."
Torbasında pişmiş yemekler olduğunu düşünen adamın sözü üzerine gülünce Büşra, bunu engellemek için eli ile ağzını kapadı. Kızın sesini gülüşü ya da çığlığı dışında duymanın mümkün olmadığını bilen Fırat devam etti sözüne:
"Hadi ama balıklarımı özgürlüğe kavuşturduğuna göre alternatifin vardır."
Adama torbanın içindekileri gösterip bu fikrin pek iyi olmadığını anlatmak amacıyla omzundan çıkardı torbasını, yere bırakırken kendisi de diz çöktü. Sonra gözlerini dikti Fırat'a, Fırat bakışlarında ki daveti görünce onunla beraber oturdu yere. Büşra, torbanın ağzını kocaman açıp içinde ki çiğ kabak ve lahanaları Fırat'ın görmesini sağlarken, Fırat şaşkınlıkla kabaklardan birini eline aldı:
"Çiğ kabak nakliyecisi misin sen, nereden geliyorsun böyle?"
Cevap veremeyeceğini bile bile neden halen soru soruyordu ki bu adam böyle. Hıncını alamayıp keşke onu da göle itekleseydim diye düşünürken, Fırat bileğinden tutuverdi Büşra'nın:
"Gel bakalım sen bir benimle."
Adam, kuvvetli ellerinin hakimiyetinde ardından çekince kızı, Büşra bağırmaya başladı.
"Korkma yahu!" dese de Fırat, hiç tanımadıkları birine, Emel ile bu kadar sokulmalarına olan kızgınlığından; onu duymuyordu bile Büşra.
"Bağırma bir bağırma, aman ne fena sesin var senin ya, kurdu kuşu yığacaksın tepemize. Kızım sussana, sus diyorum susss!"
Kolundan tutup oturttu onu Fırat karavanın önünde ki masanın önüne ve bıraktı bileğini. O an sustu Büşra.
"Katil, tecavüzcü sapık ya da manyak falan mışım gibi bağırıp durma, kulağımın zarını deldin!"
Yanında ki sandalyeyi çekti o esnada Fırat ve kendisi de oraya geçti, diz üstü bilgisayarının ekranını beklemeden aktife aldı;
"Bugün ne kadar para kaybettiğimi bir bilsen..." diye başladı söylenmeye takip sayfası önüne gelince ama sonra sustu! Bu köylü kızı nereden anlayacaktı ki borsadan! Bir not sayfası açtı ve:
"Yaz bakalım neden döktün balıkları?" dedi.
Büşra, bir ona baktı, bir de beyaz sayfaya sonra ani bir hamle ile kalkmaya çalıştığı sandalyeden, güçlü bir el ile engellendi:
"Klavye kullanmayı bilmiyor musun?"
Ne sanıyordu ki bu adam kendini? Cahil, hiçbir şeyden anlamayan kabakçı bir köylü kızı mı? Uzandı klavyeye:
"Yetinmek diye bir şey var, bir kişi bir kilo balığı yiyemez." yazdı.
Fırat önce anlayamamış gibi iki üç kez okudu yazdığını sonra sesli okudu:
"Belki ben yiyorum!" dedi suratını asmış kıza doğru bakarak. Kız bir kez daha uzandı klavyeye ve tuşlara bastıra bastıra: "Ziftin pekini ye!" yazdı. Kahkahası yankılandı ardından Fırat'ın! Hafif safça olduğunu düşündüğü turuncu kızın çetin ceviz çıkacağını hiç düşünmemiş olması bir sürpriz olmuştu.
"Onu da yerim,sayende bu akşam yemeksizim."
Gözlerini gökyüzüne çevirdi Büşra, güneş batıyordu ve eve gitmek için çok geç kalmıştı. Tekrar ani bir hamle ile kalkmak istediğinde tekrar engellendi:
"Bana yemek pişireceksin güneşin kızı?"
Güneş de kimdi? Ne diyordu bu adam böyle? Anlamsız bakışlarla sorguladı adamın ifadesini:
"Artık kabak mı yaparsın yoksa lahana mı?"
Ciddi miydi yani?
"Bakma öyle ciddiyim, yemek pişirmeden seni göndermem. Ama yok pişirmem diyorsan seni burada bir ağaca bağlarım..."
Kızın bakışlarında ki korku susturdu Fırat'ı, hafifçe gülümsedi:
"Bağlamam korkma! Ne diye bağlayayım seni şaka yapıyorum. Yemek yapacak mısın yapmayacak mısın?"
Bileğine kelepçe olmuş ele uzattı bakışlarını, adamın zarif parmakları gövdesinin heybetine biraz ters düşüyordu adeta. Fırat, elini usulca çekti kızın çırpınışlarından ve yazdı tekrar Büşra:
"Emel hasta, benim gitmem lazım."
"Neyi var?"
Endişelenmiş gibi miydi? Bunu adamın yüzünde ararken hangisini istiyordu Büşra, endişelensin mi endişelenmesin mi?
"Üşütmüş!"
"Kıyafetlerinizle göle girersiniz... Gerçi sen hastalanacak gibi görünüyordun ama!"
Hayır, sandığı gibi değildi Emel'in hastalığı çok da umurunda değildi. Tekrar yazmaya başladı:
"İnsanları önemsemek meziyettir."
Fırat bunu da iki kez okudu.
"Önemsenecek insan var önemsenmeyecek insan var."
Ve bir kez daha dile geldi parmakları Büşra'nın:
"Meziyetsizsin demek ki?"
Bu defa başardı Büşra, hızla kalktı yerinden ve orta yerde duran torbasını alıp yoluna çevirdi yönünü. Fırat, bu defa mani olmadı kıza ve sadece arkasından seslendi:
"Neyse bir pazı dolması sözün olsun!"