BÖLÜM 2- TATİL GÜNLÜKLERİ

2425 Words
  Bu sabah gözlerimi açtığımda, annem ve babamı yatağımın kenarında beni izlerken görünce tarifsiz bir sevinç yaşadım. Ancak bu kavuşma başka bir ayrılığın habercisiydi.  "Vakit geldi mi?" Diye sordum ikisine de uzun uzun sarıldıktan sonra. Gece gelmişler ve yol yorgunluğundan onlarda uyumuşlardı. Yeni doğan güneş ve erken saatte evden yükselen gürültü, kahvaltıdan sonra hep birlikte tarlaya gitme işaretiydi. Anneannem arabamızı tıka basa doldurma niyetindeydi çünkü. Düşündüklerini dedemin tekrar dile getirmesine kızıp birbirlerine homurdanıp duruyorlardı. Çok güldüm bu hallerine; ses tonları, yükselip alçalan tansiyonla doğru orantılıydı. İki insan sinirlenip birbirine ateş püskürürken nasıl aynı zamanda bu kadar tatlı olabilirdi ki.   Yorucu günün ardından akşam yemeği sonrasında çaya Semalara gittik. Büyükler çay içerken üçümüz terasa çıkıp minderlerimize oturduk ve konuşmaya daldık. Aşağıda da çayın demi kadar koyu bir sohbet ortamı olduğunu anlamamak imkânsızdı. Daha önceki gecelerden farkı ise annem ve babamın evimde hissettiren sesleriydi.  Akdeniz, bilmiş edalarla ekinlerin yetişme sürecini ve sebzelerin toprakta geçirdiği evrimleri anlatıyordu. Bende o konuşurken sözünü kesip kızdırıyordum ve birbirimizin eline koluna vuruyorduk. O sırada Sema heyecanla her iki elinin işaret parmaklarını kaldırıp Akdeniz'in ve benim dudaklarımıza dokundu.  "Susun! Sessiz olun!"  İyice yoğunlaşmak için gözlerini kapadı ve tekrar aşağıdan gelen konuşmaları dinledi.  "Hadi, balkon tarafına çabuk! Çabuk!"   Ellerimizden tutup bizi kaldırdı ve eğilip yerden minderini aldı, bize de almamız için kaş göz işareti yaptı. Onu taklit ederek terasın balkonu gören kenarına geldik ve aşağıyı görecek şekilde yüzüstü yere yattık. Sohbet gerçekten çok ilginç yerlere gelmişti. Gözlerim yuvalarından fırlayacak kalbim duracak gibi hissetmiştim Muhlis amcanın 'karayılan' dediğini duyduğumda. Çok korktum ve refleksle kafamı Akdeniz'in kolunun altına soktum, beklemediği ani hareketimle donakaldı. Korktuğumu anlayıp kendini toparladı ve elini kıvırıp kobra görüntüsü verdi. Tıs... Tıs... Diye dişlerinin arasından yılan sesi çıkarıp parmaklarıyla kafama vurdu. Bende, onun elini yakalayıp şaplaklar indirdim yüzüne, kafasına artık neresi denk geldiyse. Biri kulağına isabet etti ve inlediğini görüp ancak durdum. Sema "Şşt..." Diyerek araya girdi ve "Susun da dedemi dinleyelim" Dedi.  Hemen eski halimize döndük, yanaklarımız avuçlarımızın arasında kulaklarımız sonuna kadar açık. Muhlis amca heyecanla anlatıyordu. Şimdi hatırlamıştım annemler sebze toplarken biz oyun oynuyorduk o sırada bizden uzaklaşıp aşağı tarlaya doğru gitmişti.  "Bizim muhtar Elifgilin mahsulü bıldır ki gibi deelmiş. Halil'i görünce yanına vardım selam verdim, Halil yere çömelmişti ekin destelerinin arasından başını uzattı. Elini alnına siper edip 've aleyküm selam' dedi amma yüzü gıpgırmızı kan ter içinde burnundan soluyor. 'Eyi misin oğlum hayırdır ' diye sorar sormaz goşuverdi yanımda bitti. 'Valla hayır mı bilmem Muhlis emmi, bak hele' dedi geldiği yeri gösterip. Bir garayılan, orakla kesmiş başını öyle galmış yerde. Bedeni aha golum gadar, boyu ben deyim üç metre siz deyin beş metre. 'Geçen hafta anam görmüş tarlaya geldiğinde. Dünde bizim avrat, korkmuşlar çoluk çocuğu sokar diye. Yetiş Halil! Diye bağırdı demincek anam. Soyha ekinleri de telef etmiş Muhlis emmi, bende orağı bir salladım gafasına aha işte.' Dedi. Aman oğlum garayılanlar bu zamanda eşsiz gezmez ağzının içine bir parça ekmek sokuştur, eşi peşine düşer. Ekmeği görürse hırhızlık etmiş der bırakır gider. 'He eyi dedin Muhlis emmi goyarım elbet' dedi Halil. Benim nenem küçükken anası bir garayılan öldürmüş, eşi rahat vermemiş bunlara. Sonra gaç gün gaç gece beklemiş onu da öldürmüşler de gurtulmuşlar, bizim köyde çok olur. Yav o hayvan bile bilir hırhızlığın eyi olmadığını bizim iki ayaklılar bilmez ya..."  Kalabalıktan bir uğultu yükseldi. Soğumaya yüz tutan çayından bir yudumu höpürdeterek boğazından aşağı kaydırdı Muhlis amca. O arada bir sessizlik ve bardağı tabağına götürdüğünde sessizliği yaran tan sesi çınladı açık havada. Koro halinde tan sesleri ve şıngırtılar duyuldu. Sonra dedem konuşmaya başladı.  "Hayvandır neticede yaradana gurban amma yüzü soğuktur bunların. Sene gaçtı unuttum bizim ineğin anası varken ahıra yuva yapmış."   Dedem, anneannemin korkusunun tazelendiğini görüp rahatlatmak istercesine bir bakış atıp başını oynattı ve konuşmasına geri döndü.  “Bazen gece hayvan bir depinirdi evden duyardım sesini. Depinir, depinir ağlar gibi böğürürdü. Sonra heç sesi galmazdı. Gel zaman git zaman ben bunun peşine düştüm, baytar getirdim heç bişeyi yokmuş amma gene bağırır bizim ki. Bir gün ahırı temizlerken bir delik buldum. Gazarken gazarken, yuvası çıktı meydana. Bir boz yılan, yavrulamış hemide. Günah öldürmemeli şimdi, ineği oradan çıkarıp bekledim. İkinci gündü girdim ahıra baktım daş duvarların arasındaki bir delikten akarak dışarı çıkıyo bunlar. Haydin selametle dedim bende çıktım, yukarıdaki tarlaların içine dalıp gayboldular. Rahmetli babam geldi o gün durumu gördü. 'Bu meret senin ineğin sütünü emmiş bunca zamandır, heç sütü azalmadı mı? Anlamadın mı oğul?' dedi. E azaldı emme gebedir ondan zaar dedim. 'Yok, bak memesi körelmiş bu garibin.' Babam aklımı başıma getirince hepsini tek tek sağdım birinden heç süt gelmedi öteki üçünden de az geldi. Demek hayvan görünce korkup depinirmiş. Bizim Kamil'i aldım yanıma yere beton attık, duvarı sıvadık badana yaptık betonun üstüne de saman döşedik. Hayvanlarda rahata erdi bizde."  "Şimdilerde burada şeher içinde galmadılar ya çok şükür." Dedi Gülizar teyze rahat bir nefes alarak. Herkes onayladı yılan tehlikesinin artık evlerinden uzak olmasını.  Aşağıdakiler konuyu değiştirince bizde konuşmalarından sıkılıp, tekrar eski yerimize döndük. Aklım bu korkunç ve gizemli hayvanlarda kalmıştı ama. Demin küllenen ateşi yeniden canlandırmak istedim.  "Biliyor musunuz ben hiç yılan görmedim." Akdeniz sahte bir kahkaha patlattı.  "Genellikle ince uzun olurlar, kolları bacakları yoktur, yerde sürünürler, çeşitli renk ve desenleri olan bir sürü türü vardır.” Dedi alay ederek. Dayanamayıp sırtına bir şaplak indirdim.  "O kadarını bizde biliyoruz herhalde." Dedim.  Anaokulunu bitirdikten sonra iki yıl üst üste yaz tatilimi İzmir'de babaannemlerde geçirmiştim. Dedem hayvanat bahçesine götürmüştü fakat korkmamam için yılanların olduğu bölüme girmemizi istemezdi. Daha sonra babaannemi kandırıp bir yolunu bulmuştum. İlk defa orada gördüm yılanları. Cam fanuslar içinde kıpırtısız kıvrılmış yatıyorlardı, hatta bir tanesi kamyon tekerleği gibiydi. Gizemliydiler soğuk dense de.  Babaannemlerin evi deniz kenarındaydı, denize ve yüzmeye bayılırdım. O yüzden anneannemlerin yanında kalmaya pek istekli olmazdım. En son geçen sene bayramda gelmiştik buraya, kış mevsimi olduğundan sürekli yağmur yağmıştı ve hiç dışarıyı keşfedememiştim. Hadi Akdeniz neyse de Sema'da yoktu ortalarda. Eve tıkılıp kalmak ve arkadaşsızlık, isteksizliğimin nedenlerindendi. Tabi güzel şeylerde vardı teyzemle giyinip süslenmenin eşyalarını karıştırmanın tadı ayrıydı, dayımların hakkını da yememem lazım biri her istediğimde mısır patlatır diğeri bir işaretimle taze sıkılmış portakal suyumu hazırlardı.  Ama İzmir'de arkadaşlarım vardı. Bir dakika ne garip oldu şimdi fark ettim de. Dudaklarımdaki gevrek gülümseyiş kahkahaya bıraktı kendini. Tanıştığımız gün Akdeniz'e yaptığım güzel ama yersiz espriyi hatırladım gülerken. Sema dirseğiyle kolumu dürttü.  "Ne gülüyorsun yine ya!"   "Biliyor musunuz İzmir'de Ege diye bir arkadaşım var benim." Dedim, Sema küçümseyerek "E, ne olmuş yani?"  Ben asıl Akdeniz'in tepkisini merak edip ona baktım. “Acaba amcamlara gitsem orada da Marmara’yı bulabilir miyim?” Şansımı zorladığımın farkındaydım ve Akdeniz cevabı yapıştırdı hemen. Haklı olmanın verdiği güvenle omuzları da kabarmıştı.  "Ukala şey sen de! Gidip bir aynaya baksana tıpkı Kamil dayımın horozu gibisin. O da bahçede bir ileri bir geri yürürken kabarıp sana benziyor. Ama ben üzerine gidince korkup kaçıyor."  Yine gülmeye başladım, nihayet onu bozdum derken omuz silkti "Hıh! Bence üzerine fazla gitme dönüp kovalamaya o devam edebilir ve gagalarsa görürsün."  Sema geç kaldı diye düşünürken ertelenmiş saat alarmı gibi girdi hemen.  "Sandığın kadar ilginç değiller ama ürkütücü oldukları kesin ıy!"  "Bence de farklı hayvanlar diğerleri gibi değiller kol yok, bacak, yok, kulağı burnu yok o yüzden çok hikâyeler uydurulmuş yılanlarla ilgili. Seneye gelirsen bizim köye götürelim seni, Sema iyi bilir yazın hemen hemen her taşın ya altında ya üstünde bir yılan görülür. İnan bana o kadar korkunç değiller, aslında onlar daha korkaktır en ufak bir harekette kuş gibi kaçarlar. Rahatsız etmezsen kesinlikle saldırmaz, sen bastığın yere dikkat et yeter. Bakın size bir hikâye anlatayım."  Akdeniz'in ses tonu sanki yeni bir konu işlemeye başlayan öğretmenim gibiydi. Kendine çeki düzen verip oturuşunu düzeltti, bizde saygıyla doğrulduk, ciddi ifadelerle yüzünü inceleyip dinlemeye hazır olduğumuzu gösterdik. Başladı anlatmaya.  "Çok eski zamanlarda büyük bir köyde yaşayan dünya güzeli bir kız varmış, senin gibi güzelmiş yani."  Kendimi çok beğensem de başkasından duymak utandırdı biraz, kalbim küt küt attı ve yanaklarım ateş gibi yanmaya başladı. Sema araya dalıp "Ben güzel değil miyim yani ?" demeseydi heyecanım anlaşılırdı herhalde. Sanki Akdeniz'in de yanakları kızarmıştı. O da saklamaya çalışarak yere baktı.  "Güzel olmaz mısın hiç amcakızı, ama yengeme söyle bir daha saçlarını böyle eğri büğrü kesmesin."  Bende yüzümü gizlemek için gözlerimi biraz kaldırarak Semaya baktım. Geçekten çok güzel bir kızdı ama Akdeniz haklıydı kaşlarının üzerinde biten kâkülleri testere dişleri gibiydi. Her ne kadar saçları özensiz kesilmiş olsa da güzelliğine asla gölge düşürmüyordu. Siyaha çalan kahverengi gözleri kıvılcımlar saçarak "Bir daha annemin önüne oturursam saçımı kes diye arap olayım emi " dedi.  Hep birlikte güldük ancak bir süre Akdeniz'in yüzüne bakmadım. Gecenin karanlığında yerde ağır ağır ilerleyen küçük böceği izledim anlatmaya başladığında.  "Neyse kız çok güzelmiş işte, çok da iyiymiş. Bu köye bir yılan dadanmış büyük bir insanın bacağı kadar kalın ve upuzunmuş. Bir gün çeşme başında kızı görmüş ve âşık olmuş. Nereye gitse kızı takip edermiş hatta gece yatağına girince gelir sabaha kadar güzelliğini seyredermiş. Önceleri fark etmemiş yılanı, bir gece su içmek için kalktığında karşı karşıya gelmişler. Kız bir bağırmış bütün köy ayağa kalkmış yılan da hızlıca akıp gitmiş. Köylü yılan nöbetine başlamış o günden sonra. Bulamamışlar tabi kayıplara karışmış. Derken zamanla unutulmuş bu da yılanın eline fırsat vermiş, yine kızı izlemeye başlamış. Kız da bu olayda bir esrar olduğunu hissetmiş. Yılan gelip sadece kıpırdamadan kendisini izliyormuş anlamış yılanın niyetini. O da alışmış bu duruma hatta bazen geceleri uyanır yılanda bedeni üzerinde kalkar birbirlerine bakarlarmış. Kızlarında ki değişimin farkına varan ana babası artık evlilik çağı geldi geçiyor diye düşünmüşler. Tam o sırada köyün ağası kızı oğluna istemiş, babası da her yönden hayırlı bulduğu kısmetine vermiş kızını. Kız da yılan da üzülmüşler bu olanlara ama elden ne gelir. Neyse düğün günü gelmiş çatmış kalabalık çekilince gelin ve damat da odalarına geçmiş. Yılan gelmiş gözlerini damada dikerek kızın önünde durmuş. Damat onu oracıkta öldürmek istemiş ama bir yandan da korkuyormuş. Koca yılan, bir gün iki gün derken zaman bu şekilde geçmiş kimselere de söylememiş 'ağanın oğlu yılandan korkuyor' demesinler diye. Kafasına koymuş bir gece odasına giderken eline nacak almış, geldiğini görünce kızın önüne dikilen yılana vurmaya çalışmış ama bir türlü tutturamamış. Yılan nacağın altından sıyrılıp kaçıyormuş. Sonra kız kocasına yapma etme derken araya girince nacak kızın şahdamarına isabet etmiş. Bunu gören yılan acı içinde kıvrılarak hızlıca adamın üzerine atılmış ve anında sokmuş. Kızın yanına gelip bir feryat etmiş ki sormayın, cansız bedenine iyice yaklaşıp kollarının arasına girmiş ağzını açıp kocaman dişleriyle kuyruğunu ısırmış, kalan zehriyle de kendini öldürmüş."  Uzun bir süre sadece susup uzaklara daldık Sema'nın da benim gibi gözleri dolmuştu, gerilim ve üzüntüyü aynı anda yaşadık. Akdeniz bir anlam veremedi ikimize de bir elini Sema'nın bir elini benim gözlerimin önünde aşağı yukarı sallayıp "Siz iyi misiniz?" diye sordu.  Sema gerçek dünyaya çabuk dönmüş hikâyeye dair keşke-lerini dile getiriyordu. Bense hayal âlemine dalıp gitmiş annemin sesiyle kendime gelebilmiştim. Zamanın bu kadar hızlı geçmiş olması canımı sıkmıştı. Üçümüz bir gün, birlikte zaman makinesi icat edecektik ve geçmişe dönüp çok mutlu olduğumuz anlarda zamanı durduracaktık. Annem beni çağırıyordu ve o anlardan biriside kesinlikle bu geceydi.  Anneannemlere döndüğümüzde herkesin gözü saatteydi yelkovanla akrebin on iki de buluşması vaktin ne kadar geç olduğunu hepimize anlatıyordu. Ertesi gün çok erken kalkmam gerekiyordu; çünkü yola çıkmadan önce onlarla biraz daha vakit geçirmek istiyordum. Su içmek için odadan çıktığımda sofa da Kamil dayımla karşılaştık. Yaklaşık iki ay boyunca bir aradayken birbirimize takılmadan duramamıştık. Yine top bendeydi ve fırlatmaya hazırdım.  "Dayıcığım, sabah erken kalkmalıyım senin şu tipsiz horozu saat yediye kurar mısın?"  "O zaten kendini senin için kurmuştu ama tipsiz dediğin için vazgeçecek."  "O zaman bir daha ki gelişim sonu olur söylersin sende. Adil dayımda sevmiyor zaten sen yokken keser yeriz bizde, suyuna da pilav pişiririz. Bir daha kimsenin kulağının dibinde ötemez böylece."  "Seni horoz katili seni!"  Diyerek beklemediğim bir anda gıdıklamaya başladı. Birbirimize iyi geceler dileyip odalarımıza geçtik.  Sessiz olmaya çalışan ayakların gümbürtüsü ve burnumda mis gibi bir koku. Anneannem anlaşılan en sevdiğim çökelekli gözlemeden yapmış kokusu da bütün evi sarmış, guruldayan mide ile uyandırmıştı beni. Birden aklıma horoz geldi ve kızarak yataktan fırladım yine en son ben uyanıyordum.  "Eh be horoz, hani beni uyandıracaktın?" Diye söylenirken banyonun önünde dayımla karşılaştık boynunda havlusu esneyerek gözlerini ovuşturuyordu.  "Hiç surat asma küçük cadı kabahat sende, zavallı sesi gidene kadar öttü. Uykuculuğun yüzünden horozumu suçlama."  Hala yarı açıkgözlerimle gülümsedim dayıma. Ayrılık acısı, dizimde kabuğu yeni kalkmış bir yara gibi sızlamaya başladı.  Kahvaltı soframız her zaman ki gibi muhteşemdi ama Sema ve Akdeniz seslendiğinde yuttuğum son lokmam oldu, sofradan izin isteyip kalktım ve koşa koşa aşağı indim.  İçi birbirinden güzel taşlarla dolu billur gibi akan derenin kenarından yürüyerek Kartal Tepesine tırmandık. Aslan kayanın dibine oturduk, hararetle gelecek sene yazın neler yapacağımızın planını çizdik. Sema gelmeyeceğim ihtimalini düşünüp endişelerini dile getiriyordu. Boşuna endişelendiğini kanıtlamak için "Merak etmeyin seneye geldiğimde ilk işimiz buraya çıkmak olsun.” Sağ ellerimizi üst üste koyup birbirimize söz verdik. Çimenlerin üstüne yattık ve gökyüzünde pamuk gibi görünen bulutları izlemeye daldık. Dünkü hikâyeden çok etkilenmiştim bu sebeple lafı dönüp dolaştırıp yine yılanlara getirdim belki Akdeniz başka hikâyelerde biliyordur diye umutlandım. O da niyetimi anlamıştı eliyle karşıdaki dağları gösterdiğinde.  "Şu dağlarda çok değişik yılanlar varmış, babam bir kere incecik ve uzun olan ok yılanı denilen bir türden bahsetmişti. Yanından geçerken onu göremezmişsin sarıldığı ağacın bir dalı gibi dururmuş, kötü niyetli insanları sezer ve kırbaç gibi bedeniyle şak diye vururmuş. Hatta odun kesmeye gelenleri hiç sevmezmiş. Dağın dibinde bir köy vardır bir zamanlar oradaki insanlar bu ok yılanının korkusundan birçok kışı soğukta geçirmişler."  Sema ve ben çok korkup birbirimize sarılarak "Ya..." diyebildik sadece. "Asıl en ilginç hikâyeyi anlatayım size." Dedi sesine gizemli bir hava katarak.  "En büyük dağ var ya, orada çok büyük bir kayalık bulunur. O kayalığın içinde bir mağara varmış kimse girip bakmaya cesaret edemezmiş. İşte o mağarada bir insan bedeni kalınlığında ve buradan şuraya kadar uzun -oturduğumuz yerin karşısında ki ağacı gösterdi yani yaklaşık on, on beş metre kadar- bir yılan varmış. Bu yılan mağarada uyuyormuş, adını üç kere üst üste söylersen uykusundan uyanır ve seni bulur yermiş. Çok korkunç ve tehlikeliymiş."  "Adı neymiş peki?" Diye safça sorduk Sema ile.  Sema sözünü geri alarak "Tamam, merak etmiyorum etmeyeceğim" Dedi ama ben onun gibi korkup geri çekilmedim, üstüne gittim Akdeniz'in söylesin diye. Hatta yalvardım resmen ama Nuh dedi peygamber demedi. Bir insan bu kadar ısrara nasıl kayıtsız kalır anlamadım. Acaba gerçek miydi? Yok, gerçek olamaz sadece insanları korkutmak için uydurulmuş hikâyelerden biriydi bence. Öyle dev gibi yılan mı olur hiç? Hem kim isim vermiş ona? Bizi nasıl duyacak, dağ nerede biz nerede? Kafamda deli sorular kızgınca baktım Akdeniz'e.  Ya gerçekse? "Aslında eskilerin anlattığı hikâye ve efsanelerde biraz gerçeklik payı olmuyor değil" derdi babam anneme. Hayır, mümkün değil bu gerçeklik payı olmayan bir hikâye. Akdeniz olaya gizem katıp bizi inandırmaya çalışıyordu sadece.  "Söylesen ne olur ki? Gerçek değil bizi korkutmak istiyorsun ama başaramadın ben korkmadım çok merak ettim sadece. Lütfen söyle bak küserim..."                 "Sana onun adını söylemeyeceğim."               
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD