2. BÖLÜM
MUTLU SON ZAMANLAR
Üç yıl önce bu kasabaya, Frost’a, yeniden gelerek taşınmamızın sebebi üvey babam Richard’ın dördüncü evre akciğer kanseri teşhisi almasıydı. Kanser, sinsice vücudunda kök salmış, yalnızca ciğerlerini değil, böbrek üstü bezlerini de ele geçirmişti. Doktorlar açıkça konuşmuştu; tedavi seçeneği yoktu, kurtuluş şansı sıfırdı. Annem Vanessa, onun daha fazla hastane odalarında çürümemesi için bir karar vermişti. Belki de bu kararın ardında, Richard’ın son günlerini huzurlu bir yerde geçirmesi için duyduğu suçluluk ve çaresizlik vardı. “Frost’a gidelim,” demişti annem bir akşam mutfak masasının başında otururken. “Orası sessiz. Orada acı da sessiz olur.”
Ve gerçekten de öyle olmuştu. Richard, ölümünden önceki son bir yılını bu kasabada, gri gökyüzü ve çam kokulu sabahlar arasında geçirdi. Evimizin önünden geçen sessiz yollar, onun bitmek bilmeyen öksürüklerine alışmıştı. Penceremden bakınca gördüğüm sisli ormanlar onun uyuklayan siluetine eşlik ederdi. Acılıydı, evet… Ama yine de son zamanları bir bakıma huzurluydu. Sanki o da sonun yaklaştığını biliyor, bu kaçınılmaz sona hazırlanıyordu. Gözlerinde hep bir kabulleniş vardı. Çoğu zaman konuşmazdı, sadece oturur ve izlerdi… Sanki bir vedayı uzatıyormuş gibi.
Ama öldüğü günü hatırladığımda… içimde bir şeyler kopmuştu. Sadece yıkılmamış, içimden parçalar kesilmiş gibi eksilmiştim. O parçalar, geri dönmemek üzere kaybolmuştu. Cenazesi kasaba mezarlığında yapıldı. Siyah bir kalabalığın içinde, toprağa karışan o adamdan geriye, gözlerimde donmuş bir fotoğraf kaldı. Eve döndüğümüzde ise… asıl cehennem orada başlamıştı.
Sara, o günden sonra bir ay boyunca tek kelime etmemişti. Geceleri rüyasında sayıkladığını duyardım ama uyanıkken susardı. Sessizlik onun dili olmuştu. Annemse, adeta bir duvar gibi bizim dışımızdaki her şeye odaklandı. İşine gömüldü. Laboratuvar, toplantılar, nöbetler… Evde fiziksel olarak bulunsa bile ruhu hep başka bir yerdeydi. Aileyi bir arada tutmaya çalışan tek kişi ben olmuştum. Sessiz çığlıkları bastırmak, eksik olanları telafi etmek bana kalmıştı.
Ama şimdi… şimdi baktığımda o zamanlar bile daha kolaydı diyebiliyorum. En azından bir kardeşim kayıp değildi. En azından annem geceleri eve gelir, bir köşede de olsa yatar ve benimle akşam yemeğini yerdi. Şimdiyse bomboş bir evde yankılanan yalnızlığı dinliyordum.
Beterin beteri vardır derler ya… sanırım kastettikleri buydu.
Saat öğlene yaklaşırken hâlâ annemden haber yoktu. Telefonum sessizdi. Kapı çalmıyordu. Her şey aynıydı… ama her şey eksikti. Sabah kasabanın yerel haberlerini izledim. Dışarıda olağanüstü hiçbir şey olmamıştı, en azından televizyonda öyleydi. Sanki herkes kendi hayatına devam ederken, benimki duraklamıştı.
Karnımda boş bir sancıyla mutfağa gittim. Kendime alelacele bir kahvaltı hazırladım. Bayat ekmeğin üzerine sürdüğüm tereyağı bile tatsızdı ama yine de yedim. Çatal bıçak sesleri evin içindeki sessizliği deldi birkaç saniyeliğine. Sonra yine her şey sustu.
Kahvaltıdan sonra kendimi temizlik yaparken buldum. Evin her köşesini temizledim. Raf aralarını, dolap diplerini, pencere pervazlarını… Uzun zamandır var olan toz takıntım bu kez kontrol etme güdüsüne dönüşmüştü. Toz yoksa bir şeyler hâlâ benim kontrolümdeymiş gibiydi. Belki de bu, kendi varlığımdan emin olmanın tek yoluydu artık: elimdeki bez, bastırdığım zemin, çıkan temizlik kokusu.
Oldukça net gören gözlerim, havadaki en ufak toz moleküllerini bile seçebiliyordu. Bu, başkaları için bir detaydan ibaret olsa da benim için sinir bozucu bir takıntıya dönüşmüştü. Tüm evi baştan aşağı temizlemiştim; raf aralarını, pencere pervazlarını, priz kenarlarını bile... Temizlik bittiğinde, ev adeta nefes alıyordu. Sessizlikle dolu duvarlar, parlayan yüzeyler kadar soğuktu. Ne var ki en azından o tozlar yoktu.
Kendime bir ödül gibi eski bir şey aradım, nostaljik bir kaçış noktası. Mutfak dolabının derinliklerinden seksenlerin ev hanımlarına hitap eden, sararmış sayfaları neredeyse elimde dağılacak bir tarif kitabını çıkardım. Sayfalarını yavaşça çevirdim. Yağ lekeleri, kenarlarına bulaşmış eski harfler, bir zamanlar burada gerçekten yemek yapılmış olduğunu fısıldıyordu. Belki de akşam için bir menü hazırlayacaktım; sırf evde yaşayan bir düzen hâlâ varmış gibi hissettirmek için.
Okulun birkaç gün içinde başlayacak olması fikri, içimde garip bir huzurla beraber hafif bir tedirginlik yaratıyordu. Belki de dersler, dersler ve yine dersler... Seks dışındaki tek dikkat dağıtıcı şey onlardı. Zihnim ne zaman boş kalsa, düşüncelerim hep aynı noktaya dönüyordu. Bunu bastırmak için yapılacak ne varsa yapmalıydım.
Gün yavaşça akşamüstüne evrilirken, bir süre dışarı çıkmayı düşündüm. Belki kasabanın çevresinde, göl yolunda yürürüm diye geçirdim aklımdan. Ama sonra annemle bir tartışmanın yankısı kulaklarımda tekrar çınladı. Artık bir kelime daha fazlasını duymaya tahammülüm kalmamıştı. Duvarların bile bağırışları hatırladığı bir evde, sessizlik en kıymetli şey olmuştu.
Saat dokuza doğru yaklaşırken, annemin SUV’ının tanıdık motor sesi, sokağın başından duyuldu. Koltuğumdan aniden doğruldum, refleks gibiydi bu. Kapıya yöneldim. Parmaklarım titrek bir sabırsızlıkla kapı kolunu yokladı. Verandaya çıkıp volta atmaya başladım; o anın gelmesini beklerken içimde tuhaf bir karışım vardı—endişe, özlem ve hafif bir öfke.
Ve nihayet, gümüş renkli SUV evimizin önüne park etti. Farlar kapanınca karanlık eve daha da yerleşti. Arabanın kapısı ağır bir gıcırtıyla açıldı. Annem dışarı çıktı. Omuzları düşük, adımları yorgundu. Gözlerinin altında günlerdir uyumamış birinin morlukları vardı. Yüzü, gecenin ve belki de bütün günün onunla ne denli acımasız geçtiğini anlatıyordu. Bu hâliyle bile güçlü durmaya çalışıyordu ama içimde bir şey, o an kırılıp yere saçıldı.
Onu böyle görmek acı vericiydi. Fakat bir yandan da eve dönmüş olması, en azından bu gecelik dinlenebilecek olması bir nebze olsun içimi rahatlattı. Belki konuşmayacaktık, belki aynı odada oturmayacaktık... ama en azından aynı çatı altındaydık. Ve bazen, sadece bu bile yeterli oluyordu.
“Kötü bir şey yok değil mi?” diye sordum, merakımı gizlemeyerek.
Annem derin bir nefes aldı ve başını sallayarak, “Kötü kriterine göre değişir,” dedi. “Kayıp bir kız daha var.”
Onun bu kadar kısa ve yorgun cevaplar vermesi alışıldık bir durumdu son zamanlarda. Kötü haberler almaya alışıktım ama ölümlerin ve kayıpların sayısı artmaya başlamıştı. İçeriye doğru yürürken, mutfağa yöneldim ve ona bir fincan çay koydum. Bana karşı çıkmadan mutfak adasının yanında ki sandalyelerde birini çekip oturdu. Çayı tezgahın üzerine bırakıp, annemin karşısına oturdum
“Mesleğime rağmen hâlâ alışamadığım durumlar var,” dedi annem, çayı elleriyle kavrarken. Parmaklarının arasındaki seramiğe öylesine sıkı tutunmuştu ki, sanki fincan değil de içindeki düşünceler kayıp gitmesin diye tutuyordu. Masaya dizilmiş sessizlikler arasında oturduk. Çaydan aldığı her yudum, sinir uçlarını biraz daha yatıştırıyor gibiydi ama yüzündeki kasılmalar hâlâ çözülmemişti. Kaşlarının arasındaki çizgi, bir şeylerin hâlâ onun içinde fırtına gibi estiğini söylüyordu.
“Her vakada... Sara’nın cesedini bulacağım diye korkuyorum,” dedi sessizce, gözlerini fincana dikmiş. “Ama o olmadığı zaman... şükrediyorum. Bu beni kötü biri yapar mı sence?”
“Hayır, yapmaz,” dedim kısaca. Mermer adanın yüzeyinde parmaklarımı ritmik olarak gezdiriyordum. Vuruşlarım, odadaki sessizliği bölmeden derinleşen bir müzik gibiydi; sabırsız, düşünceli, kopuk. “Ama zaten kim iyi ki?”
Annem bir süre bana baktı, sanki içimdeki bir şeyi okumaya çalışıyormuş gibi. Sonra bakışlarını çevirip yeniden çayına döndü. Dudakları kupaya değdi, sonra sesini alçaltarak konuştu:
“Cesetlerin nerede bulunduğu özel bilgi. Söyleyemem.” İç çekti, dudaklarını büzdü. “Sana söyledim, uzak duruyorsun. Ve uzak duracaksın.”
“Beni ne kadar uzak tutabilirsin?” dedim. Sözlerim buz gibi döküldü ağzımdan, ses tonumdaki duygusuzlukla annem fark edilir biçimde irkildi. Melez özelliklerimin böyle zamanlarda kontrolünü kaybettiğini biliyordum. Göz bebeklerim büyümüş olmalıydı, tenimdeki ısı çekilmişti. Sesim—ölçüsüzce keskin ve soğuk olmuştu. “Bir gün mü? Bir hafta? Bir ay mı? Sara’nın kaybolması benim suçum. Sorumluluk almama engel olamazsın, anne.”
Annem başını öne eğdi. Fincanındaki son yudumu içti ve fincanı tezgaha bıraktı. Camın tezgâhla buluştuğu o küçük tını bile içimizin boşluğuna düştü. Gözlerinin altındaki morluklar, yüzündeki derin çizgiler, bütün bir hayatı üstlenmiş bir kadının taşıdığı yorgunluktu artık. Başını yavaşça kaldırdı. Bana bakarken yüzündeki ifade, kalbime dokunan bir sızı gibi geçti içimden—kararsızlıkla karışık acı.
“Senin suçun değil,” dedi, sesi yumuşaktı ama kararlı. “Sara’nın kaybolması kimsenin suçu değil. Bazen kötü şeyler olur... ve biz onları engelleyemeyiz. Kendini suçlamayı bırakmalısın, Maryinn. Seni böyle görmek... bana da işkence ediyor.”
Başımı istemsizce hayır anlamında salladım. O gün—Sara’nın kaybolduğu gün—kavga etmiştik. Sert sözler, kapıların çarpılması, gözlerinin dolu dolu oluşu... Eğer kavga etmeseydik o gün, Sara evden çıkmayacaktı. Hâlâ bizimle olacaktı. Suçlu değildim çünkü kendimi suçlamıyordum. Suçluydum çünkü o gece ben onun gitmesine neden olmuştum.
“Bir şeyler yapabileceğimi biliyorsun anne. Önüme engel koyma. Yoksa...” Nefesimi tuttum. “Yoksa beni de kaybedersin.”
Annem, elini kaldırdı; ani, suskun bir uyarı gibi. “Beni kendinle tehdit etme Mary. Ailemizden geriye kalanları mahvedemezsin. Ve ben hâlâ dediklerimin arkasındayım. Bu işten uzak duracaksın.”
“Hayır,” dedim gür bir sesle. “Beni tanıyorsun. Bu konuda asla sözünü dinlemem. Geride durmam.”
Annem yüzünü bana çevirdi. Gözleri, karanlık bir orman gibi koyu yeşildi. İçinden geçen fırtınayı gizlemeye çalışsa da, bakışlarındaki kararlılık elle tutulur gibiydi.
“Polis değilsin. Doktor değilsin. Sadece sıradan bir lise son sınıf öğrencisisin. Ayak bağı olursun, Mary.”
“‘Ayak bağı,’” dedim, kelimeleri dilimde çevirerek. “İki yüz yıla yakındır seni ve doğduğu günden beri kardeşimi korumaya çalışan biri mi söylüyor bunu? Ne de kötüsün anne.” Sesim inceldi ama öfkesizdi. Duygularla dolu ama kırık.
Annemin dudaklarında küçük, acı bir tebessüm belirdi. “Ne demek istediğimi biliyorsun. Sözlerimi çarptırma Mary,” dedi. “Yaptığın fedakarlıklar için sana sonuna kadar minnettarım. Ancak... şu an durum farklı.”
Sözleri, yüzeyde yumuşak dursa da içime işleyen bir soğukluk taşıyordu. Beni duygularla manipüle etmeye çalışmıyordu belki ama gerçekleri örtüyordu. Ben Sara’nın geri dönmesine dair bir umut taşımıyordum. Tek istediğim gerçeği öğrenmekti. Ne olduğunu bilmek. Ve evet... eskiden mutlu olduğumuz zamanlara geri dönmekti belki de. O çocukça neşenin, birlikte geçirilen sıradan günlerin yerini alan bu keskin yalnızlık, insanı içten içe oyuyordu.
“Ne dersen de,” dedim sonunda. Sözlerim dudaklarımdan dökülürken gözlerimi onunkilere kilitledim. İçimdeki kararlılığı, her harfin arkasına yüklemiştim. “Geri adım atmayacağım.”
Annemin yüz ifadesi hiç değişmedi. Dudakları arasındaki çizgi sabit kaldı, bakışları ise derinleşti. Bana öylece baktı. Cevap vermedi, ama sessizliği, içsel bir hesaplaşmanın yankısıydı. Söylediklerimi tartıyor, olasılıkları zihninde birer birer geçiriyordu. Onun gözlerinde bu çatışmayı ilk kez görmüyordum ama bu kez farklıydı. Sanki kelimelerim, içini sarsan bir gerçeğe dönüşmüştü.
Ben de düşündüm o sırada. Acı bir seçim gibi zihnimi kesen o ikilemin ortasında: Annemin yanında kalmak, onun endişelerinin arasında sıkışıp güvenli ama belirsiz bir bekleyişe mi saplanmalıydım, yoksa Sara’nın peşinden gitmek için her şeyi göze mi almalıyım? En ufak bir ipucu bile çıksa, tereddüt etmezdim. Giderdim. Kalbim bunu biliyordu.
“Mary,” dedi annem sonunda. Sesi yorgundu, ama içinde alışık olduğum o sert, dirençli ton da saklıydı. “Senin güvenliğin her şeyden önemli. Sara’yı bulmak istiyorum, evet. Ama seni de kaybetmek istemiyorum. Ölümsüz olman, ölmeyeceğin anlamına gelmiyor.”
İçim acıdı. Dudaklarımı ısırdım, gözlerimde biriken yaşları bastırmaya çalıştım. “Sara benim kardeşim,” dedim titreyen bir sesle. “Onun peşini bırakamam. Belki de sadece birkaç ipucuna ihtiyacım var. Bu yüzden... bana güvenmelisin. Onu bulmak, hayatımı tehlikeye atacağım anlamına gelse bile... geri durmam.”
Annem derin, ağır bir nefes aldı. Göğsü inip kalkarken, sanki iç savaşının ağırlığı omuzlarına çökmüştü. Gözlerini benden kaçırmadan konuştu. “Bir anlaşma yapalım,” dedi sonunda. Sesi pes etmiş gibiydi ama hâlâ dik duruyordu. “Sana güveniyorum. Ama bana bir söz ver. Kendini tehlikeye atmayacaksın. Bir şey bulursan önce bana ve Harry amcana haber vereceksin. Daha ileri gitmek yok. Tek başına hareket etmek yok.”