12. BÖLÜM SICAK 3/1

3736 Words
12. BÖLÜM SICAK “Kan arzunu tatmin etmek için, gözüne kestirdiğin fanini boynu kırmamalısın,” diye fısıldadım. Kelimeler, havada ağır bir sis gibi asılı kaldı; yankısı, duvarların gölgelerine çarpıp geri döndü. Sesim yumuşaktı ama altındaki keskinlik, bıçağın deriye değdiği anki ürpertinin aynısıydı. Isabel, başını hafifçe bana çevirip dinliyordu; kulak verişi dikkatli, bakışı ise her ayrıntıyı inceliyordu. “Bir damlasını bile ziyan etmeden,” diye devam ettim, dudaklarımın kenarında neredeyse fark edilmeyen bir gülümseme, “elbiseni kirletmeden, etrafı kana bulamadan… Kurbanını tek bir hamlede hareketsiz bırakmalısın. Ve gücünü orantılı kullanmalısın.” Gözlerim, Alexie’ninkilerle buluştu. İçimde, her zamanki gibi, istemsiz bir kıpırtı oldu—tuhaf bir tanıdıklık, ama aynı zamanda tehditkâr bir gerilim. Başımı hafifçe eğerek onu işaret ettim. Alexie, tek kelime etmeden harekete geçti. Adımlarında ses yoktu; varlığı, gölge gibi ama gölgeden daha ağırdı. Arkadan beklenmedik bir hızla yaklaştığında, etrafımdaki hava bir anlığına yoğunlaştı. Kolları vücuduma çapraz dolandı; biri karnımın altına, diğeri göğüslerimin üzerine yerleşti. Sırtımda hissettiğim teni, soğuk ama taştan sertti; temas ettiği yerlerimde derin bir baskı bıraktı. O an, istemsiz bir titreme geçti içimden. Enseme düşen nefesi kısa, kontrollü, avını sabırla izleyen bir avcının nefesiydi. Zihnim, farkında olmadan bu ritme uymaya başladı. Isabel, hâlâ bizi izliyordu. Gözlerindeki dikkat, soğuk bir bıçak gibi keskin ve ölçülüydü. Bir avcıydı—izleyen, tartan, fırsat kollayan. “Pozisyona dikkat et,” dedi Kirill. Sesi, buyurgandı; adımları etrafımızda bir daire çiziyordu. Her adımı, taş zemine temkinli bir şekilde değen yırtıcı pençeleri gibiydi. Hafif Rus aksanı, İngilizce kelimelerinin köşelerine sızmıştı; altında ise hem eğlenen hem tehdit eden bir kıvılcım vardı. Gözleri, Alexie’nin sakin ve derin bakışına tezat, patlamaya hazır bir volkan gibi parlıyordu. Dudakları, alaycı bir kıvrımla açıldı. “Elbette,” dedi, sesi yavaş ama keskin, “Ağabeyim Alexie, Mary’ye şehvetle sarılıyor… Ama hangimiz kana şehvet duymayız ki?” Isabel dudaklarını hafifçe kıvırdı, gözlerindeki kızıl parıltı loş ışıkta kıvılcım gibi yandı. “Maryinn,” dedi teatral bir vurguyla, sesi ipeksi bir soğukluk taşıyordu, “şehvet duyulacak kadar muhteşem bir varlık.” Alexie’nin parmakları çeneme değdiğinde, nefesim fark etmeden hızlandı. Dokunuşu sertti ama dikkatliydi; beni incitmeden, ama tamamen kontrolüne alarak başımı yukarı kaldırdı. Gözleri boynuma kilitlendi, bakışının ağırlığı neredeyse derimi delip geçiyordu. “Dikkatini Mary’ye değil bana ver, Isabel,” dedi, sesi kararlı ve karanlık. Ve uyarı vermeden dişlerini tenime geçirdi. İlk temas… soğuk bir bıçağın sıcak deriye saplanması gibiydi; sert, yakıcı ama bir o kadar tanıdık. İrkildim, kaslarım gerildi; ama kaçamadım. Kolları hâlâ beni sımsıkı sarıyor, nefesimi ve hareketimi kontrol altında tutuyordu. Kanım çekilmeye başladığında, vücudumda sıcak bir dalga yayıldı. Her yudumda, sanki benden bir parçayı alıyor ama aynı zamanda beni tamamlıyordu. “Acıya alışkınsın, Mary,” diye mırıldandı, sesi kulağımın hemen dibinde. Tonunda garip bir şefkat vardı, ama altında saklı tatmin her kelimeye sinmişti. Güçlerini kullanarak acımı aldı. Bu, bir felç gibi ama tam tersi; hareket edebiliyordum ama acı yoktu. Yerine önce boşluk geldi—derin, içine çekici bir boşluk—ardından, beklenmedik bir sıcaklık. Nefesim kesildi. Duyularım bulanıklaştı; acının yerini alan haz, zihnimi karıştırdı. Boynumdaki dişleri artık sızlamıyor, aksine orası ona aitmiş gibi hissediliyordu. Bedenim, kanım, iradem… hepsi onun elindeydi. Kalbim hızlandı ama ritmi bozulmadı; sanki bütün hücrelerim onunla aynı titreşimdeydi. Sarılışı daha da sıkılaştı. Kan arzusu ve vampir doğasının çarpıştığı o ince sınırda, dişleri boynumda derinleşti. Kirill’in adımları durdu. “Fazla ileri gitme, ağabey,” dedi, sesi bu defa temkinliydi. “Kanını tüketmek kolay… ama onu geri getirmek zor. Mary’yi zorlama.” Alexie başını geri çekti. Diş izlerinin olduğu yere dudaklarını bastırarak kanı mühürledi. Bakışları benimkini aradı. Gözleri gece kadar karanlık ama içinde bir kıvılcım vardı. Açlık değildi yalnızca, bir şey daha... sahiplenme gibi. “Efendimiz güçlüdür,” dedi Kirill. Sesindeki alay, taş zemine damlayan kan gibi netti; yavaş ama her tınısında fark edilir. Sözü, sanki Alexie’ye yönelmişti ama gözleri benden ayrılmadı. O bakış, doğrudan bir meydan okuma değildi; daha çok, sınırlarımı yoklayan, sabrımı tartan bir avcı bakışıydı. Dudaklarının kıyısında, geçmişteki günahları sessizce anımsatan o ince, iğneleyici gülümseme vardı. Kirill’in nasıl avlandığını iyi bilirdim. Ona ilk öğrettiğim zaman, en az bir düzine insanın boynunu kırıp başını kopardığını, göğüs kafeslerini paramparça edip organlarını yerin dört bir yanına savurduğunu görmüştüm. Her defasında arkasını toplamak bana kalırdı—kanın kokusu hâlâ hafızamın kuytularında asılıydı. Alexie ise baştan beri farklıydı. Belki karakterinden, belki içsel bir disiplininden. O, avını bitirdikten sonra dudağında kalan tek damla kanı ipek mendille silerdi. Bu soğukkanlı titizlik, Kirill’in vahşetinden bile daha rahatsız ediciydi. Asıl iğrenç olan, işte buydu. Alexie’nin dudakları, boynumdaki yeni yeni kabuk bağlamaya başlayan yaraya değdi. Öpücüğü, yüzeyde nazik görünse de altında başka bir niyet vardı. Temasıyla birlikte içimde ince bir ürperti yayıldı, omurgamdan aşağıya inen buzlu bir çizgi gibi. Onun dokunduğu her yer, sanki bana tiksintiyle bakıyordu; ama bu tiksinti, temas etme isteğini bastırmıyordu. Aramızdaki bağ, etten ve kandan öte, daha karanlık, daha eski bir şeydi. Tehlikeli bir bağ. Boynumda yalnızca bir an kaldı; sonra yavaşça uzaklaştı. Ancak gözlerindeki bakış—keskin, işleyen, içimi delip geçen—hâlâ üzerimdeydi. Ben sessizce geri çekildim. Kollarımı karnımın üzerinde kavuşturarak bedenimle arama görünmez bir duvar ördüm; bir savunma, belki de bir mesafe. Isabel’e döndüm. Onun gözlerinde bastırılmış bir korku, belirsizlik ve sanki kendinden bile sakladığı bir tereddüt vardı. “Kan arzunu kontrol etmek zorundasın,” dedim, sesimdeki sertlik taş gibi sabit, ama tonum sakin. “Bu dürtü seni yönetmeye başlarsa, onu durduramazsın. Kan cazibesini biliyorum… damarlarında çığlık atar gibi akar. Ama sen, o sesi bastırmalısın. Avlanmanın en güvenli zamanı gecedir—kalabalıktan uzak, yalnızlığın hüküm sürdüğü saatler. Gölgeyle gölge olmalı, iz bırakmamalısın. Özellikle bir tanık… asla kabul edilemez.” Sözlerim ona değildi sadece; kendi geçmişime de konuşuyordum. İlk zamanlarımı hatırladım—arzunun keskin bir bıçak gibi içimi parçaladığı, ilk kurbanımın teninin hâlâ hafızamda kalan sıcaklığı… ve hatırlamak istemediğim, ama hatırlamaktan da kaçamadığım anlar. Isabel’in aynı hataları yapmasını istemiyordum. Çünkü tek bir hata, sadece onun değil, hepimizin sonu olabilirdi. Alexie, gölgelerden sıyrılan bir siluet gibi yanı başımda belirdi. Başını hafifçe eğdi, sözlerimi onaylayan kısa ve net bir cümle kurdu: “Kendini ifşa edemezsin. Böyle bir risk, hepimizi yakar. Sancta Custos, bizim hatamızı bekliyor—kuralları çiğnediğimizi kanıtlamak için sabırla izliyorlar. Solani Consortium ise zayıflıklarımızı fırsata çevirir, bizi kendi oyunlarının içine çeker. Sonunda ise onların oyuncakları olursunuz. Mary’nin tecrübelerine dayanarak söylüyorum bunu.” “O haklı.” dedim gözlerimden kısa bir an yaşamım geçti. Ardından sırttt8m.“Hayatımın ilk bir kaç yüz yılını Solani Consortium’da geçirdim. Sancta Custos’tan ise yüz yıla aşkın bir zamandır kaçıyorum. Kırmızı çizgileri kesinlikle dikkate alın.” Kirill, bir adım geri çekildi ve gözlerini Isabel’den bana çevirdi. Omuz silkti, dudaklarının kenarı alaycı bir kıvrım aldı. “Onu daha da germene gerek yok,” dedi hafifçe başını sallayarak. “Isabel dikkatli olması gerektiğini biliyor. Hem dikkatli olmazsa… onu ne Sancta Custos ne de Solani yakalar. Onu ilk geberten Maryinn olur.” İsmimin bu şekilde telaffuzu her zaman bende yankı uyandırırdı. Isabel’de de aynı etkiyi yarattı. Gözleri hafifçe büyüdü, dudaklarının kenarı titredi. Sesi çekingen, tedirgindi. “Gerçekten… tek bir hata yapsam bile mi?” Ona doğru bir adım attım. Aramızdaki mesafeyi, bakışlarımın ağırlığıyla daha da daralttım. Gözlerim, gözlerine mıhlanmıştı. “Aptalca konuşma,” dedim yumuşak ama tartışmaya kapalı bir tonda. “Beni ne sanıyorsunuz? Duygusuz, acımasız bir canavar mı? İnsanları eğlencesine öldüren, kendi yaratımlarını harcayan biri mi? Her şeyi zevk aldığı için yapan?” Sessizlik oldu. Ama Alexie bu boşluğu beklemiş gibiydi. “Tam olarak öylesin Mary,” dedi kararlı ve tok bir sesle. “Bizi alıkoydun, ailelerimizden, geçmişimizden kopardın. Hiçbirimize sormadın bile. Bir sabah gözümüzü açtığımızda... artık insan değildik. Wampire dönüştürdün bizi. Sırf... senin arzularına hizmet edelim diye. Isabel’i de çünkü onu güzel buldun. Hepsi bu.” Bu sözler içimi burktu ama yüzümdeki ifade değişmedi. Gözlerimi kaçırmadım, hatta daha da sertleştim. “Evet,” dedim yavaşça. “Güzel ve yakışıklı canavarlar... Ben sizi seçtim. Sizi dönüştürdüm. Çünkü hayatta kalabilecek güce sahip olduğunuzu gördüm. Sizi pişman etmek gibi bir amacım yoktu.” Sonra bir duraksama oldu. Gözlerimi üçünün üzerinde gezdirdim. “Pişman değilim,” dedim. “Ama beni pişman etmeye cüret ederseniz... sizi buna bin kez pişman ederim. Ve unutmayın... son pişmanlık hiçbir şeyi değiştirmez. Herkes hata yapabilir. Bu normal. Ama ihanet o kesinlikle ölümcül olacaktır.”” Havanın ağırlığı gözle görünmez ama tüm varlıkla hissedilirdi. Sözlerim Isabel’in kalbine bir bıçak gibi saplanmıştı, bunu yüzünden okuyabiliyordum. Dudakları hafifçe aralanmıştı ama söyleyecek cesareti yoktu. Tıpkı ilk kez kan tadı alan biri gibi, yeni doğmuş bir yaratığın iç çatışmasını yaşıyordu: hem kendisinden korkuyor, hem de artık geri dönülemeyeceğini biliyordu. Kirill ise alışılmış kayıtsızlığına rağmen göz ucuyla beni izliyordu. Gülümsemiyordu bu kez. Sessizliğimde bir tehlike sezmişti. Onu rahatsız eden şey Isabel’in kırılganlığı değil, benim istikrarımdı. Bu soğukkanlılık ona her zaman fazlasıyla tanıdık gelmişti ama bir o kadar da tehdit edici. Alexie, aramızdaki mesafeyi koruyarak birkaç adım geride durmuştu. Gözleri üzerimdeydi. Beni izlerken zihninde neler döndüğünü tahmin edebiliyordum. O, beni en uzun süredir tanıyandı. Ne zaman gerçekten tehdit ettiğimi, ne zaman oyun oynadığımı iyi bilirdi. Ama bu gece, onun da ayırt etmekte zorlandığını fark ettim. Bu gece farklıydı. Kırılma noktasına yaklaşılmıştı. “Mary...” dedi Isabel, sesi incecikti, neredeyse fısıltı. “Ben seni üzmek istememiştim. Sadece seni anlamaya çalışıyorum. Mantıklı gelmiyor. Neden bizi seçtin? Neden beni?” Yüzümü ona döndüm. Gözlerim koyulaşmıştı ama içinde öfke değil, başka bir şey vardı. Belki yorgunluk. Belki anlayışla karışık bir kabulleniş. “Sana daha öncede söyledim. Bu Tanrı’nın lütfu değil... Seni güzel bulduğum doğru,” dedim. “Ama seni sadece yüzün için seçmedim. İçindeki boşluğu gördüm. Bastırmaya çalıştığın biri olma arzusunu, gülümseyişini zırh yapışını. Senin gibi biri, eğer yönlendirilirse... güçlü olur. Hayatta kalır. Ben seni seçmedim, Isabel. Seni değiştirdim. Ve bu dönüşümün bedeli, artık kendini durdurmayı öğrenmek. Size sonsuzluğu hediye ettim, sadece teşekkür edin ve minnet duyun. Sadık kalın. Sizden daha fazlasını beklemiyorum.” O, gözlerini kaçırdı. Titreyen nefesini tuttu. Gözlerinde suçlulukla karışık bir minnettarlık vardı. “Ben canavar değilim,” dedim yavaşça. “Ama birini yaratıyorsam... onun da yaşamasını sağlamak benim görevim. Yoksa gerçekten bir canavar olurum, değil mi?” Alexie öne doğru bir adım attı. “Ve bizden ne yapmamızı bekliyorsun? Sana körü körüne itaat mi? Her kararında seni alkışlamamızı mı?” “Hayır,” diye karşılık verdim, bakışlarımı ona çevirerek. “Beni alkışlamanızı istemiyorum, Alexie. Ama beni anlamadan yargılamayın. Size leş hayatlarınız da hayatta kalmanız için ikinci ebedi bir yaşam verdim. Eğer bunu heba edecekseniz... o zaman, pişman olan siz olursunuz. Kılımı kıpırdatmama gerek bile kalmaz.” Alexie, sessizliğini bozdu. Sesi beklenmedik biçimde yumuşaktı. “Belki de hepimiz pişmanız, Mary. Ama buradayız ve senin seçimlerinin bedelini ödüyoruz. Isabel’de artık klandan. Aileden. Her neyse... artık. Arkasını her daim kollayacağız. Biz öyle ya da böyle birlikteyiz.” O an üçümüz de sustuk. Aramızda kırılgan bir denge vardı. Ne tam bir bağlılık, ne de açık bir isyan. Ama Isabel’in gözlerindeki ifade değişmişti. İlk kez gerçek anlamda bir aidiyet hissediyordu. Belki korkuyla, belki hayranlıkla. Ama artık bu ailenin içindeydi. Geri dönüş yoktu. “Teşekkür... ederim. Sanırım.” Isabel’in yüzüne bir şaşkınlık vurduğunda, onun dudaklarında zayıf ama kararlı bir kıpırtı gördüm. “Ve anladım, Avımı temiz, sessiz ve iz bırakmadan avlayacağım. Tıpkı sizin gibi.” Ben başımı salladım. Alexie ile göz göze geldik. Bu gece bir ava çıkacaktık. “Gidelim,” dedim, sesim gecenin sessizliğinde keskin bir bıçak gibi yankılandı. “Bu gece Isabel’in ilk avı. Ve bu defa... sadece öğretmeyeceğiz. Gözeteceğiz.” Alexie, Isabel’den gözlerini ayırmadan hafifçe başını salladı. Bu küçük hareket, kelimelerin ötesinde bir onaydı; üzerindeki sorumluluğun ve sessiz yeminlerin karşılıklı paylaşımıydı. Ancak gözlerinde saklı tuttuğu kin, buz gibi bir fırtına gibi içinden fısıldıyordu. Kabulün ve reddin ince çizgisinde kıvranırken, içinde taşıdığı bu karanlık yük sanki zamanla ağırlaşmıştı. Elleri, ellerime değdiğinde, parmaklarının soğukluğu ile belimde bıraktığı temas arasında ince, görünmez bir bağ kurdum. İçimde yükselen karmaşık duygular; kararlılık, yorgunluk ve geçmişin yükü, ağır bir zincir gibi kalbimi sıktı. Kirill ise çenesini sıvazladı; alaycılığının maskesi yavaş yavaş çözüldü, yerine derin ve ciddi bir ifade yerleşti. Bakışları, şimdi bambaşka bir derinlik kazanmış, içindeki ateş soğuk geceye rağmen kıvılcımlar saçıyordu. Bu gece artık bir oyun değildi; gerçek sınav başlamıştı. Isabel’in ruhu ve gücü, karanlığın içindeki en ince ayrıntısına kadar test edilecekti. Kendi içinde dönen savaş, dışarıdaki soğukla birleşerek geceye ağır bir ağırlık verdi. Gece, üzerimize sessizce çökmüştü; gökyüzü adeta yıldızların terk ettiği, karanlığın dipsiz kuyusuna dönmüştü. Ay, ince bir pusun ardına saklanmış, yalnızca belirsiz ve solgun bir parıltıyla karanlığın içinde kayboluyordu. Londra, nefessiz bir sessizliğin pençesindeydi; bu sessizlik, her köşesinde geçmişin hayaletlerini fısıldıyordu. Şehir, unutulmuş anılarla dolu bir labirent gibi, kendi içinde kaybolmuştu. Kirill, önde ilerliyordu. Gölgelerin içinde, zarif bir hayalet gibi hareket ediyor, ölümcül sessizliğiyle binaların arasından süzülüyordu. Siyah paltosunun ardında bıraktığı izler, şehrin soğuk rüzgarında eriyip gidiyordu. Adımlarında taşıdığı heves, gözlerindeki o kıvılcımla gözle görülür şekilde parlıyordu. Soğuk gecenin keskin nefesine rağmen içindeki ateş hiç sönmemişti; aksine avın, kanın ve ölümün çağrısına yanıyordu. Arkasından ben geliyordum. Zaman zaman Kirill’in hızına yetişmeye çalışıyor, bazen bir adım geride kalıp şehri onun bakışlarıyla yeniden keşfetmeye çalışıyordum. Kalbim hızla çarpıyordu; bu korkudan değil, içinde sakladığım bir yanın uyanışından kaynaklanıyordu. Karanlığın davetine karşılık veren, yıllardır bastırdığım eski benliğim tekrar canlanıyordu. Babam Hugolin ve abim Lysander ile yaptığımız avlar geldi aklıma; o zamanlar eğlenceliydi her şey, şimdi ise sadece uzak ve solgun bir anıydı. Özlem yoktu; çünkü bir parçam hâlâ o anlarda sıkışıp kalmıştı, o anlar benim için hem sığınak hem zincirdi. Isabel hemen yanımdaydı. Her adımında tereddüt biraz daha azalıyordu. Sessizliği boş değildi; bu sessizlik bir kalkan, kendini koruma ve güç toplama simgesiydi. Zarif ve narin görünüyordu; ancak yanında durduğun anda, onun ölümcül yanının nefesini ensende hissedebilirdin. Sarı saçları rüzgârda hafifçe dalgalanıyor, keskin ve uyanık gözleri etrafı sürekli tarıyordu. Beklenmedik bir saldırıya karşı her an tetikteydi. O sessizliğin altında yanan ateşi içimde görebiliyordum; heyecan, cesaret ve tereddüt birbirine karışmıştı. Göz göze geldiğimizde, ona güven veren sakin bir gülümsemeyle karşılık verdim. Ve Alexie… Bizimleydi ama ruhu bizden çok uzaktaydı. Çatılarda ilerlerken adımları dikkatli, tedirgindi; sanki aklı çok daha uzaklardaydı. Zihni, yaklaşan tehlikenin çok öncesinde uyanmıştı bile. Sık sık bana bakıyordu; Isabel’e gülümsediğim o anı yakaladığında, yüzündeki ifade bir an donuklaştı. Üzerindeki koyu kürk ceket, soğuk gecenin içine karışmış, mesafeli ve sert duruşunu tamamlıyordu. Alexie her zaman temkinliydi; ancak bu gece bambaşkaydı. İçinde yanan bir his, yaklaşan fırtınanın gölgesini önceden seziyordu. Kirill, bir binanın köşesinde durdu. Elini kaldırıp sessizce işaret etti. Isabel hemen yanına yaklaştı; göz göze geldiler. Aralarındaki iletişim kelimelere ihtiyaç duymadan, bir bakışla gerçekleşti. Bu gece gerçek anlamda bir klan olacaktık; kan bağlarımızı, bağlılığımızı ve ruhlarımızın sınanmasını kabul edecektik. Alexie yavaşça yanıma geldi. Aynı çizgide yürürken aramızdaki mesafe, görünmez ama belirgindi. Onu izliyordum; Isabel’in gözlerindeki heyecanı, Kirill’in alışılmadık sükunetini ve Alexie’nin varlığının getirdiği soğuk huzursuzluğu. Alexie’nin sert ve soğuk parmakları, parmak uçlarıma dokunduğunda hiçbir tepki vermedim. O an, hiçbir güç beni hareket ettiremezdi. Aramızdaki o görünmez mesafe, ne yakın ne uzak tam olarak anlatılmayan bir boşluktu. Garip bir çekim ve itiş arasında kalmıştık; bu sessiz gerilim, kelimelerle açıklanamazdı. Alexie, bana duyduğu o ince zehir gibi nefretine rağmen arzumu gizleyemiyordu. İtaat etmek istemediğini her hareketinde hissedebiliyordum, ama yine de isteklerimi yerine getiriyordu. Bu, güçten çok başka bir şeydi—arasında kalınan iki uçurumun zorunlu dengesi. Aramızdaki mesafe, geçmişimizi unutmaya cesaret edemeyen ve geleceğin getireceği kabulleri reddeden iki ruhun arasında gerilmiş, ince ama kopmaz bir sınır gibiydi. Sonsuz bir zamanımız vardı, evet… ama sonsuzluk bile bazı mesafeleri kapatmaya yetmiyordu. Zaman, her şeyi eritir sanılır; oysa bazı yaraları yalnızca derinleştirir. Onun soğuk, taş gibi sert eli, damarlarımda dolaşan duyguların titreşimini boğuyordu. Yine de o temas, inkâr edilemez bir bağın hatırlatıcısıydı; sessizlikle örülmüş, kelimelerin erişemediği, görünmez bir kudretin dokunuşu gibi. Efendi ve hizmetkâr… bu tanım, yüzeyde bize yakışıyor gibi görünse de, altındaki çatlakları gizleyemiyordu. Aramızdaki mesafe, her bakışın, her nefesin ve her anın içine işleyen bir yarık gibiydi. Gözlerindeki soğuk nehir, sakin yüzeyinin altında fırtınalar barındırıyordu; beni içine çekiyordu, ama derinliklerine dalacak cesareti bulamıyordum. Çünkü orada, beni de boğacak karanlık vardı. Bir anlığına, o anın bana ait olduğunu sandım. Ellerimiz, birbirimize fısıldamayan dudaklarımız ve içimizde giderek ağırlaşan sessizlik… O anın basıncı, göğsümde metal bir kelepçe gibi sıkılıyordu. Alexie, elimi daha sıkı sardı; sert parmaklarının arasındaki avuç içlerimi, alışılmadık bir yumuşaklıkla okşadı. Bu hareket, bir teslimiyet gibi değildi—daha çok, içten gelen bir itirafın istemsizce sızması gibiydi. Ama yine de hiçbir kelime, hiçbir dokunuş, hiçbir his aramızdaki o mesafeyi kapatmaya yetmezdi. Sadece bir adım attım. Yanımda duruyordu, ama o adım sanki aramızdaki bütün köprüleri yıkan bir uzaklığa dönüşmüştü. Alexie, bana bakmadı. Parmaklarının tutuşu gevşedi, elinin ağırlığı boşluğa düştü. Cesareti mi kırılmıştı? Bunun artık bir önemi yoktu. Çünkü o, bilmeliydi ki hayatımda hiçbir bağ, hiçbir insan, hiçbir dokunuş kalıcı değildi. “Hayır. Asla ama asla.” diye mırıldandım duyabileceği bir tonda. “Sadece izle.” Isabel’in gözleri, gecenin ağır karanlığında yanıp sönen iki kızıl parıltıya dönüşmüştü. Soğuk hava, etrafımızda görünmez bir sis perdesi gibi dolaşıyor, sessizlik neredeyse uğultulu bir yoğunlukla üzerimize çöküyordu. Vücudu gergindi ama her kasında odaklanmış bir irade hissediliyordu; sanki kendi iç sesini, şimdiye dek hiç olmadığı kadar net duyuyordu. Nefesi kısa, titrek ama kararlıydı; dudaklarından çıkan buğular, gökyüzünden sarkan pusla birleşip yok oluyordu. Gölgeler, onunla bütünleşmiş gibiydi; varlığı, taş kaldırımların üzerine düşen solgun sokak lambası ışığına karışmadan, adım adım sessizce kayıyordu. Bir yırtıcı gibi, hedefinin çevresinde daireler çizen sabırlı bir hayvan… ama bu sefer hedefin bir kadın olmadığını fark etti. Kadının birkaç adım gerisinden, hafif sendeleyen bir adam yürüyordu. Adımlarındaki dengesizlik, ağır bir gecenin ve fazla içkinin izlerini taşıyordu. Adamın elindeki sigaranın köz rengi, karanlığın içinde kısa bir anlığına Isabel’in bakışlarına yansıdı. O an, havadaki gerilim biraz daha yoğunlaştı. Potansiyel bir tehlike. Isabel bunu sezmişti; belki de ilk avına, kanlı bir ölümden ziyade bir hayat kurtararak başlamayı seçmişti. Kirill’in dudakları, farkına varmadan hafifçe aralandı. Yüzünde hem şaşkınlık hem de belli belirsiz bir keyif vardı; sanki Isabel’in bu kararı, onun içinde tuhaf bir gurur uyandırmıştı. Alexie ise ifadesizdi, ama bakışları Isabel’den bir an olsun ayrılmıyordu. Göz kapaklarının ardında, yılların getirdiği disiplinle yoğrulmuş bir dikkat vardı. Dudaklarını sertçe birbirine bastırmıştı; bu, hem onay hem de kaygıydı. Ben ise olduğum yerde hareketsizdim. Nefesim sanki boğazımda asılı kalmıştı. Onun seçimlerine gölge düşürmek istemiyordum. Bu an, yeni hayatının en önemli sınavıydı. Kurallar, disiplin, içgüdüler… hepsi, bu birkaç saniyeye sığmıştı. Isabel, adamın hemen arkasına geçtiğinde gölgesi onunla bütünleşti. Sokak lambasının ışığı, ikisini de tek bir karaltı gibi gösteriyordu. Ellerini kaldırırken, ince parmaklarının titrediğini fark ettim. Bu titreme, korkudan değildi; avını ilk kez ısıracak bir yırtıcının içgüdüsel heyecanıydı. İçinde, kanın davetkâr kokusuyla insanlığın kalıntıları çarpışıyordu. Kararsızlık, gözlerinde anlık bir bulut gibi belirdi… ama sonra dağıldı. Bakışı sabitlendi. Dişleri, dudaklarının arasından sessizce uzandı; soğukta parlayan ince bıçaklar gibi. Kolları, Alexie’nin öğrettiği gibi, bir ustalıkla adamın bedenine dolandı: biri karın boşluğuna, diğeri göğsüne bastı. Adamın nefesi boğuk bir şekilde kesildi; önce anlamaya çalıştı, sonra kafasını çevirmek için bir hamle yaptı, ama iş işten geçmişti. Isabel’in başı, tıpkı bir gölge gibi, sessizce yana eğildi… ve dişleri, tereddütle ama sonunda keskin bir kararlılıkla adamın boynuna gömüldü. İlk temas, boğuk bir inilti yarattı. Ne bir çığlık, ne de bir düşüş—sadece kısa, kesik bir ses. Ardından mutlak sessizlik. Çenesinin kenarından ince bir kan damlası süzüldü, soğukta koyu ve parlak görünüyor, ama elbisesine bulaşmıyordu. Bu kontrol, düşündüğümden fazlaydı. Ellerindeki titreme kaybolmuş, parmaklarının kavrayışı güçlenmişti. Sırtı dikleşti; kanla birlikte içine çektiği özgüven, ona yeni bir siluet kazandırmıştı. Avının nabzının giderek yavaşlayan ritmi, korkunun keskin kokusu… bunlar, onun içindeki karanlıkla birleşiyor ama onu boğmak yerine besliyordu. Tam o sırada, kadın arkaya döndü. Gözlerinde kısa bir tereddüt kıvılcımı parladı; ama karşısında kimseyi göremedi. Isabel, adamı sessizce gölgelerin içine, loş bir sokağın kenarına çekmişti. Kadın, birkaç saniye daha durdu, başını sağa sola çevirerek baktı, sonra ürkek adımlarla uzaklaştı. Ayak sesleri taş kaldırımda yankılanırken, gölge ile bütünleşmiş avcı, kurbanını çoktan susturmuştu. Sokak, yeniden o boğucu sessizliğine bürünmüş, yalnızca uzaktan gelen rüzgârın uğultusu kalmıştı. Kirill, dudaklarının arasından hafifçe bir ıslık salıverdi; ses, boş ve dar sokakta yankılandıkça, taş duvarların arasından alaycı bir hayalet gibi süzüldü. Islığın ardında, dudaklarının kenarında beliren o hafif kıvrım vardı—sanki kendi kendine bir şaka yapmış da bundan gizli bir keyif alıyormuş gibi. “Ben olsam elmalı tartı da yerdim,” dedi, sesi alçak ama rahat, neredeyse tembel bir tonla. “Ama fena iş çıkarmadı.” Alexie, gövdesini tek bir santim bile oynatmadan Isabel’i izliyordu. Onun bakışı, avını sabırla tartan, nefes alışını bile ölçen bir yırtıcıya aitti. Gözbebekleri küçülmüş, çevresindeki her ayrıntıyı içine çekiyordu. Konuştuğunda, kelimelerinin arasındaki mesafe bile ölçülüydü; sanki her cümle, soğuk taşlara kazınmak için düşünülmüş gibi. “İlk seferler genelde dağınık olur,” dedi, hafifçe başını yana eğerek. “Ama bu… beklediğimden çok daha temizdi.” Ben, gözlerimi Isabel’den ayıramadım. Ay ışığının yarı gölgeye düşürdüğü köşede duruyordu; loş ışık saçlarının bir kısmını gümüş gibi parlatırken, geri kalanını karanlığa gömüyordu. Nefesi hızlıydı, göğsü hafifçe inip kalkıyordu, ama adımlarında tek bir sarsıntı yoktu. Dudaklarının kenarında, kurbanının kanı ince bir çizgi halinde hâlâ duruyordu; soğuk havada, koyu kırmızı neredeyse siyaha dönüyordu. Yüzünde iki ayrı dünyanın çarpışmasını görebiliyordum: huzurun derin dinginliği ve dehşetin keskin, titreten parıltısı “İz bırakmadı,” dedim, sesimi mümkün olduğunca kısarak. “Ve kurbanının masum olmayabileceğini sezdi. Bu… içgüdünün ötesinde bir şey.” Alexie, gölgelerden sıyrılıp yanıma geldi. Gözlerinde, kabullenişin gölgesi ve hafifçe sakladığı bir gurur vardı. Dudaklarının kenarında, belli belirsiz bir gülümseme asılıydı. “Sanırım onu fazla küçümsedik,” dedi, başını yavaşça sallayarak. Kirill, arkamızdan, sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi mırıldandı. Sesi, gece soğuğuna karıştı. “Ya da fazla korkuttuk.” Basamaklardan indiğimizde, Isabel hâlâ aynı yerdeydi. Dar, karanlık bir köşede, adamın bedeni taş zeminde bembeyaz yatıyordu. Soğuk, boynunun kenarına işleyen ölüm dokunuşunu çoktan yerleştirmişti. Isabel’in gözleri dalgındı, ama sesi… beklenmedik şekilde sakindi. “Hissettim…” dedi, kelimeler ağzından usulca süzülürken. “Kalbin atışını. Korkunun içindeki kırılganlığı. Bir an… ben onun yerindeydim. Ama sonra… ben bendim.” Başımı hafifçe salladım. “Bu iyi,” dedim. “Duygularını bastırma. Ama asla, asla onlara teslim olma. Kontrol, gücün temelidir.” Isabel, başını eğdi; gözleri taş zemine odaklanmıştı. “İlk öldürdüğüm kişi… kötü biri olmalıydı,” dedi. “Öyle hissettim. Ama belki bu sadece bahaneydi. Belki… sadece kan istedim. Ama masum birinin canını alamam.” Kirill, omuzlarını kayıtsızca silkti. Dudaklarında küçümseyen bir tebessüm vardı. “Hepimiz öyle başladık ama sonunda av ve avcı vardır, küçük kuş.” Alexie, hiçbir şey söylemedi. Sadece elini Isabel’in omzuna koydu. Bu, onaydan çok kabul eden bir dokunuştu—sessiz bir ‘artık aramızdasın’ mesajı. “İyiydin,” dedim Isabel’e dönerek. “Gece daha bitmedi. Bu gece eğlenebilirsiniz. Size izin veriyorum. Bunu bir kutlama gibi düşün, İzzy.” Isabel, başını kaldırdı. Kızıl gözleri artık daha parlak, daha keskin yanıyordu. “Peki ya sen?” diye sordu, hafifçe başını yana eğerek. “Sizi bekleyeceğim,” dedim. Bir adım geri atarken, Alexie’nin yanından geçtim. Ona kısa, alaycı bir göz kırptım ve Isabel’e havada bir öpücük gönderdim. “Elbette işlerimi hallederken. St. Pancras Old Church kilisesinde olacağım. Mümkünse gece yarısından önce gözüme görünmeyin.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD