10. BÖLÜM
YARGILAR
İNGİLTERE LONDRA 1810
Karanlık bu soğuk gecede, sanki zamanın kendisiyle yarışıyormuşum gibi gülümsüyordum. Hava ağır ve sessizdi, ama içinde bir gerilim, fısıltı gibi bir hareket vardı; sanki zamanın akışı, gecenin derinliklerinde gizli bir telaşla çırpınıyordu. İnsanlar çabuk yaşlanıyor ve ölüyor, yıllar ise gülünç bir hızla akıp geçiyordu. Bu hızlı akan zamana rağmen, dünya aynı kalıyordu; değişim yanılsaması altında, aslında her şey, herkes, her an, eski yerine sıkıca bağlıydı.
Sis, geceyi kalın ve soğuk bir yorgan gibi sararken, konağın parlak ışıkları bu örtüyü yırtarcasına yükseliyordu. Gökyüzü, bulutların ardında kararmış, yıldızların gizlendiği puslu bir örtüye dönüşmüştü; bu örtü, sanki dünyanın en derin sırlarını saklamak istercesine koyulaşmıştı. Konağın bahçesinde ağaçların gölgeleri, ışıkla dans eden hayaletler gibi titrek ve uçucu biçimde oynuyordu. Rüzgar yoktu ama havada nemin getirdiği soğukluk vardı; tenime dokunduğunda hafif bir ürperti bırakan bir soğukluk...
Dışarıda, saat gece yarısına doğru ağır ağır yaklaşırken, gözlerimin önünde puslu hava katmanları kalınlaşıyor, detayları yutuyordu. Siluetler, şekiller, yüzler yavaş yavaş bulanıklığa karışıyordu ama insan sesleri, uzaktan gelen kahkahalar, ayak sesleri ve hafif fısıltılar hala kulaklarımda çınlıyordu. Kimi zaman o sesler, sisin içinden sanki doğrudan beynime doluyor, zihnimi sarıyor, beni içinde büyüleyen bir gizemin kucağına bırakıyordu. Koku ise, o anın en çarpıcı yanıydı; şarabın, eski odunların, bahçedeki toprak ve yaprakların, ıslak kumaşların ve sıcak tenlerin karışımı… Hepsi birbirine karışmış, unutulmaz bir imza bırakıyordu.
Yağmur, ince ince, sarı bukleli saçlarına nazikçe düşerken, içindeki alkolün etkisiyle gevşemiş sesini kulaklarımda yankılandırdı: “Mary... Sen çok eksantrik bir kadınsın.” Şarap, hafifçe yanaklarını kızartmış, gözleri parıldıyordu. Gülümsemesi hafif bir huzursuzluk barındırıyordu; bu huzursuzluk ve alkolün hafif çekingenliği arasında gidip geliyordu. Dişlerimi, sıcak teninin dokusunda gezdirirken, bir anlığına çenesini nazikçe tutup hafifçe gökyüzüne doğru kaldırdım. Teninin sıcaklığı, o anda bana dünyanın en kıymetli sırrını fısıldar gibiydi. Dudaklarının ve boynunun kıvrımlarından yayılan tatlı koku, damarlarında hızla akan sıcak kanı hissettiriyordum; kan, dişlerimin hemen birkaç milim altındaydı ve bu düşünce, içimde kıvrak, keskin bir heyecan yaratıyordu. Sabırla, doğru anı kolluyordum; bir avcının hesaplı sabrıyla...
“Yani... görgü kurallarına Kraliçe kadar hakimsin, vals de senden iyisi yok.” Sesi hafifçe alaycı, ama içtenlikle takdir doluydu. “Bildiklerin diller ve müzik aletlerine olan ilgin…” Tırnaklarımı, gül kurusu rengindeki elbisesinin eteğinin altına sürüklüyor, korsesinin iplerini koparmaya başladım. Soğuk ellerimle, sıcacık teninin kontrastı tenime dokunurken, o hâlâ hafifçe çene çalıyordu, sözlerine devam ediyordu. “Ancak,” dediğinde duraksadı ve bakışlarımda gizlenmiş anlamı hissedebiliyordum, “bir o kadar da dik başlı ve asi. Asiller arasında kötü bir şöhretin var. Ups... Sanırım bunu söylememeliydim.”
Gülümsedim, dudaklarımı boynunun kıvrımına bastırırken hafifçe fısıldadım: “Sanırım söylememen gereken pek çok şey söyledin. Ama önemi yok. Yargılamıyorum.” Nabzını hissediyordum; ince ama güçlü ritmiyle atıyordu, her darbe bir davetti sanki, kanını, hayatını, bedenini sunmaya çağıran bir davet. Sesinde, alkolün yumuşak etkisiyle karışık bir çekingenlik ve heyecan vardı. Ama zihnimde tek bir şey vardı: kan... Açlık, derin, dayanılmaz bir şekilde beni sarıp sarmalıyordu.
Isabel, başını hafifçe yana eğdi. Dudaklarının kenarında beliren alaycı, ama bir o kadar da cazibeli o gülümseme, ölümlülerin tehlikeyi fark etmeden ölümle dans ettiği o talihsiz son anları hatırlatıyordu. “Söylediklerim seni rahatsız etmiyor mu?” diye sordu, sesi masum bir merak taşıyordu ama altında bıçak gibi keskin bir sorgulama vardı. “Yoksa ilgini mi çekmiyor?”
Tırnaklarımı, korsesinin kopan iplerini bir kenara itip, konseyi temsil eden o zarif elbisesinin altından çekip çıkardım. Sıcak teni, soğuk ellerimle çarpışıyor, bu zıtlık tenimde kıvılcımlar saçıyordu. Ona doğru biraz daha eğildim; yüzüme bakarken gözlerindeki karmaşık ifadeyi yakaladım; korku ve merakın, çaresizlikle çekiciliğin mükemmel karışımı... Beni daha da tenine, yakınlığına çekiyordu.
“Isabel,” diye mırıldandım, sesim gece kadar koyu ve esrarengiz. “Ölümler ya da ölümlerinin söyledikleri... hiç umurumda olmadı. Söyledikleri de, bizim gibi, gelip geçici.”
Son kelimelerim, onun gırtlağında bir yankı gibi titredi. Dudaklarımla boynuna küçük, nazik bir öpücük kondurdum; bu öpücük şehvetten değil, bir avcının soğukkanlı sabrı ve hesaplaşmasıydı. Ellerini, anın büyüsüyle belime, kumral örgülü saçlarıma uzanan ellerime bıraktı. “Sen… oldukça farklısın Maryinn,” dedi. Bu cümle, içinde karanlık bir gerçeği taşıyordu. Farklıydım; çünkü onun tahayyül edebileceğinden çok daha aç bir varlıktım.
Yağmurun sesi artık yalnızca zemini değil, gecenin damarlarını da dövüyordu. Çardağın karanlık köşeleri, ıslak taşların üzerine yansıyan titrek fener ışıklarıyla daha da derinleşmişti. Hafif bir kahkaha dudaklarımdan döküldü; gülüşüm, bu ıssız bahçenin sessizliğinde yankılanarak uzaklara, belki de hiç dönmemek üzere karıştı. İpek eteklerim, yağmur damlalarının ağırlığıyla çardağın tahtalarına yapışıyor, sular yavaşça kumaşın liflerinden süzülerek ayaklarımın altına akıyordu.
Onun altın sarısı saçları, yağmurun dokunuşuyla ağırlaşıp tenine yapışmıştı. Her damla, ince boynundan omuzlarına doğru kayarken, parmak uçlarımda titreyen sabırsız bir dürtü hissediyordum. Yüzünü bana çevirdiğinde, gözleri fener ışığında parladı; kırılgan ama saklı bir meydan okuma barındıran bakışlardı bunlar. Dudaklarımız arasındaki mesafe, nefeslerimizin sıcaklığında erimeye başlamıştı ki, sesi bu anı bölüp geçti.
“Bir şey itiraf etmeliyim.” Dedi, kelimeler dudaklarından şarap gibi ağır ağır dökülüyordu. “Beni bu çardağa kadar getirdiğine göre, sanırım sana güvenmeliyim… ya da korkmalıyım. Yaptığımız bu şey günah ve duyulacak olursa Kingsley ailesi için skandal olur.”
Başımı hafifçe yana eğdim, bakışlarımı gözlerinden ayırmadan. “Korku ve güven…” dedim, sesim yağmurun uğultusuna karışarak neredeyse fısıltıya dönüştü. “Bunlar bir madalyonun iki yüzü gibidir, Isabel. Ama sana şunu garanti edebilirim, bu gece ikisini iliklerine kadar hissedeceksin.”
Belinden kavradım, ince ve ürkek bedenini kendime doğru çektim. Çıplak sırtı, soğuk tenimle temas ettiğinde istemsizce ürperdi. Elimi yavaşça dudaklarının üzerine kapattım; fısıltılar, çığlıklara dönüşemeden boğuldu. O an, gözlerim kızıla döndü; sivrilen dişlerim, fener ışığında parlayan küçük bıçaklar gibiydi. Ve hiçbir tereddüt göstermeden boynuna eğildim.
Dişlerim derisini deldiğinde, kanın sıcak akışı dilimi yalayıp boğazıma indi. Yağmurun serinliğiyle tezat oluşturan bu sıcaklık, içimdeki açlığı anında tutuşturdu. Isabel boğuk çığlıklar atarken, ince kolları çaresizce göğsüme vuruyor, ama her darbede daha da güçsüzleşiyordu.
“Mary… lütfen…” dedi, sesi kanın akışıyla boğulan bir fısıltıydı. Yalvarmaları, yağmurun gürültüsünde yok olup gidiyordu. Her damla kan, damarlarımda ateş gibi yayılırken, içimde büyüyen karanlık neredeyse zevk verici bir baskıya dönüşüyordu. Fakat aynı anda, bilinmeyen bir his —belki de çok eski bir uyarı— bunun uzun sürmeyeceğini fısıldıyordu bana.
Isabel’in çırpınışları, boğuk ve kesik nefesler arasında yavaşladı. Ellerinin zayıf hareketleri, bir süre sonra tamamen durdu. Başını yana düşürdüğünde, boynunda dişlerimin açtığı yaradan son bir sıcak damla aktı. Onun kalbi, yağmurun altında, uzak bir davul sesi gibi giderek yavaşladı… ve sustu.
Yağmur, çardağın çatısına vururken ritmik bir uğultu yaratıyor, bu uğultu geceyi daha da derin ve ağır bir örtüyle sarıyordu. Islak hava, çiçeklerin solgun kokusuna karışmış taze kanın baş döndürücü aromasıyla dolmuştu. Damak zevkime uygun kan bulmak zordu. Yüzyıllardır damak tadımı memnun edecek o nadir damarı, o benzersiz tınıyı arıyordum. Ama Isabel’i baloda ilk gördüğüm an, aradığım şeyin nihayet önümde durduğunu anlamıştım.
Balo salonunun ihtişamı hâlâ gözlerimin önündeydi. Kristal avizelerden süzülen sıcak ışık, altın varaklı duvarlarda yansırken, fısıltılar ve kahkahalar salonu dolduruyordu. O kalabalığın içinde, sayısız kadın ve erkek arasından yalnızca o gözüme çarpmıştı. Geçen seneki bahar balosunda sosyetenin yıldızı olmuştu; bunu hatırlıyordum. Neşeli bir kahkahası vardı — o kahkaha, alt katmanlarında saklı bir kırılganlığı belli belirsiz hissettiren türdendi. Ve bir bakıma, yeraltı dünyasındaki Persephone’yi andırıyordu; hem narin hem de farkında olmadan tehlikeye yakın.
İnce yüz hatları, ilkbahar sabahının çiğ taneleri kadar taze bir cilde eşlik ediyordu. Mavi gözleri kristaller gibi ışıldıyor, bakışlarında hem merak hem çekingen bir davet barındırıyordu. Toprağın derinliklerinden süzülüp gelen bir filiz gibi kırılgandı. Altın saçları, yanmakta olan mumların titrek ışığında parıldıyor, her bir telin ucu, sanki kendine ait bir ışıkla alevleniyordu. Ama beni asıl esir eden şey, kanının kokusuydu.
O koku… Vampirler için nadiren gerçekleşen bir mucize gibidir; bir nota, yıllardır unutulmuş ama hâlâ kalbinizde yankılanan bir müzik. Onu içmek, sevdiğiniz bir melodiyi doyasıya dinlemek gibidir. Ama işte, tıpkı müzik gibi, asla doyurmaz; yalnızca daha fazlasını istemenize sebep olur.
Kan, boğazımdan soğuk bir esinti eşliğinde geçtiğinde, bedenimde hem huzur hem de yakıcı bir açlık aynı anda yayıldı. Gözlerim karanlığın derinliklerine doğru gömüldü. Isabel’in ölmek üzere olan bedenini, dikkatle ve neredeyse nazik bir saygıyla yere yatırdım. Güzelliği öyle bir güzellikti ki, solup gitmesine izin vermek yazık olurdu. Mavi gözleri artık boştu; çardağın tavanına kilitlenmiş, yaşamın son parıltısı da onlardan çekilmişti.
Yağmur damlalarının çatıdan toprağa düşüşü, kan kokusuyla karışarak havada garip bir fısıltı yaratıyordu. Sanki gece, bana yeniden başlamanın mümkün olduğunu söylüyordu.
“Lanet olsun,” diye fısıldadım, dişlerimin ardında zehrim yoğunlaşıp birikiyordu. Isabel’in cansız bedenini kollarıma aldım; soğuk ve ıslak elbisesi, tenime yapışıyordu.
Dişlerim boynuna yeniden saplandığında, bu kez kanla birlikte zehrim de akıyordu. Isabel Kingsley… Baloma davet ettiğim, sadece üç saat önce tanıştığım bu asil genç kadın, artık ölüme ya da sonsuz karanlığa mahkûmdu. Kanı, zehrimin taşıyıcısı hâline gelirken, bedeni tüy gibi hafifti. Onu ellerimde tutarken, içimde hem sarhoş edici bir zafer hem de açıklayamadığım bir huzursuzluk kıpırdanıyordu.
Her damla zehir, damarlarında yankılanan bir fısıltı gibiydi; ona yeni bir varlık, yeni bir doğum bahşediyordu. Ama bu doğum, çiçek kokulu bir bahar sabahı değil, sonsuz bir kedere uyanıştı. İnsanlığı, gözlerinin derinliklerinden birer birer silinirken, yerini karanlık bir boşluk alıyordu.
Dönüşüm ilerledikçe teni soluklaşıyor, sıcaklığı tamamen yok oluyordu. Kasları ve dokuları sertleşiyor, boynundaki damarlar belirginleşip kızıla çalıyordu. Gözlerindeki son insani parıltı da söndüğünde, karşımdaki artık Isabel değildi.
“Artık sen de benimsin,” diye fısıldadım; sesim, soğuk bir bıçağın keskinliğiyle havayı yardı. Bu cümledeki kesinlik, hiçbir itiraza yer bırakmıyordu. Isabel’in gözlerinden, ağır ağır süzülen tek bir damla kan, boynunun solgun kıvrımından çenesine doğru indi. O damla, sessiz bir sonun mühürüydü — bir çağ kapanıyor, başka bir karanlık başlıyordu. Gözleri artık ne korku ne de umut taşıyordu; yalnızca dipsiz bir boşluk vardı orada. O boşluk, insanlığın ölüm sessizliğiyle yerini sonsuz bir geceye bırakışının işaretiydi. Damla yere düştüğünde, sanki çardağın taşları bile o uğursuz değişime tanıklık edip sessizce ağıt yakıyordu.
Tam o anda, arkamda bir titreşim hissettim — havayı yaran, taş basamaklara temas eden soğuk bir ayak sesi. Sanki bütün atmosfer, görünmez bir el tarafından gerilmişti. İçimdeki huzursuzluk bir tel gibi gerginleşti. Yavaşça döndüğümde, çardağın taş merdivenlerinde iki siluet belirdi. Zaman, o an sanki ağırlaşmış, adımların yankısı sonsuz bir boşluğa düşüyormuş gibiydi. Kirill ve Alexie, yağmurun ince taneleri arasından seçiliyordu; varlıkları öylesine yoğun ve keskin bir gölge gibi ki, onları gördüğümde nefesim istemsizce ağırlaştı.
Alexie, öne doğru adım attığında, etrafına yayılan soğukluk adeta derimi delip içime işledi. Kızıl gözleri, loş ışığın içinde yakıcı bir parıltı saçıyor, üzerimde görünmez bir ağırlık bırakıyordu. Yüzündeki keskin hatlar, mermerden oyulmuş gibi sertti; her bir çizgi, yüzyılların kederini taşır gibiydi. Onun bakışlarında, bir celladın nihai kararından daha sert bir kesinlik vardı — sorgusuz, şüphesiz, geri dönülmez. Ama bu kesinliğin ardında başka bir şey yatıyordu: bir izleyicinin soğuk sabrı. O, Isabel’in dönüşümünü yalnızca gözlemliyor, fakat gözlerinin derinliklerinde sessiz bir muhasebe yapıyordu. Sanki ne düşündüğünü asla öğrenemeyeceğimi bile bile, içimi olduğu gibi görebiliyordu.
Kirill ise geride, merdivenin yarı gölgesinde duruyordu. Onun varlığı, Alexie’ninki gibi soğuk değildi; aksine, üzerinde daima oynak bir alaycılık taşıyordu. Gözleri, avını tartan bir yırtıcı kadar keskin ama bir o kadar da hareketliydi. Dudaklarında, yarım kalmış bir gülümseme vardı; bu gülümseme, hem eğlenceyi hem de yaklaşan tehlikeyi aynı anda barındırıyordu. Kollarını göğsünde kavuşturmuştu; bekleyişi sabırsız değil, daha çok keyif alan bir gözlemci gibiydi. Onun için bu sahne, trajik bir tiyatro oyununun en kanlı perdesiydi.
Yağmur, çardağın kiremitlerinden ağır damlalar halinde düşerken, atmosfer daha da yoğunlaştı. Isabel’in dönüşümü, havayı keskin bir metal tadıyla doldurmuştu. Alexie’nin soğuk bakışları, Kirill’in sinsi merakı ve benim damarlarımda dolaşan taze güç, aynı noktada buluşuyordu. Isabel’in gözlerinden insanlığa dair son kırıntılar silinirken, biz üçümüz bu dönüşümün kaçınılmaz sonunu izliyorduk. Bir hayat sönmüş, başka bir canavar doğmuştu. Ve ben, bu noktada, hem birinin yaratıcısı olarak sadece izliyordum.
Küçük bir gölge kıpırdanışıyla başlayan o an, sanki bütün çardağın nefesini tutmasına neden olmuştu. Kirill ve Alexie, adımlarının ağırlığını hissettirmeden, gecenin karanlığını yararak sessizce arkamda belirmişlerdi. Kirill, taş merdivenlerin alt kısmındaki koyu gölgelerden süzülerek yürüdü; hareketleri, bir insanın değil, avını fark ettirmeden izleyen bir yırtıcının sabırlı ve ölümcül yaklaşımını andırıyordu. Üzerine düşen loş ışık, elmacık kemiklerini keskin çizgilerle vurguluyor, gözlerindeki buz mavisi soğukluk, etraftaki her şeyi sanki tek dokunuşta dondurabilecekmiş gibi bir tehdit yayıyordu.
Yüzünde, benimle geçirdiği yıllarla birlikte oluşan, benimde görmeye alıştığım hissiz ifade vardı. Ama bu ifadesizlik, boşluktan değil, görmüş ve tüketmiş olmanın verdiği derin bir yorgunluktan doğuyordu. Gözleri bana, kelimelere ihtiyaç duymayan, içinde hem uyarı hem de yabancı bir kayıtsızlık barındıran sessiz bir mesaj gönderiyordu. Kardeş olan o iki adamın hikâyesi, belleğimin arka sokaklarında hâlâ kan kokuyordu. Onları, Odessa’dan kaçırdıktan ve Sancta Custos’un ve Solani Consortium’un aç dişlerinden, zehirli oklarından korunmak için güçlü bir klana ihtiyacım vardı… ve İvanov kardeşler karşıma çıkmıştı. Onları zorla alıkoyup, kendi zehrimle dönüştürdüğüm o an, bencilliğin en çıplak hâliydi. Muhtemelen hayatım tehlike de olmasa da onları öldürürdüm. Ama en azından kendime yalan söylemiyor, gerçeği inkâr etmiyordum.
Kirill, Isabel’in yanına sessizce diz çöktü. Uzun, ince parmakları —gecenin karanlığını okşayan zarif bir yılan gibi— kızın çenesine doğru ilerledi. Dokunuşu, beklenmedik bir incelik taşıyordu; avını öldüren bir avcının, o son anlarda ona gösterdiği garip şefkat gibi. Gözlerinde, vampir oluşuna rağmen, insanlara özgü bir yumuşaklık kıvılcımı vardı. Isabel’in başını hafifçe kaldırdığında, kızın nefesi kısalmış, bedeni ise dönüşümün sancısıyla hafifçe titriyordu.
Tam o sırada, Alexie adımlarını sessizlikle atan bir gölge gibi yanı başımda belirdi. Onun varlığı, Kirill’in meraklı yumuşaklığının tam zıddıydı. Etrafında, sanki soğuk hava dalgaları dolaşıyordu; bu, kışın en sert rüzgârlarının bile taşıyamayacağı bir ölüm soğukluğu. Kızıl gözleri, ince ve ölçülü bir yargıyla üzerime sabitlendi. “Bunu yapmana gerek yoktu,” dedi, sesi kırılmayan bir buz parçası gibi net ve duygusuzdu. Bu sözlerde ne kızgınlık ne de merhamet vardı—yalnızca anlaşılmaz bir mesafe.
Kirill, bu soğuk ifadeye karşılık, dudaklarının kenarına yerleşen alaycı gülümsemesiyle konuştu. “Ah, hayır,” dedi hafif bir tonda, kızın çenesinden tutarak. “Daha ilginç bir şey yaptığını düşünmüştüm.” Sesindeki alay, tehditten çok, olayın tadını çıkaran bir oyunbazın keyfini taşıyordu.
Isabel, onun kollarında titreyerek dönüşümün son eşiğine yaklaşırken, bedeni ölümlü hâlini yavaş yavaş terk ediyordu. Artık saf, kırılgan kız yoktu—yerine, ölümsüzlüğün gri gölgesi altında yeni bir varlık doğmak üzereydi. Kirill’in gözlerinde ince bir merak, Alexie’nin gözlerinde ise ölümün kaçınılmaz ağırlığı okunuyordu.
“Kingsley ailesine bir açıklama bulsan iyi olur,” diye fısıldadı Alexie, sesi soğuk taşlardan yankılanan bir tehdit gibiydi. “Londra’yı sevmiştim.” Bu sözler havada asılı kaldığında, Kirill’in bakışları keskinleşti. “Sadece besleniyordu, ağabey,” dedi, bu defa sesinde hafif bir savunma notasıyla. Isabel’in henüz tamamlanmamış yüzüne baktı, gözlerinde belki de merakla karışık bir kuşku vardı. “Cidden onu dönüştürmek istediğine emin misin, Mary?”