2. BÖLÜM MUTLU SON ZAMANLAR 4/4

2019 Words
Evrak dolabının kapağını hızla kapattım, içeri tıkıştırdığım belgeler tam yerleşmemişti, ama artık önemi yoktu. Kaçmayacaktım. Saklanmayacaktım. Gerekirse karşısına dikilecektim. Gözlerim hâlâ açtığım dosyanın kapağındaki isimde takılıydı. Tanıdık bir isim. Zehirli bir yankı gibi. Ve sonra kapı açıldı. Ofis, bir anda floresan ışığın keskin parıltısıyla doldu. Soğuk beyaz ışık duvarlara vurdu, dosyaların üstünde titreyen gölgeler yarattı. O an, zaman birkaç saniyeliğine durdu sanki. Her şey; kaos, korku, öfke—dondu. Başımı kaldırıp bakarken, neyle yüzleşeceğimi nihayet biliyordum. Annemle karşı karşıya geldik. Beni gördüğünde yerinden sıçradı ve elindeki kahve fincanı yere çarparak paramparça oldu. Kahvenin koyu rengi beyaz zemine yayılırken, ses sanki odadaki tek yankıydı. Ama bu gürültünün ötesinde sessizlik vardı. Damarlarımdan geçen kanın soğukluğunu hissettim. Annemin yüzündeki ifade… Hiç de beklediğim gibi değildi. Gözlerindeki o tanıdık, neredeyse mekanik soğukkanlılık, bir an için çözülmüş gibiydi. Ama sadece bir anlığına. Odaya adımını attığında, zaman sanki donmuştu. Gözleri bana dikilmişti, öylece. Sanki hiçbir şeyin etkisine girmeyen, tüm duygulardan arınmış, cansız bir bakıştı bu. Ama aynı zamanda çok şey söylüyordu. İçimde yükselen soğukluk tüm bedenimi sardı. Sanki karanlık bir gölge içime sızmıştı. Ama ellerim hâlâ titremiyordu. Sessizce, neredeyse törenvari bir hareketle dosyayı çekmecenin içine geri yerleştirdim. Sessizce kapattım. Gözlerim anneminkilere saplandı. Kaçmadım. Onun bakışlarının içinde bir kırılma, bir çatlak, bir korku izi aradım. Ama hiçbir şey yoktu. “Yeniden olmaz,” dedi annem. Sesi buz gibiydi. Tonunda hiçbir yükselme, hiçbir çatlak yoktu. Duygu barındırmayan bir boşluk gibiydi. “Eski Maryinn olmaz. Seni bir kez daha kaybedemem.” Sözleri odanın içinde yankılandı. Bir anlık sessizlikte, sanki duvarlar bile nefesini tutmuş gibiydi. Bir adım geri çekildim. Ama içimde bir fırtına dönüyordu. Bir an duraksadım. Sanki içimdeki her şey, cevap verebilmek için sıraya girmişti. Ama sonra, ne söylemem gerektiğini biliyordum. “Sır ve yalanlardan nefret ederim,” dedim. Sesim soğuktu. Kesindi. Yargılayıcı değil; infazcıydı. Ama sözlerim, onun donuk maskesini kıramadı. O hâlâ aynı şekilde duruyordu. “Kim saklarsa ya da söylerse fark etmez. Sen ikisini de yaptın!” Anneme ait o karanlık gözler hafifçe daraldı. Kaşlarının arasındaki ince çizgi derinleşti. Düşünüyordu. Bir karar vermeye çalışıyordu sanki. Sonra bir adım daha attı. Kahveye basmadan, ıslak zemine aldırmadan. “Sana neyi öğrendiğini sormayacağım. Çünkü biliyorum,” dedi. Sesinde buzla harmanlanmış bir bilinç vardı. “Belki de en başından beri biliyordun. Ama bu kasabayı ve seni tehlikeye atmana izin veremem.” Bir an sustu. “Biz hallediyoruz.” Bu son cümle, kalın, kasvetli bir duvar gibi üzerime indi. Biz. Kimdi biz? Kasaba şerifi Harry mi? FBI mı? Neden beni dışında tutuyordu? En çok bana güvenmesi gerekmez miydi? Her kelimesi, içimdeki huzursuzluğu daha da derinleştirdi. Sesindeki boşluk, karanlıkla birleşerek beni yutmaya çalışıyordu. O an, soğuk bir rüzgarın içimde esmeye başladığını hissettim. Her şey yavaşça yerine oturuyordu. Bu gece, annemle olan her şey, her sır, her açıklama sona ermişti. Aylardır beni oyalıyordu. Ya ben? Göz ardı ettiğim gerçekler vardı. Annemin sesindeki keskin tını, bir süre kelimelere dökülmeden havada asılı kaldı. Gözlerindeki soğukluk, kasaba karanlığının içinde boğulacakmış gibi hissettirdi. “Biz hallediyoruz...” dediğinde, aylardır hiçbir gelişme kat edemedikleri aklıma geldi. Gözlerimdeki öfke, içimdeki boşluğu daha da büyüttü. Söylediği her kelime, bende bir şeyleri tetikliyordu, ama bir anlık sessizlik her şeyden daha fazlaydı. İçimdeki karanlık, yavaşça dışarı sızmaya başlamıştı. Ellerim, farkına bile varmadan dosya dolabının soğuk metal kenarına yapıştı. Metal, parmaklarımın baskısıyla hafifçe eğiliyordu — sanki öfkemin ya da korkumun ağırlığına dayanamıyordu. Parmak uçlarım titredi. İçimde bastırmaya çalıştığım o ilk dürtü, göğsümün içini pençeleriyle kazıdı. “Anne...” dedim. Sesim, boğazımdan keskin bir tırtıklı bıçak gibi çıktı. Soğuk, kasvetli bir ironiyle. “Beni korumaya çalıştığını sanıyorsun... ama gerçekten farkında değilsin. Onlarla baş edemezsiniz. Ne sen, ne sürü, ne de polis... Onlar soğuk, kalpsiz... Wampirler. Onlara karşı şansın yok.” Annem durduğu yerden bir adım daha yaklaştı. Ama bakışlarını kaçırmadı. Donuk, ama içinde fırtına gizli o bakışlar… Dizginlenmiş bir yargı, bastırılmış bir korku. “Tehlikeyi biliyorsun,” dedi, sesi donuktu. “Frost’u, bu insanları korumaya çalışıyoruz.” Bu sözlerin arkasında başka anlamlar da vardı. Sadece bir çocuğu korumak değildi bu; kasabanın huzursuz kalbi, morga dönen hastane, kaybolan insanlar ve onların buz kesmiş cesetleri... Hepsi bir zincirin halkalarıydı. Ve zincirin başlangıç noktası bir yerde hâlâ kan sızdırıyordu. Annemin sesi titredi. “Ben seni korumaya çalışıyorum.” O an, içimde bir şey çatladı. “Beni korumaya çalışma,” dedim. Sözlerim kılıç gibi indi aramıza. Anlamayacağını biliyordum ama yine de söylemeden duramazdım. “Sara’nın kayboluşunun... ya da cinayetinin sorumlusunu bulacağım. Ve onu ölmeye değil, çürümeye mahkûm edeceğim. Bana yardım etmelisin anne. Ama sen bana yardım etmiyorsun.” Annemin gözleri bir anlığına buğulandı. Belki bir korku, belki bir anı düşmüştü içlerine. Ama hemen kendini topladı. Her zamanki gibi. “Her şeyin bir bedeli vardır, Maryinn,” dedi, sesi bu sefer yumuşaktı. “Can alırsan, bedelini ödersin. Sen bir katil değilsin.” Yavaşça başımı eğdim. O an, içimdeki cehennem su yüzüne çıktı. “Sara benim yüzümden...” dedim. Kelimeler ağzımdan değil, ruhumdan çıkıyor gibiydi. Sonra... soğukkanlılığım çatırdayarak dağıldı. İçimde kıpırdanan o şey... o karanlık... gözlerimin ardına kadar yayıldı. Bir girdap gibi her duyguyu, her mantığı içine çekmeye başladı. Annem bir adım daha attı. Ellerini kaldırdı ama ben geriye çekildim. Gözlerim, zihnimdeki tüm o karanlık sahneleri, parçalanmış cesetleri, boğuk çığlıkları yansıtıyordu artık. Kafamın içindeki uğultu dayanılmazdı. Ellerimi başıma götürdüm, sıkıca kavradım. Bütün benliğim sarsılıyordu. “Maryinn?” diye fısıldadı annem. “Sen?” Pencereye yürüdüm. Parmaklarım camın çerçevesini tuttuğunda, ahşap neredeyse çatlayacaktı. “Evde görüşürüz anne,” dedim. Sesim bıçak sırtı gibiydi. Bedenim taştan bir heykel gibi ağır ama kaskatıydı. Sonra, bir nefeslik boşlukta pencereyi açtım ve dışarıya — otoparkın loş karanlığına — atladım. Soğuk hava yüzüme çarptı. Gece sessizdi ama bu sessizlik, yakında gelecek bir fırtınanın habercisiydi. İçgüdülerim alev almıştı. Yırtıcı tarafım, derimin hemen altındaydı artık. Gözbebeklerim karanlığa uyum sağlarken, damarlarımda dolaşan şey... saf kana susamışlıktı. Annemin yanında kalmak demek, ona zarar vermek anlamına gelirdi. Ve bunu yapamazdım. Yapmazdım. Bunun yerine... kendimi lime lime eder, sonsuz işkencelere razı gelirdim. Ama onun yüzünde bir damla korku bile görmeyi kaldıramazdım. Kan... Evet. Yılların ardından yeniden kan istiyordum. Babam bir wampirdi. Ve bana miras kalan tek şey... ölümcül bir susuzluktu. Annemden uzaklaşmalıydım. İçimde bir şey kıpırdanıyordu; derinlerden, göğsümün en karanlık noktasından yükselen, tanıdık ama yabancı bir his. Alev almak üzereydi. Açlığını bastırmaya çalışıyordum ama her nefeste daha da yaklaşıyordu. Midemin kazınması değil bu… Bu, iliklerimde hissettiğim bir boşluk, bir susuzluktu sanki. Onun yanında kalırsam… bir anlık zayıflıkta bile gözlerimi kaybedebilirdim. Sesini, nefesini, damarlarında akan sıcaklığı duyuyordum ve bu beni korkutuyordu. Çünkü canı yanarsa, buna dayanamazdım. Kendime bile affettiremezdim. Ama şimdi… şimdi ben, onun kızı değilmişim gibi hissediyordum. İçimde uyanan karanlık, onu değil, başkasını arıyordu. Kurbanını. Ve itiraf etmeliyim… eğer birini incitmek zorundaysam, annem olmamalıydı. Asla. Başkası olmalıydı. Herkes olabilirdi ama annem olamazdı. Kendimi pencereden aşağı bıraktım. Bedenim, sanki yerçekimini unutmuş gibi süzüldü ve yere — otoparkın ıslak beton zeminine — neredeyse hiç ses çıkarmadan indi. Ayaklarım yere değdiği an, avcı tarafım uyanmıştı. İçimdeki yırtıcı, uykusundan doğruluyor, bedenimi sessizce ele geçiriyordu. Buna izin veremezdim ancak iç güdülerim, kan arzum beni ele geçiriyordu. Gece, karanlık ve çalkantılıydı. Gökyüzü, çatlamaya hazır kurşuni bir kubbe gibi üzerime kapanıyordu. Rüzgâr uğuldayarak kulaklarımı yalıyordu; bazen bir fısıltı gibi sinsice, bazen bir çığlık gibi kulak zarımı yırtarcasına. Yağmur, taş döşeli zemine düzensiz ama tehditkâr bir ritimle çarpıyordu; her damla, sanki göğsümde yankılanıyor, kalbimin attığı ritmi bastırmaya çalışıyordu. Islak asfaltın üzerindeki ışık yansımaları, dalgalanarak sanki yaşayan şeylere dönüşüyordu. Gözlerim karanlığa alışmıştı artık. Her hareket, her nefes, her kalp atışı… bütün detaylar gözümde birer sinyaldi. Gecenin örtüsü, benim için bir kamuflaj değil, doğal habitatım gibiydi. Renkler sönmüş, sadece koku ve ses kalmıştı. Fırtına, etrafımı sanki bilerek sarmıştı. Rüzgâr saçlarımı yüzüme savurduğunda, tenime çarpan soğuk damlalar bir tokat gibi kendime getirmek ister gibiydi. Ama artık çok geçti. Ben, o ince sınır çizgisini geçmiş, insanlıkla yırtıcılık arasındaki o bulanık zemine adım atmıştım. Bir çöp konteynerinin ardından fırlayan iki kedi, ani bir patırtıyla gözden kayboldu. Ancak arkamda bıraktıkları şey, sesten ibaret değildi. Panik. Korku. Yaşam enerjisi. O an, içimdeki açlığı daha da körükledi. Bu artık sıradan bir açlık değildi; sanki ruhumun içindeki boşluk, kanla dolmak istiyordu. Gecenin içinde asılı duran metalik koku — kanın keskin ve demirsi kokusu — zihnime iğneler gibi saplanıyordu. Gerçek miydi, hayal mi, bilemezdim. Ama önemli de değildi. Ayırt edebilecek kadar açtım artık. Adımlarım yavaş ama hedefe kilitliydi. Islak taşlara bastıkça, ayakkabımın altından çıkan şapırtılar, gecenin sessizliğine bir uyarı gibi karışıyordu. Kaldırımlar, yağmurla cilalanmış mezar taşları gibiydi; altında Frost’un unutulmuş anıları yatıyordu. Çatılardan sarkan yağmur olukları, rüzgârla çatırdarken, bana kasabanın ağladığını düşündürdü. Ve sonra onu gördüm. Dar sokağın ucunda, titrek bir sokak lambasının altında yürüyen bir adam. Üzerinde kalın, gri bir palto vardı. Başını öne eğmişti, elleri cebinde, bir elinde ise eski deri bir evrak çantası taşıyordu. Her adımında ayaklarının altındaki su birikintileri dağılıyor, lambanın ışığında silüeti bir hayalet gibi titriyordu. Ama ben, onu sadece görmüyordum. Onu duyuyordum. Kalbinin atışını. Ritmik, biraz hızlı ama hâlâ sakin bir güvenin taşıdığı o ses. Damarlarında dolaşan sıcak kanın uğultusunu duyabiliyordum. Kulağımda bir davul gibi patlıyordu. Sadece birkaç saniye içinde beynim, vücut ısısını, kalp ritmini, solunum dengesini hesaplamıştı. İçgüdülerim ayaklandı. Gözlerim daraldı, kaslarımın altında gerilim birikti. Diş etlerim sızlamaya başladı, sanki içimdeki yırtıcı beni uyandırmak için dişlerimi bile bile sivriltiyordu. Elleri avuçlarıma bastı. Tırnaklarımın tenime battığını hissettim ama bu acı, beni durdurmaya yetmiyordu. Her şey içimde yükselen vahşeti körüklüyordu. Islak taşta çıkan şapırtı biraz daha gür oldu. Adam hafifçe başını çevirdi, ama rüzgâr gözlerini sulandırmıştı, beni seçemedi. Geri döndü. Devam etti. Bir adım daha… Avcının iç sesi bağırmaya başlamıştı: Şimdi. Gövdem kasıldı. Dizlerim yay gibi gerildi. Birkaç saniye içinde ya kendimi durduracaktım, ya da gecenin içinde başka bir iz bırakacaktım. Islak taşta ayakkabım kaydı, ama bu bile bana bir engel olamazdı. Adamın attığı her adım, benim içimdeki açlığı biraz daha uyandırıyordu. Yaklaştım. Adımlarımı duyamazdı. Adamın ensesinde hafif bir titreme oldu. İçgüdüsel bir huzursuzluk. Belki de varlığımı sezmişti — ama artık çok geçti. Açlık, zihnimi sarhoş ederken... gözlerim, dudaklarım, bedenim her ayrıntıya odaklanmıştı. Bir saniyeliğine durdum. Rüzgâr yön değiştirdi. Burnuma, taş sokakların arasından yükselen keskin bir demir kokusu daha geldi. Kan yakındaydı. Çok yakında. Ayak seslerimi kontrol ediyordum. Her adımımı düşünerek atıyor, sokaktaki sessizliği bozmayacak şekilde hareket ediyordum. Yürürken burnuma yayılan adamın kokusu, beni hedefime doğru çekti. Kalbin atışını duydum. İyi bir avcı gibi, beklemeyi ve doğru anı seçmeyi biliyordum. Rüzgarın uğultusu kesildi. Sanki dünya bir anlığına sessizleşmişti. Kaslarım gerildi, avcı içgüdülerim beni harekete geçmeye çağırıyordu. Her adımım, bir yırtıcının pençesi kadar sessizdi. Sokak lambalarının altında bile gölgem fark edilmeden hareket ettim. Adam, her şeyden habersiz bir şekilde telefonuna odaklanmıştı. Parmakları ekran üzerinde gezinirken, yağmur suları ceketinin yakalarından süzülüyordu. Aramızdaki mesafeyi hızla kapattım. Adamın sıcak eti, içimdeki yırtıcı tarafı daha da alevlendiriyordu. Bu sıradan bir av değildi; içimdeki açlık, hem fiziksel hem de duygusal bir istekle birleşmişti. Bu, kontrol etmekte zorlandığım bir dürtüydü. Bir anda rüzgar yön değiştirdi ve adamın kan kokusu duyularıma hücum etti. Demir tadı, karanlık bir çağrı gibi boğazımda yankılandı. Göz bebeklerim büyüdü, dişlerim istemsizce keskinleşti. Artık bu noktadan sonra geri dönüş yoktu. Adamın, varlığımı fark etmesi için yalnızca birkaç saniyesi vardı. Adam yeniden harekete geçip adımları hızlanırken, bir anlığına tereddüt ettiğimi fark ettim. Belki bir his, belki de rüzgarın taşıdığı gölge bir uyarıydı. Başını çevirip arkasına bakma hatasına düştü. O anda göz göze geldik. Gözlerimdeki karanlığı ve açlığı görmüş olmalıydı, çünkü yüzüne yayılan dehşet ifadesi tarif edilemezdi. Gözlerim kan kadar kızıl olmalıydı. Kaçmaya çalıştı. Ayakları bir an tökezlese de kendini toparladı ve delicesine koşmaya başladı. Ama bunun bir önemi yoktu. Onun için yazılmış sonun başlangıcını izliyordum. Her adımı, avla avcının arasındaki gerilimi artırıyordu. Kalbimin atışları hızlanmış, ritmi avımın çaresiz çırpınışlarıyla eşleşmişti. Kan kokusu zihnimi bulanıklaştırırken, vücudumdaki tüm kaslar harekete geçmek için sabırsızlanıyordu. Ağaçların arasından hızla ilerlerken, çeviklikle önüne geçtim. Bir anda durmak zorunda kaldı, nefesi düzensiz, gözleri korkuyla doluydu. Şimdi savunmasızdı. Beni alt edebilmek için yapabileceği hiçbir şey yoktu. "Tanrım..." diye fısıldadı titrek bir sesle. Onu dinleyebilecek durumda değildim; içimdeki yırtıcı, kelimelerle vakit kaybetmek istemiyordu. Onun titreyişini, çaresiz bakışlarını izlerken içimdeki açlık zirveye ulaştı. Dişlerim, birer hançer gibi ışığın altındaki beyazlıklarını sergiledi. Geri dönüşü olmayan o an. Zihnimdeki son insan kalıntısı, ne olduğunu anlamadan, karanlığın içinde yitip gitmişti. Ona doğru hamle yaparken, içimde yankılanan tek şey, bitmek bilmeyen bu açlığın doyurulmasıydı. Dünya sessizleşti. Rüzgarın uğultusu, yaprakların hışırtısı bile geride kaldı. Sivri dişlerimi göstererek, sırıttım. Artık sadece biz vardık. Ben ve avım.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD