3. BÖLÜM
KAN ARZUSU
Gözlerim ağır ağır aralandığında, ilk hissettiğim şey ağzımın kenarında kurumuş kanın bıraktığı yapışkanlık oldu. Dilimle yaladığımda, tadı paslı bir demir gibiydi. Tadı bayat geliyordu. Mide bulandırıcı ama aynı zamanda tanıdık. Etrafım sessizdi—rahatsız edici, neredeyse uğursuz bir sessizlik. Ne dışarıdan gelen bir araba sesi ne de evin içinden duyulabilecek ayak sesleri vardı. Zihnim, hâlâ gecenin çığlıklarında yankılanıyordu; fırtınanın uğultusu, sırılsıklam sokaklar ve... o adamın korkuyla donmuş yüzü.
Ama artık orada değildim.
Yattığım zemin sertti. Fayansın çıplak, buz gibi yüzeyi, bedenimin altından içeri sızıyor, kemiklerime kadar işliyordu. Soğuk, tenime iğneler gibi batıyor ama aynı zamanda beni gerçekliğe çiviliyordu. Burnuma karışık, yoğun bir koku doldu—metal, nem, çürük ve kan. Biri bile yeterince rahatsız ediciyken, hepsi bir araya geldiğinde tiksindirici bir ağırlık oluşturuyordu. Koku, soluklarıma sinmişti; içime çektiğim her hava, sanki içimi kirletiyordu.
Ellerimi yavaşça yana doğru uzattım, parmak uçlarım sert yüzeyi taradı. Pürüzlü, hafif tozlu zeminde ilerlerken elim bir nesneye çarptı—soğuk, plastik, esnek. Kavradım. Elime aldığım şey boş bir kan torbasıydı. Parmaklarımın arasında ezilirken çıkardığı hışırtı, sessizliği paramparça etti. O an, etrafıma baktım.
Loş bir ışık, tavan arasındaki çıplak ampulden sarkıyor, ancak titreyerek yanıyordu. Işığın altındaki beton duvarlar soluk sarıydı, lekeli, çatlak, bazı yerlerinde kurumuş izler... kan mıydı, pas mıydı, emin olamıyordum. Duvardan aşağıya doğru sarkan kalın kablolar, kıvrılarak yere iniyor, yerdeki su birikintilerine dokunuyordu. Islak elektrik kokusu havada asılıydı.
Karşımda bir masa duruyordu—metal yüzeyli, üzeri karışık. Laboratuvar tüpleri, serum şişeleri, kullanılmış enjektörler, tıbbi aletler... Bazılarına damlamış koyu kırmızı sıvı, hâlâ kurumuş değildi. Tüplerin içindeki sıvılar titreşiyordu, sanki nefes alıyorlarmış gibi.
Gözlerim biraz daha açıldıkça, duvarın ardında tanıdık bir düzen gördüm. Evet... burası. Burası evimizin bodrum katıydı. Ama bildiğim bodrum değildi bu. Burası, annemin yıllardır kilitli tuttuğu, gizemli, neredeyse efsaneleşmiş laboratuvarıydı. Girmem yasaktı. Ne zaman kapının yanından geçsem, içim ürperirdi. Şimdi ise, tam ortasındaydım.
Ellerimle yere tutunarak doğrulmaya çalıştım. Kaslarım ağrıyordu. Her eklemim, taş gibi sertleşmişti. Bedenim sanki başka bir ağırlığın altında ezilmişti; kaslarım yorgun değil, tükenmişti. Başımı kaldırdım. Hemen çevremde, gelişi güzelce dağılmış düzinelerce boş kan torbası duruyordu. Çoğunun ucu yırtılmış, içindeki son damlaya kadar çekilmişti. Zemin, bazı yerlerde koyu kırmızı lekelere sahipti; kimisi kurumuş, kimisi hâlâ ıslaktı. Ben... bunların hepsini içmiş miydim?
Göğsümde bastıran garip bir ağırlık vardı. Hâlâ doyduğumu hissediyordum, midem şişkin, damaklarım uyuşuktu. Ama içimdeki boşluk—o bitmek bilmeyen açlık—yok olmamıştı. Aksine, şekil değiştirmişti. Artık fiziki değil, zihinsel bir açlık gibiydi. Kimdim ben? Ne olmuştum? Ne zaman dönüştüm?
Boğazım kuruydu, ama dilimle dudaklarımı yaladım. Kurumuş kanın sert kıvamı, dudaklarımda çatlaklar açtı. Başım zonkluyordu; içeriden içeriye vuruyordu ağrı. Hatırlamaya çalıştım. O adam... ne olmuştu ona? Yüzü gözümde canlandı ama devamı gelmedi. Sis perdesi gibi bir karanlık bastırıyordu zihnimi. Belleğim, kilitlenmişti.
Başımı yana çevirdiğimde, köşede yere yığılmış bir buz kutusu dikkatimi çekti. Açılmıştı. İçindeki şeffaf torbalar boştu. Tabanı kırmızıya dönmüştü. Annemin zulası. Onu tüketmiştim. Bir hayvan gibi saldırmıştım her torbaya. Kontrolsüz, bilinçsiz... vahşi.
Solumda, masa altına itilmiş bir şey vardı—kanla lekelenmiş bir not defteri. Üzerine birkaç damla kan sıçramıştı, ama hâlâ okunabiliyordu. Elimi uzattım, ama başım aniden dönünce geri çekilmek zorunda kaldım. Gözlerim kararıyordu. Nefes alırken burnuma dolan o keskin metal ve dezenfektan karışımı koku, midenin ters dönmesini sağlayacak kadar keskindi. Kafamı ellerimin arasına aldım. Gördüğüm manzara midemi bulandırdı. Ne zaman geldim, nasıl geldim, ne yaptım… bilmiyordum. Aklim bulanıktı.
Burası laboratuvardı ama daha çok bir morgu andırıyordu. Annemin deney odası denilebilirdi. Soluk gri duvarlar, parlak çelik dolaplarla kaplanmıştı. Tavandan sarkan birkaç çıplak ampul, solgun bir ışık yayıyordu. Işığın titrek parıltıları, etrafımdaki gölgeleri sürekli hareket ediyormuş gibi gösteriyordu. Yerler, fayans döşemelerle kaplıydı. Temizdi. En azından kan sıçramayan yerlerde.
Duvar kenarlarında sıralanmış çelik dolaplarla doluydu. Çelik bir masanın üzerinde, yarı dolu kan torbaları dikkatimi çekti. Kimi yerlere öylece fırlatılmıştı bunun sorumlusunun ben olduğuma emindim. Çevremde bir sürü bitirilmiş kan torbası vardı; bazılarının ağızları açıktı ve kurumuş kan lekeleri her tarafa dağılmıştı. Duvarlara sıçramış kan lekeleri vardı.
Laboratuvarın bir köşesinde, duvara yaslanmış cam tüpler diziliydi. Tüplerin içinde koyu kırmızı sıvılar, solgun sarı kimyasallar ve yoğun yeşil bir madde vardı. Bazı tüplerde bana ait olan parlak zehrim gözlerime çarpıyordu. Her biri farklı bir tehdit gibi görünüyor, ama bu görüntülerden çok daha rahatsız edici bir şey hissediyordum burası evimin bodrum katıydı.
Hafif nemli hava ciğerlerime dolarken, gözlerimi yavaşça tavana çevirdim. Ampullerin altına sıkıca bağlanmış tüpler, duvarlara sarkan kablolara bağlıydı. Havalandırmadan gelen çim kokusunu alabiliyordum. Derin, kan kokan bir nefes verdim. Hafifçe hareket eden tozlar, her nefesimde daha da ağırlaşıyor gibiydi.
Masadaki objelere gözüm takıldı: keskin bisturiler, kıvrık makaslar ve metal kelepçeler. Yanında bir not defteri vardı, sayfaları karalanmış, yazıları okunamayacak kadar düzensizdi. Fark ettim ki, masanın üzerinde bir insan anatomisine ait eskizler ve çizimler vardı, ama her şey grotesk bir şekilde değiştirilmişti. Kollar, bacaklar, organlar… Hepsi başka bir varlığın, başka bir gerçekliğin parçasıymış gibi görünüyordu. Bunlar anneme aitti ve ben onun laboratuvarına en son ne zaman geldiğimi bile hatırlamıyordum.
Laboratuvarın diğer tarafında, büyük bir soğutma dolabı vardı. Üzerindeki kırmızı ışık sürekli yanıp sönüyor, acil bir durum varmış hissi yaratıyordu. Dolabın içinden gelen uğultu, içeride ne olduğunu sorgulamaktan korkmama neden oldu. Altından yayılan su birikintisi, dolabın sızdırdığını gösteriyordu. Bu da benim işim olmalıydı. Odanın tam ortasında, büyük bir masa yer alıyordu. Masanın etrafına yerleştirilmiş monitörler ve elektronik cihazlar, eski bir bilim kurgu filminin kalıntılarına benziyordu. Cihazların ekranlarında titrek yeşil çizgiler vardı; bazen şekil değiştiriyor, bazen de tamamen kararıyordu.
Ayağa kalkmaya çalıştım, ama dizlerim beni taşımakta zorlanıyordu. Kaslarım sanki bana itaat etmekten vazgeçmişti; her hareketimde titreyen bir direniş, bedenimin en derin yerinden yükseliyordu. Ayakta durmaya çalışırken bir elimle masanın kenarına tutundum, diğer elim ise istemsizce yere düşmüş bir kan torbasına değdi. O an fark ettim... parmaklarımda kurumuş, çatlamış kan vardı. Kabuk bağlamış ama hâlâ nemli noktaları hissedilebiliyordu.
Refleksle, baş parmağımı dudaklarıma götürdüm. Yavaşça yaladım. Tadı anında dilime yayıldı. Metalikti. Keskin, yoğun, garip bir şekilde tanıdık olmayan bir tat. Sanki bir yabancının ağzını öpüyormuşum gibi... tedirgin edici ama aynı zamanda çekici. Boğazıma bir bulantı oturdu. Midemden yukarıya doğru yükselen hafif bir yanma hissi vardı. Ama bu his, başka bir şeyle çakışıyordu—çok daha karanlık, çok daha ilkel bir arzuyla. O anda içimde iki ayrı ses konuşmaya başladı. Biri kaçmamı söylüyordu; diğeriyse, kalmamı, daha fazlasını tatmamı.
Elimi hızla geri çektim. Parmaklarımın dudaklarımdan ayrıldığı o anda içimde bir şey hırladı, bir hayvan gibi inledi. Soğuk ter damlaları, şakaklarımda birikmeye başlamıştı. Ter, sırtımdan aşağı doğru akarken tişörtümün içine işliyordu, o nemli hissiyat beni daha da huzursuz etti. Gözlerim masaya kaydı. Orada, düzgünce dizilmiş birkaç kan torbası vardı. Plastik yüzeylerinin altında koyu kırmızı, neredeyse siyaha çalan bir sıvı titreşiyordu.
Her torbanın üzerinde el yazısıyla yazılmış bazı isimler ve numaralar vardı. Ama yaklaştığımda fark ettim ki, o isimler silinmişti—bilinçli bir şekilde. Mürekkep suyla dağılmış, bazı harfler kazınmış gibiydi. Geriye sadece gölgeler kalmıştı. Bu belirsizlik beni ürküttü. Kimin kanıydı bu? Neden saklanmıştı? Neden gizlenmişti?
Ama sorulardan önce, bir başka his baskın geldi: istek. O torbalara sadece bakmak bile midemde bir kıpırtı yaratıyordu. Göz bebeklerim büyüdü, kalbim hızlandı. Derin bir nefes aldım, ama bu nefes bile doyurucu değildi. Sanki içimdeki boşluk havayla değil, başka bir şeyle dolmalıydı. Daha sıcak. Daha canlı.
Elim, kendini savunmasızca bir torbaya doğru uzandı. Parmağım, torbanın soğuk ve hafif nemli plastik yüzeyine değdiğinde, vücudumun tamamından bir ürperti geçti. Elektrik gibi değildi bu—daha çok buz gibi bir elin omzuma dokunması gibiydi. Gözlerimi sıktım, zihnimle kendime bağırdım. “Hayır.”
Hızla geri çektim elimi. Nefesimi tuttum. Göğsüm inip kalkarken bedenim sanki çırpınıyordu. Bu dürtünün pençesinden kurtulmaya çalışan bir mahkûm gibi.
Yutkundum. Sıradan bir yutkunma değil—boğazıma takılan bir hayaleti bastırır gibi. Son bir kez etrafıma baktım. Tıbbi ekipmanlar, kan torbaları, steril cam kavanozlar ve kimyasal tüpler… burası annemin dünyasıydı. Ama artık ben de bu dünyanın bir parçasıydım. Belki de merkezindeydim.
Merdivenlere döndüm. Çelik korkuluk soğuktu. Her adımı dikkatlice attım. Laboratuvarın boğucu uğultusu, arkamda ağır bir perde gibi kaldı. Yukarıya çıkarken, her basamakta ayak seslerim yankılandı—önce metalin üzerinde, sonra ahşaba geçtiğinde daha tok bir sesle. Yavaşça üst kata ulaştım.
Salon... garip bir şekilde düzenliydi. Her şey yerli yerindeydi. Kanepe üzerindeki örtü bile düzgünce düzeltilmişti. Cam sehpanın üstünde hiç iz yoktu. Annemin obsesif temizlik alışkanlığı hemen hissediliyordu; burası hâlâ onun hâkimiyetindeydi. Ama ben... ben bu mekâna ait değilmişim gibi hissediyordum artık.
Üzerime yapışıp kalmış giysileri çekiştirdim. Kumaş, kurumuş kan nedeniyle sertleşmişti; hareket ettikçe çatırdayan bir ses çıkıyordu. Omzuma damlayan bir ter damlası, o an her şeyin ne kadar gerçek olduğunu tekrar hatırlattı. Yavaşça yürüdüm. Ayaklarım çıplaktı. Tahta zeminin soğukluğu, bedenimi yeniden uyandırmaya çalışıyordu. Ama ben hâlâ yarı uykudaydım—veya yarı kabusta. Camdan içeriye dolan ay ışığı, odanın her köşesini uzun gölgelerle doldurmuştu. Her mobilya, her obje, birer siluet gibi uzuyordu.
Mutfağa doğru yöneldim. Mide bulantım ve garip açlık hissi arasında sıkışıp kalmıştım. Musluğu açtım ve avuçlarıma akan soğuk suyu yüzüme çarptım. Su damlaları, kurumuş kanın izlerini temizlemekte yetersizdi, ama zihnimi biraz olsun berraklaştırdı. Cama yansıyan yüzüme dikkat kesildim. Kendimi görmek istemiyordum ama gözlerim bir şekilde yansıma bulmaya zorladı.
Gözlerim... Bir şeyler değişmişti. İrislerim, olması gerektiği gibi değildi. Önceden yeşil tonuna sahip olan gözlerim, şimdi soluk kırmızıya çalan bir parıltıyla bakıyordu bana. Sanki içimde, bana ait olmayan başka bir varlık bakıyordu. Ellerimle yüzümü kavradım. Birkaç derin nefes almaya çalıştım, ama hiçbir şey geçmiyordu. Su yetmiyordu, hava yetmiyordu, hiçbir şey yetmiyordu. Yeniden değişim geçiriyordum.
Mutfakta, lavabonun başında eğilmiş, akan suya boş gözlerle bakıyordum. Soğuk, musluktan avuçlarıma dökülürken sanki damarlarımın içinden geçip kemiklerime kadar ulaşıyordu. Parmaklarım uyuşmuştu, ama içimde yanmaya başlayan açlık her hücremde canlıydı. Ellerimle yüzümü ovuşturdum, derin derin nefes aldım, ama hiçbir şey değişmedi. Bu sıradan hareket bile artık bana ait değilmiş gibi geliyordu. Suyun sesi boğuk bir uğultu gibi kulaklarımda yankılanırken, yüzümde kalan kan lekeleri, suyla temas ettikçe daha da belirginleşti. Derimin altına işlemiş gibiydiler.
Karşımdaki dolap kapağının parlayan yüzeyine gözüm takıldı—yansımam, orada bir gölge gibi asılıydı. Ama o yüz bana ait değildi. Tanımadığım birinin bakışlarıyla karşılaşıyordum. Gözbebeklerimin çevresinde kıpkırmızı bir halka… Parıltı değil, daha çok gizli bir kıvılcım gibi. İçimde kıvranan, bastırmaya çalıştığım o karanlık tarafın ışığıydı bu. Solgun tenimin ortasında, o gözler, yabancı bir varlığın beni içeriden izlediğini fısıldıyordu. Derin bir nefes almaya çalıştım ama hava, ciğerlerime değil, sonsuz bir boşluğa dolmuş gibiydi. İçimde büyüyen o karanlık açlık, her nefeste biraz daha bedenime yerleşiyordu. Beni ele geçiriyordu.
Bir adım attım—tereddütlü, sanki kendi evimde değilmişim gibi. Mutfaktaki her eşya, her köşe, yıllardır dokunduğum şeylerdi ama şimdi... her şey başka bir evrene ait gibiydi. Soğuk ışık, duvarları donuk gösteriyor, mobilyaların kenarları sert gölgelerle kesiliyordu. Ay ışığı, mutfağın camından içeri süzülmüş, odayı ölgün bir maviyle yıkıyordu. Ama bu mavi, huzur verici değil; cansız bir ışığın rengiydi. Tahta zemine bastığımda çıkan çıtırtı bile ürkütücüydü. O an, yalnız olmadığımı hissettim.
Yaklaşan motor sesini fark ettim. Aşağıdaki taş yola yanaşan SUV’nin sesi, tanıdık ama bu kez sarsıcıydı. Dişlilerin gürültülü geçişi, frenin tiz cızırtısı... Her detay, beni aniden irkiltti. Bu sesi yüzlerce kez duymuştum. Annemdi. Sabahları işe giderken, geceleri dönerken hep aynı ses. Ama şimdi? Bu ses başka bir anlam taşıyordu. Bir tehdit gibi yaklaşıyordu. Motor sustuğunda, evin sessizliği daha da derinleşti. Nefesim sıklaştı. Kalbim, kontrolsüzce çarpmaya başladı. İçimdeki bir dürtü beni harekete geçmeye zorluyordu. Koşmak. Gizlenmek. Ya da... başka bir şey.
Ayaklarım beni istemsizce kapıya doğru sürükledi ama birkaç adım sonra durdum. İçimde bir şey, sanki dizime bir ağırlık bağlamıştı. Hareketsiz kaldım. Nefesim göğsümde sıkıştı. Kapı sertçe açıldı. İçeri dolan gece havası, mutfağın sessizliğini keskin bir bıçak gibi deldi. Ardından annem göründü.
Normalde dimdik duruşuyla, ölçülü adımlarıyla içeri giren kadın gitmişti. Yerine, aceleyle içeri atılan, panik dolu gözlerle etrafı tarayan bir kadın gelmişti. Yüzü solgundu; dudakları sıkılmış, alnındaki damar belirginleşmişti. Elindeki çantasını yere fırlatır gibi bırakıp hızla çevresine bakındı. Ayakkabılarının çıkardığı tok ses, zeminde yankılandı. Saçlarına panikle dokundu; elleri titriyordu.
O her zaman sakin, soğukkanlı olan kadındı. Tıbbi krizlerde, acil durumlarda bile sesi titremezdi. Ama şimdi gözleri, derin bir korkuyla büyümüştü. Ne gördüğünü bilmiyordum. Ama gördüğü şeyden hoşlanmadığı belliydi. Belki yerdeki izlerden, belki havadaki kan kokusundan... belki sadece içgüdülerinden.
Gözleri bana çevrildiğinde zaman durdu. Bakışları bir mıknatıs gibi üzerime yapıştı. Yüzümdeki kurumuş kan, kıyafetlerimdeki kırmızı lekeler, vücudumdan yayılan o metalik koku... hepsi onu donakalmaya yetmişti. Anlamaya çalışıyordu. Göz bebekleri titreşiyordu, ama dudağı tek kelime söylemedi.
Ben de söyleyemedim.
Aramızda sessiz bir iletişim oluştu . Gözleri, her şeyi sorguluyordu. Ne yaptığımı. Neye dönüştüğümü. Ne kadarının hâlâ ben olduğumu. Ellerini tekrar saçlarına götürdü, sonra başını eğdi. Küçük bir fısıltı duyuldu, belki sadece kendi kendine söylediği bir kelime, belki bir dua. Ama sonra yeniden başını kaldırdı. Artık panik yoktu. Yerine bambaşka bir ifade yerleşmişti: derin, gergin bir ciddiyet.
Benden mi korkuyordu?
Yoksa bende yeniden görmekten korktuğu şeyden mi?