“Anne?” diye sordum, sesim boğuk ve titrek çıktı. Kelime ağzımdan dökülürken bile, bu sesin bana ait olmadığını düşündüm. Tanımadığım, derinden gelen, yabancı bir tınısı vardı. İçimdeki o uğursuz boşluk, derin bir çukura dönüşüyordu. Her saniye daha da genişliyor, zihnimin kontrolünü kemiriyordu. Ama annemi öyle görünce... O donmuş, sarsılmış hâlini görünce... Kendimi toparlamaya çalıştım. Bir parça insan kalıntısı gibi, hâlâ bir yerlerde duran o eski ben’e sarıldım.
Annem, gözlerini kaçırmadan önce derin bir nefes aldı. Gözbebekleri hâlâ korkuyla genişlemişti, ama bakışlarındaki paniği bastırmaya uğraşıyordu. Sanki bir maskeyi takar gibi, titreyen yüz kaslarını dizginlemeye çalıştı. Fakat bana dönmeden önce, omuzlarının üzerinden dış kapıya bir bakış attı. Camın ardındaki fırtına, birden daha gerçek hâle geldi. Rüzgârın uğultusu, evin duvarlarını titreten bir iç çekiş gibi yankılandı.
Sanki fırtına, dışarıda değil de içerideydi artık. Bu evde. İçimizde. O an—beynimin içinde keskin bir çakış, bir şimşek gibi belirdi. Bir görüntü. Bir his.
Islak toprak kokusu, kasvetli park alnı içinde yankılanan ayak sesleri... ve o adam. Evet, adamı avlamamıştım. Tam o anda, avın sınırına ulaşmışken, bir adım geri çekilmiştim. İçimde bir direnç yükselmişti. Onu öldürmeyecektim. Yapamazdım. Ama… O karanlık anın içine birden başka bir gölge karışmıştı. Hatıramın puslu derinliklerinden bir varlık yükseldi. Sessiz, ama ölümcül bir hızla üzerime atılan bir şekil. O bir köpek değildi. O bir kurttu.
Kaslı, iri bir beden. Tüyleri gecenin zifiri siyahı gibi koyu. Kürkü ıslaktı, tüylerinden yayılan koku... musk gibi derin, toprak gibi kadim. Ama aynı zamanda barut kokusu da vardı. Silahlara yakın bir hayvan. Ona saldırmamıştım ama o bana saldırmıştı. Adamı korumaya çalışmıştı. Kurdu yakaladığımı hatırlıyordum.
Pençeleri boğazıma doğru uzanmıştı, ama tüylerinin arasına gömülen parmaklarımda kaslarının gerginliğini hissetmiştim. Vücudu güçlüydü, her hareketi ölümcül bir kesinlikle hedefe yönelmişti. O anki içgüdüyle, onu bedenimden uzaklaştırmak için tüm gücümle ağaçların arasına fırlatmıştım. Karanlıkta kaybolmuştu. Geri dönmedi.
Bir anlığına mutfağın loş ışığında yeniden kendime geldim. Ellerim, lavabonun kenarını sıkıca tutuyordu. Tırnaklarım tahtaya gömülmüş gibiydi. Avuç içlerimden bir sıcaklık aktığını hissettim. Dişlerimi sıktım. Hatırlamak6 istemiyordum. Ama hatırlıyordum.
Başımı çevirdiğimde, annem hâlâ bana bakıyordu. Bakışı değişmişti. Gözlerindeki panik hâlâ oradaydı ama şimdi, onun altına gizlenmiş bir başka şey daha vardı.
Farkındalık.
Göz göze geldiğimizde, bir şeyleri fark ettiğimi anladı. Hatırladığımı. O bakışta, aramızdaki tüm sessiz anlar, tüm sakladığımız gerçekler, yıllarca dokunulmamış melez tarafım- iç güdülerim gözlerimizin arasında görünmeyen bir ip gibi gerildi. Kıpırdamadan, tek kelime etmeden, yalnızca birbirimizin nefesinde yankılanan bir gerçeğin eşiğinde duruyorduk. Ben yeniden eski halime dönüyordum. Kan arzusunu takip eden melez...
Gözlerindeki korkuyu daha fazla gizleyemedi. Başını hafifçe sallar gibi yaptı. “Harry iyi.” diye fısıldadı. “Kolu kırıldı ve göğüs kafesinde ezilme var. Araba kazası gibi... Ama o iyi.”
Annemin ağzından dökülen bu sözler, içimde hiçbir şey uyandırmadı. “Sevindim.” dedim duygusuzca. “Ya avlamak üzere olduğum adam?”
“Hatırlamıyor.” dedi sesi biraz olsun sakindi. “Hallettim. Anılarıyla oynadım. Sokak köpeği saldırısı sanacak.”
“Anne?” diye sordum, sesim bile başka birinin sesi gibiydi. Kafamı kaldırarak ona bakarken, içimdeki boşluk bir kez daha büyüdü. Annem derin bir nefes aldı, ama sonra başını hafifçe sallar gibi yaptı. Yüzündeki o korku, ağzından dökülen her kelimeyle derinleşti.
“Sen… değişiyorsun,” dedi. Bir an için susarak gözlerime bakmaya devam etti. “Bu, senin kontrolün dışında. Ama durdurabilirsin, kontrol edebilirsin.”
Bunu duyduğumda, içimdeki her şey sanki bir anda silinip gitmişti. Hafızamda yankılanan ses, beynime kazınmış bir uğultu gibiydi ama anlamı yoktu artık. Ne sesler, ne kelimeler, ne geçmiş... O korku, beni öylesine sarmıştı ki kendi bedenim bile yabancı geliyordu. Annem bile... annem bile bana bir yabancı gibi bakıyordu. O tanıdık gözlerde korkunun yansımasını görmek, bıçak gibi bir acıyı göğsüme sapladı.
Annemin sesini duydum. Dalgaların arasında kaybolan bir çığlık gibi uzak, boğuk ve kederliydi. Zihnim onu işitebilmek için uğraştı, kelimeleri seçmeye çalıştı.
“Seni yeniden kaybediyorum,” dedi. Boğazına takılmış hıçkırıklar, her hecesine eşlik ediyordu. Ama asıl felaket onun sözlerinde değil, benim içimdeydi. Ben... kendimi kaybetmiş gibiydim. Sanki bedenimde yaşayan başka bir varlık vardı. İçimdeki karanlık, benliğimi yutmuştu. Annemin sesi ise bu boşluğun ortasında yankılanan bir fısıltıydı sadece. Zayıf. Zamanla sönmeye mahkûm.
O cümle, içimdeki boşluğu büyüttü. İçimi yiyip bitiren şey sadece suçluluk değildi; anlam kaybıydı. Kimdim ben? Neye dönüşüyordum? Her şey –geçmişim, korkularım, özlemlerim, arzularım– tek bir çamura karışmıştı. Eski ben, yeni ben… korku, açlık, güç… ve o dipsiz boşluk. Tıpkı öncesinde olduğu gibi.
Bir an için gözlerimi kapattım. Kalbim hâlâ hızlı atıyor, nefesim düzensiz bir ritimde boğazımı tırmalıyordu. Kendi içimde patlayan bir çığlık vardı, ama dudaklarım suskundu. Kendimi toparlamak için derin bir nefes aldım. Zorla. Göğsüm sıkıştı, sanki ciğerlerim dolmuyor gibiydi. Sonunda, titrek bir sesle itiraf ettim:
“Ben kan içtim anne… Kan.”
Sanki o kelimeyle birlikte bütün gerçeklik parçalandı. Hava ağırlaştı. Zaman durdu. Annem bir adım yaklaştı. Ellerindeki titrek dokunuşla yüzümdeki kanı sildi. Gömleğinin ucunu kullanırken, elleri titriyordu ama gözleri sabitti. Gözleri, anneliğin sonsuz bir şefkatiyle ve çaresizlikle doluydu. Dağılmış saçlarımı usulca okşadı. O dokunuş, geçmişin hayaletini hatırlattı bana — o güvenli geceleri, uykudan önceki ninnileri, bir zamanlar her şeyin basit ve iyi olduğu anları.
“Son anda vazgeçmeseydim…” diye devam ettim, sesim neredeyse boğuluyordu. “Birini öldürecektim. Bunu yapmayı… gerçekten istedim. Ama durabildim. Kendimi tuttum.”
Annemin gözlerinde bir kıvılcım belirdi. Gözlerinden yaşlar süzülmüyordu, ama göz bebeklerinin derinliklerinde akan bir nehir vardı sanki. Acının ve gururun iç içe geçtiği bir ifade yerleşmişti yüzüne. Başını hafifçe eğdi ve “Evet, durdun,” dedi. Onayladı beni. Ama o kadar soğukkanlıydı ki, bu sakinlik bir rahatlama değil, başka bir korku doğurdu içimde. Ne saklıyordu bu denli sükûnetin altında? Kabullenilmiş bir yenilgiyi mi? Yoksa içten içe çatırdayan bir umudu mu?
Yüzümü avuçlarının arasına aldı. Parmakları sıcak ve tanıdık, ama titriyordu. Güçlü görünmek için çabalasa da, ellerindeki titreme her şeyi ele veriyordu. “Onlarca yıl durdun, Maryinn. Yine yapabilirsin,”
Sözleri beynimde yankılandı. Fırtına gibi çarptı içime. Durabilirdim, evet. Ama ne kadar süre? Bir gün, o açlık daha da derinleştiğinde… ya duramazsam? Ya içimdeki o şey, beni tamamen ele geçirirse? Kan, boğazımda bir yanma gibi hâlâ varlığını sürdürüyordu. Kalbim atarken sanki damarlarda dolaşan tek şey o kırmızı, sıcak sıvıydı. İçimdeki karanlık, sessizce ayaklanıyor, beni seyrediyordu.
Gözlerimi açtım. Annemin yüzüne odaklandım. Tanıdığım, bir zamanlar bana dünya gibi gelen o kadın... Yeşil gözleriyle bana bakıyordu. O gözler... beni sakinleştirdi. Bir an için her şey durmuş gibiydi. Göz göze geldik. Ve ben, onun bana değil, içimdeki savaşa baktığını fark ettim.
“O kadar güçlüsün ki Mary yine durabilirsin,” dedi. Sesi ürkütücü bir sakinliğe sahipti. Ne bağırıyor ne fısıldıyordu, ama her kelime kemiklerime kadar işledi. “Sana güveniyorum. O adamı avlayacağın anda durduğunu gördüm. Vazgeçtiğine şahit oldum. En yaşlıları bile bunu kolay kolay yapamaz. Kan arzusunu yenemez ama sen yaptın.”
İçimde bir şey çatırdadı. Umutla korku arasında sıkışan bir şey. Belki de hâlâ insan kalmış yanım Belki de sadece annemin bana olan inancıydı, beni orada tutan. Ama bildiğim tek şey vardı. Anneme verdiğim sözü yıllarca tutabilmiştim ve şimdi yoksunluk krizine yenilemezdim. Vanessa’yı böyle görmek istemiyordum. Bana korku dolu bakan, gözlerle.
Yavaşça başımı salladım. Gözlerim yerdeydi, ama bakışlarım çok daha derin bir boşluğa çivilenmiş gibiydi. Dudaklarım güçlükle aralandı. “Ama ya yaparsam?” diye sordum. Sesim, kendi kulağıma bile yabancı geldi. Boğuk, kırılmış… bir çocuğun karanlıkta fısıldayan hali gibi. “Ya bir daha olursa ve duramazsam?”
Sözcükler, odanın duvarlarına çarpıp sessizlikle geri döndü. İçimdeki ses... her zaman bana fısıldayan, beni dürten, kana çağıran o içgüdü… bu sefer sessizdi. Cevap vermedi. Beni yalnız bırakmıştı. Ve belki de en çok bu ürkütücüydü: Sessizliği. Beklediğim, alıştığım karanlık bile beni terk etmişti.
Annemin sesi, bu sessizliğin içinden bir çakıl taşı gibi suya düştü. Sakin ama derin, sert ama yorgun.
“Yapmayacaksın,” dedi. Kelimeleri sanki geçmişten geliyordu. “Bunu seçmeyeceksin. Bunu istediğin zaman yapabilirsin, ama şimdi değil.” Kısa bir duraksama… nefesindeki çatlaklar o an duyuldu. “Şimdi seni kaybetmeyeceğim. Sara’dan sonra… olmaz.”
Sara. O ismi duymak, içimde ince bir kırılmaya neden oldu. Göğsümde sakladığım eski bir yaraya yeniden parmak bastı. Bir gölge gibi, Sara’nın silueti gözlerimin önünde belirdi. Gülüşü, yok oluşu, geride kalan sessizlik… Annemin sesi titremedi belki ama kelimelerin yükü ağırdı. Öyle ağır ki, omuzlarım istemsizce çöktü.
Geri çekildim. Üzerime yapışan utancı, suçluluğu, kan kokusunu taşıyan kıyafetleri annemin gözlerinin önünden uzaklaştırmak istedim. Bakışlarından değil, onun bana duyduğu inançtan kaçtım. Bu inancı hak etmediğimi düşünüyordum.
“Duş alacağım…” dedim kısık bir sesle. Neredeyse bir özür gibi ekledim: “Ve… laboratuvarın için üzgünüm.”
Gözlerimi kaçırarak, kollarımı kendime sardım. Soğuk ellerim, titreyen karnıma bastırılmıştı. Sarıldığım kişi ben değildim. Bir yabancıydım. Kim olduğumu, ne olduğumu bilmiyordum ama kaçmak istiyordum. O an sadece üst kata çıkmak, kapımı kapatmak, suyun altında kendimi unutmak istedim.
Adımlarım hızlandı. Merdivenleri tırmanırken tahtaların gıcırdaması, boşlukta yankılanan tek gerçeklikti. Annemin sessizliği, arkamda asılı kaldı. Ama tam dönerken… o sesi yeniden duydum. Hafif, kederli bir fısıltıydı. “Önemi yok.”
Sözcükler duvara çarptı, ardımdan süzüldü ve kalbime ulaştı. O kadar sade, o kadar sessizdi ki... işte bu yüzden bıçak gibi kesti beni. Önemi yoktu belki onun için ama benim içimdeki her şey parçalanmıştı. Verdiğim söz için yıllarca inşa ettiğim direncim kırılmıştı.
❄️
Sıcak su, cildimi ısıtmaya başladığında, vücuduma yayılan geçici rahatlamaya rağmen zihnimdeki kaosun hiçbir yere gitmediğini fark ettim. Su, derimden aşağı süzülürken dış dünyayla aramda ince, yanılgılı bir perde oluşturuyordu; ama içimdeki fırtına, olduğu yerde duruyordu. Sadece biraz daha sessiz… biraz daha sinsiydi artık.
Omuzlarım kamburlaşmıştı, bedenim yorgunluğun ve suçluluğun ağırlığıyla eğilmişti. Kaslarım, sanki içten içe çatlamış gibi, ağrılarla doluydu. Gözlerim yarı kapalı, başım öne eğilmişken, suyun cildimle buluştuğu noktada çıkan o sesleri dinliyordum — fısıltı gibi bir şırıltı, sonra bir damla, sonra bir başka damla… Bedenimden akan sadece su değildi. Kurumuş kanın suda çözünerek soluk bir kırmızıya dönüşmesini izledim. Kırmızı, fayansların üzerinde giderek silinen bir iz gibi, kayboluyordu. Ama içimdeki kırmızı, daha koyu, daha inatçıydı.
Parmaklarım kollarımdaki kabuklanmış kan tabakasını kazımaya çalıştı. Her kazıma, sanki bir pişmanlığı, bir anıyı söküp atma çabasıydı. Ama ne kadar ovuşturursam ovuşturayım, kir sadece derimin üstünde değildi. İçeriden gelen bir şey vardı. Daha karanlık, daha yapışkan. Tenimi değil, benliğimi kirleten bir şey. O koku hâlâ burnumdaydı — demir gibi, sıcak ve keskin. Midemi bulandıran, ama aynı zamanda bir yerlerde hâlâ çağıran o şey.
Suyun sıcaklığı giderek artıyordu. Neredeyse yakıcıydı artık. Cildim, buharla birlikte kırmızıya dönmeye başladı. Ama bu yanık hissi, içimdeki acının ateşini söndüremiyordu. O yangın çok daha derinlerdeydi. Erişilmez, dokunulmaz bir yerde. Suyun altında boğulmayı dilesem bile, o ateş yanmaya devam ederdi.
Ellerim titriyordu. Damarlarımda hâlâ yankılanan o dürtünün izleri vardı. Titremenin sebebi yorgunluk değildi. Açlıktı. Kana duyduğum o susuzluktu. Parmaklarımı yumruk yapmaya çalıştım. Belki bastırırsam geçer diye. Belki kontrol bende kalır. Ama ne kadar sıksam da, onlar bana aitmiş gibi hissettirmiyordu. Parmak uçlarım kıpırdıyordu. Kaslarım irkilerek hareket ediyor, bedenim beni dinlemiyordu.
Yüzümü yıkamak için başımı kaldırdım. Aynaya baktım. Buharla kaplanmıştı. Sisliydi. Ama o sisin ardında bile… kendimi görebiliyordum. Ya da bana dönüşen şeyi.
Buharın arkasındaki yansıma net değildi ama bir şey netti: Gözlerim. O gözler, benliğimi değil, içimde büyüyen yabancıyı taşıyordu artık. O gözlerde, pişmanlığın içinde gizlenen karanlık bir kıvılcım vardı. İnsanlığımı, ahlakımı, belki de ruhumu parça parça koparan o şey… o kıvılcımın içinde yaşıyordu. Hâlâ aynaya bakıyordum. Buharın ardında ne olduğumu anlamaya çalışarak. Kendimi yeniden tanımaya çalışarak. Ama her geçen saniyede daha da yabancı geliyordum kendime.
Gözlerimi kapattım, zihnimde annemin sesi yankılandı; “Ama durdurabilirsin, kontrol edebilirsin.”
Onun sesine tutunmaya çalıştım. Fısıltı gibi ince, kırılgan bir ipti bu — parmaklarımın arasından kayan, yakalayamadığım bir yankı. Her hecesi, her titreşimi beni uçurumun kenarına bir adım daha yaklaştırıyordu. O ses, beni kurtarmaya çalışıyordu belki ama içimde yükselen uğultu… çok daha güçlüydü. Ya bir gün bu açlığa yenilirsem? Ya bir gün bu karanlık beni tamamen ele geçirirse? Kendime bu soruyu sorduğumda bile tüylerim ürperdi. Bu boşluğu nasıl dolduracağımı bilmiyordum. İçimdeki dipsiz çukuru ne bastırabiliyor, ne de görmezden gelebiliyordum. Sara’yı bulma umudu… evet, hâlâ elimde kalan tek şeydi belki. Ama her geçen gün o umut, bir mezar taşı kadar ağırlaşıyordu. Ve o diğer ihtimali düşünmek… onun kaybolmuş değil de ölmüş olabileceği fikri, beni yalnızca üzmüyordu; öfkelendiriyordu. Kendime, dünyaya, zamana.
Her ne kadar annemin sesi beni ayakta tutsa da, zihnimin bir köşesinde bir cinayet olasılığı kök salmıştı. Sessizce büyüyen, meyveye duran bir karanlık gibi. Suyun altında zaman durmuştu. Gerçeklik benden uzaklaşan bir rüya gibiydi. Geçmişim, ellerimden kayan bir kuma dönüşmüştü. Gelecekse artık yalnızca olasılıklardan ibaretti. Ve ben orada, suyun içinde, düşüncelerimin boğulmasına izin veriyordum.
Kaç dakika geçti, bilmiyorum. Belki saatler. Belki de o küvet, aslında içsel mezarımın sessiz bir tasviriydi. Nefes almadan düşünüyordum. Suyun üzerimdeki ağırlığı, bir kefen gibi bedenime yapışmıştı. Gözlerimi bile kırpmadan, zihnimde tekrar tekrar aynı kabusun içinde dönüyordum. Ama sonra… suyun sıcaklığı değişti. Yavaşça soğuğa döndü. İlk başta anlamadım. Ama sonra omuzlarımdan başlayıp tüm sırtıma yayılan o soğuk, bana bir şeyi hatırlattı. Çürümüş cesetlerin dokunuşunu. Mideme bir yumruk oturdu. Tüylerim diken diken oldu. Ürperdim. Titreyerek, ağır bir nefesle suyun içinden kalktım. Damarlarımda hâlâ o tuhaf sıcaklık ve soğuk birbirine karışıyordu. Parmak uçlarım buz kesmişti. Kendi nefesimi duydum. Titrek… düzensiz… ve bana ait olmayan bir şey taşıyordu içinde. Derin, yabancı bir nefes...
Buz gibi ellerimle havluyu uzanıp aldım. Nemli kumaşın tenime dokunuşu yabancıydı; sanki cildim artık insana ait değildi. Kurulanırken gözüm aynaya takıldı. Hâlâ buharla kaplıydı. Yüzümün yansıması sisin arkasına saklanmıştı. Belirsizdi. Uzak. Bir hayalet gibi. Titreyen parmaklarımla aynanın ortasına dokundum. Yavaşça buharı silerek yüzümü açığa çıkardım. Ve onu gördüm.