3. BÖLÜM KAN ARZUSU 4/3

2267 Words
Kendim olduğumu bilsem de… o yansıma bana tamamen yabancıydı. Gözlerim… eskiden yeşildi. Ama şimdi? Neredeyse tamamen solgun kırmızıya dönmüştü. Karanlıkla bulanmış bir şarap rengi. Tenim, kar beyazıydı. Bir cesedin solgunluğunu taşıyordu. Ve yüzüm… keskinleşmişti. Kemiklerim daha belirgindi, çene hattım gergindi, göz altlarım gölgelerle çevriliydi. Açlık… beni bileylemişti. Bir zamanlar bana ait olan bu beden… artık bana ait değildi. Başka bir şeye, başka bir varlığa dönüşmüştü. Bu ben değildim. Bu… olamazdı. Kan arzumu kontrol altına almalıydım. Çünkü biliyordum: Bir kez daha kanın tadını alırsam, dönüşümüm tamamlanacaktı. Ve o an, sonum olacaktı. Aynadaki yansıma beni sadece izlemiyordu. Yargılıyordu. “İşte bu sensin,” diyordu. “Bir korkak. Gerçek senden kaçıyorsun.” Bu ses… benim sesim değildi. Ama zihnimin en karanlık köşesinden geliyordu. Ellerim irkilerek yumruk oldu. İçimdeki güç damarlarımda dolaşıyordu. Yakıcı, korkutucu bir güç. Ve ürkütücü olan neydi biliyor musun? Bir anlığına… onunla savaşmak istemedim. Onu kucaklamak istedim. O güçte bir rahatlık vardı. Boyun eğmenin, durmaksızın kanın içinde sürüklenmenin tuhaf bir huzuru… Bu düşünce beynime sızdı. Ve içimde bir zehir gibi yayılmaya başladı. Bir çığlık atmadım. Ama ruhum, içten içe haykırıyordu. Derin bir nefes aldım. Ciğerlerim dolmadı. Boğuluyormuşum gibi hissettim. Yutkundum. Ellerim, irademin ötesinde harekete geçti. Aynaya doğru hızla uzandım. Avucumun içiyle vurdum. Cam bir anda çatladı. Örümcek ağı gibi çizgiler yayıldı yüzeye. Ama… tamamen parçalanmadı. Çatlakların arasında hâlâ ben vardım. Ama o gözler… benimkiler değildi. Bir süre öylece baktım. Nefesim aynanın yüzeyine yeniden buhar bırakıyordu. Sonra arkamı döndüm. Uzaklaştım. Yerde biriken su hâlâ kırmızıydı. Kanla karışmıştı. Küvetin dışına taşan her damla, arkamda bir iz bırakıyordu. Bir an duraksadım. Geri dönmek istedim. Ama yansımanın izleri zihnime çoktan kazınmıştı. Banyodan çıkıp dolabıma doğru yürüdüm. Kapağını açıp temiz bir bluz aldım. Kumaşı giyerken tenime değdiği anda irkildim. Sanki o kumaş, bana ait olmayan bir şeyi örtmeye çalışıyor, insanlığın ince bir perdesiyle içimdeki karanlığı gizlemeye uğraşıyordu. Bluzun yumuşaklığı bile yabancıydı; sanki cildim, artık dokunuşlara ait değildi. Altıma sade bir şort geçirdim. Hareketlerim yavaş, neredeyse bilinçsizdi. Odadan sessizce çıktım. Ayaklarım parkeye bastıkça çıkan o boğuk sesler, evin içinde yankılanıyor gibiydi. Zemin katta bir boşluk vardı. Bir sessizlik... ama aynı zamanda dikkatle dinlediğimde canlılığın titreşimlerini duyabiliyordum. Annemin kalp atışları, düzenli ve sakindi. Damarlarındaki kan, alışıldık ritmiyle akıyordu. Onun ayak seslerini tanıdım—mutfağa doğru gidiyordu. Dolaptan bir fincan aldı, suyu koydu, ısıtıcının tıklaması geldi. Ardından kahve çekirdeklerinin hafifçe öğütülmüş kokusu havaya karıştı. O an gözlerimi kapattım. Kahvenin keskin, tanıdık kokusu içimi sararken birkaç saniyeliğine her şey normale dönmüş gibi hissettim. Ama o his, tıpkı bir su damlasının sıcak tavada buharlaşması gibi hızla yok oldu. Pencerenin önüne geçtim. Perdeleri hafifçe aralayarak dışarıya baktım. Sokak gece karanlığına gömülmüştü. Sanki dünya nefesini tutmuş gibiydi. Kaldırımlar ıssızdı, evlerin ışıkları çoktan sönmüş, uykuya dalan bir mahallenin kalbi yavaşlamıştı. Sokak lambalarının sarımtırak ışığı, taşlara donuk bir parıltı yayıyordu. Ama bu ışığın ulaşamadığı yerlerde gölgeler daha derin, daha karanlıktı. Onlar oradaydı... hep oradaydılar. Bekliyorlardı. Rüzgâr hafifti. Yere düşen kuru yaprakları sürüklüyor, kaldırım boyunca bir hışırtı bırakıyordu. Ama bu doğallığın içinde garip bir tedirginlik vardı. Sanki her yaprak, başka bir şeye işaret ediyordu. Evlerin sonlandığı yerde başlayan orman, karanlık bir duvar gibi yükseliyordu. Ağaçların dalları, rüzgârla birlikte usulca kıpırdıyordu. Fakat oradan gelen sesler… doğaya ait olmaktan çok uzak bir uğultu taşıyordu. Sessizliğin içine sızan bir şey vardı. Görünmeyen ama hissedilen. Yapraklar arasından sızan ay ışığı, dalların gölgelerini zemine garip, neredeyse canlı bir desen gibi düşürüyordu. O desenler... kıpırdamıyorlardı, ama sanki az sonra hareket edecekmiş gibi bir gerginlik taşıyorlardı. Gökyüzü berraktı. Bulutsuzdu. Ay, dolunay hâlinde ve neredeyse ürpertici bir sakinlikle parlıyordu. Ama içimdeki fırtına... hiç dinmemişti. Bu lanet, bu bedenin içine sızan karanlık beni yavaşça içimden kemiriyordu. İki benliğim sürekli çatışma halindeydi. İnsan kalmaya çalışan yanımla, içimde uyandırılan o başka varlık. Ve kimse... hiç kimse bu savaşı anlayamazdı. Anlamamalıydı. Anlamaları tehlikeliydi. Ama hâlâ buradaydım. Hâlâ nefes alıyordum. Hâlâ savaşabiliyordum. Kendimi bu düşüncelerle, kendi içimde yarattığım cılız motivasyonla ayakta tutmaya çalışıyordum. “Durabilirim,” dedim içimden. “Yenilmedim. Henüz değil.” Tam o an, ciğerlerime dolan havada bir şey değişti. Tüm kaslarım istemsizce gerildi. Donup kaldım. Beynime kazınmış o koku... yeniden buradaydı. O okyanus kokusu. Ferah ama keskin. Serin ama yakıcı. Tuzlu, metalik ve başka hiçbir şeye benzemeyen bir koku. Ciğerlerimin içini kapladı. O an tüm bedenime elektrik gibi yayıldı. Sinir uçlarım yanmaya başladı. O koku, bir işaretti. Bir çağrıydı. Ve burnumun yönlendirmesiyle gözlerim, caddenin sonuna, ormana çevrildi. Karanlığın sınırında... hareket etmeyen bir şey vardı. Ormanın tam ucunda... sanki gölgeye karışmış ama ondan farklı duran bir siluet. Sessiz. İzleyen. Gözlerimi kırpmadan baktım. Kalbim, anneminki kadar sakin değildi artık. Hızlanmıştı. Ellerim yanlarımda titriyordu. İçimdeki her hücre haykırıyordu ama ağzımdan ince buharı gözüken bir nefes döküldü. Beni bekliyordu. Siluet kıpırdamıyordu, ama varlığı bile içimde bir alarm çanını çaldırıyordu. Öyle güçlü, öyle sarsıcı bir varlıktı ki, nefesim boğazımda düğümlendi. O şeyin insan olmadığını bütün hücrelerimle hissedebiliyordum. Doğal değildi. Derinliklerden, gecenin kalbinden gelen bir şeydi. Ve o derinlikte yankılanan bir şey—ilkel, hayvani bir uyarı—beni tam anlamıyla tetikte tutuyordu. Bir şey olacaktı. Yakındı. Tehlike, havayı kesen bir jilet gibiydi; kokusunu bile alabiliyordum. Gözlerimi kıstım, ama karanlık siluetin çizgileri çoktan zihnime kazınmıştı. Ve o an… Gözleriyle karşılaştım. Uzakta olmasına rağmen, neredeyse imkânsız bir netlikle gözlerinin ışıltısını gördüm. Parlak, soğuk bir mavi. Ay ışığını yansıtmıyordu. Kendi içinden parlıyordu. Gecenin koyuluğunu yaran o gözler doğrudan bana bakıyordu. Beni izlemiyordu—biliyordu. Benim farkında olduğumu, benliğimde hissettiğim her karmaşayı, korkuyu, merakı… her şeyi görüyordu. Ve sonra başını hafifçe yana eğdi. Bu hareket, bir jest değil; açık bir meydan okumaydı. Ardından... rüzgârın içinden gelen o neredeyse duyulamayan ses yankılandı kulaklarımda. Hayal miydi, telepatik bir sızma mıydı bilmiyorum, ama duydum. “Gel.” Sadece bir kelimeydi. Kısık, sinsi, zehirli bir çağrı. Ama etkisi bir emirdi. Kanımda yankılandı. İlkel bir dürtüyü uyandırdı. Ayağımı kaldırıp ileri adım atmak istedim—ama vücudum kıpırdamıyordu. Dizlerim yerinden oynamıyordu. İçimde iki ses çatışıyordu. Bir yanım o sesin peşinden gitmek, karanlığın içine dalmak, o varlığı yakalayıp içimdeki gücün tamamını ona yöneltmek istiyordu. Belki ondan öğrenebilirdim. Belki kendimi gerçekten anlayabilirdim. Ve sonra... onu parçalayabilirdim. Ama diğer yanım, bunun açık bir tuzak olduğunu fısıldıyordu. O bakış, o baş eğiş, o tek kelime—her şey beni pusuya çekmek içindi. Beni çözmek, sınırımı zorlamak, zayıflığımı test etmek için. Derin bir nefes aldım ama göğsüm genişlemedi. Nefesim ritmini kaybetmişti. Hırıltılı, kesik kesikti. Kalbim düzensizce atıyordu. Tam o sırada, evin alt katından gelen o tanıdık ses yankılandı: “Maryiin?” Annemin sesi. Adımı duymak, tıpkı buz gibi bir suyun başımdan aşağı dökülmesi gibiydi. Gerçeğe çivilendim. Siluete yeniden baktım ama aynı yerde durmuyordu. Orada değildi. Kaybolmuştu. Ya da daha kötüsü… daha da yaklaşmıştı. O keskin, okyanus kokusunu hâlâ duyuyordum. Burun deliklerime değil, doğrudan zihnime sızıyordu. Annemin sesi bir kez daha geldi. “Her şey yolunda mı?” İçimde bir şey hızla değişti. Koruma güdüsü. Annemi tehlikeden uzak tutmalıydım. O, bu dünyanın bir parçası değildi. Bu karanlık ona dokunmamalıydı. Bir an konuşmakta tereddüt ettim. Yalan söylemek istemedim ama Vanessa’yı da korkutmak istemiyordum. Derin bir soluk alarak sesimi toparlamaya çalıştım. Sakin, kararlı ve emredici bir tonda konuştum: “Anne, evde kal,” dedim. Ve hemen ardından, daha sert bir şekilde ekledim: “Ve sakın dışarı çıkma.” O kelimelerle birlikte, adımlarımı pencerenin kenarından geri çektim. Kaslarımı zorlamadan, neredeyse yerçekimini inkâr edercesine sessizce hareket ettim. Ardından bir gölge gibi evin dışına çıktım. Ayaklarım yere değdiğinde tek bir ses bile çıkarmadı. Bütün varlığım, avlanmaya hazır bir yırtıcı gibi odaklanmıştı. Zihnimde hâlâ o siluetin görüntüsü dönüyordu. Kimdi? Ya da neydi? İnsan olmayan, ama insana benzeyen bir karanlık. İçimdeki karanlığı bilen biri… belki de ona çok benzeyen biri. Kokusu hâlâ tazeydi. Havadaki tuzlu, keskin okyanus kokusu tıpkı bir iz gibiydi. Onu takip ediyordum. Gözlerim her köşeyi tarıyordu. Kulaklarım, geceye karışan en küçük hışırtıyı bile ayıklıyordu. Tüm reflekslerim tetikteydi. Kaslarım gerilmiş, dişlerim sıkılmıştı. Ormanın derinliklerine doğru ilerledikçe çevremdeki dünya sessizleşmeye başladı. Frost’un tanıdık sınırlarından uzaklaşıyordum; arkada bıraktığım kasabanın sıcak ışıkları çoktan gözden kaybolmuştu. Şimdi burada, bu ağaçların gölgesinde, yalnızdım. Ve bu yalnızlık, sıradan bir sessizlik gibi değil, uğursuz bir ağırlık gibi üzerime çöküyordu. Kendi nefesimin sesi dışında hiçbir şey duymuyordum—ama tam da bu sessizlik rahatsız ediyordu beni. Bu, doğanın değil, bir şeyin bekleyişte olduğu bir sessizlikti. Ay ışığı, ağaçların arasından süzülerek yere titrek gölgeler serpiyordu. Gölgeler hareket etmiyordu, ama sabit de değillerdi—rüzgâr durmuştu sanki, zaman durmuştu. Her şey bir şeyin gelmesini bekliyor gibiydi. Her adımda çalılar ayak bileklerime sürtüyor, kuru dallar çıtırdıyordu ama sesleri anında yutuluyordu. Bu orman, ses bile istemiyordu. Ve o koku... O keskin, tuzlu, kesici okyanus kokusu—bir sahil ferahlığı değil, boğucu bir derinliğin, tehlikeli bir girdabın habercisi gibiydi. Her adımda daha da yoğunlaşıyor, sanki ciğerlerime değil, doğrudan zihnime işliyordu. Bir an duraksadım. Tüm duyularımı keskinleştirerek çevremi taradım. Her gölgeyi, her hışırtıyı, her ışık kırılmasını analiz etmeye çalıştım. Ve sonra. onu yeniden gördüm. Siluet, bu kez çok daha yakındaydı. Ağacın gövdesine yaslanmış gibi duruyordu, varlığı karanlıkla neredeyse tamamen örtülmüştü. Ama o gözler... yine oradaydı. O lanet olası parlak, buz mavisi gözler. Ay ışığını değil, kendi içindeki bir şeytanı parlatıyordu sanki. Bana değil, içimdeki bir şeye bakıyordu. Beni aşan, tanımadığım bir yanımla göz göze gelmiş gibiydim. “Maryinn...” Adım fısıltıyla geldi, ama bu bir çağrı değil, alaycı bir meydan okumaydı. Donakaldım. Nasıl bildiğini düşündüm. Nereden? Neden? Ama cevap aramak için zamanım yoktu. Sesin tonu, içimi donduran o soğuklukla birlikte, bir yerlerden tanıdık geliyordu. Tanımadığım ama içimde yankılanan, karanlıkla özdeşleşen bir anı gibi. Birden, içimde bir öfke yükseldi. Dişlerimi sıkarak tüm bedenimi onun üzerine savurdum. Atıldım. Tüm hızımla, tüm içgüdümle. Ama kaçtı. Kurşun gibi fırladı. Bir gölge, bir yıldırım gibi. Peşinden koştum. Damarlarımdaki kan kaynıyor, kalbim kaburgalarımı yumrukluyordu. Ayaklarım toprağı parçalıyor, her adımda arkamda titreşimler bırakıyordum. Toprak çatlıyordu. Hızla sürükleniyordum ama... her zaman bir adım gerideydim. O asla tam olarak görünmüyor, ama hiçbir zaman da tamamen kaybolmuyordu. Sanki benimle oyun oynuyordu. Orman daha da karanlıklaşıyordu. Dallar yüzüme çarpıyor, ellerimi kesiyor, dizlerime dikenler batıyordu. Ama durmak gibi bir niyetim yoktu. Acıyı hissediyor, ama hemen iyileşiyordum. Yine de, her yara beni biraz daha tetikliyordu. O siluetin peşinde koşarken onu parçalamak için can arıyordum. Rüzgârın uğultusu bir anda kesildi. Duraksadım. Tüm çevreme baktım. Ciğerlerim sızlarken etrafımda tam bir daire çizdim. Her yöne, her gölgeye odaklandım. Ama... hiçbir şey yoktu. Siluet yoktu. Yine. Yine o sinsi, rahatsız edici yokluk. Sinirle boğazımdan kopan tiz bir çığlıkla hayal kırıklığımı geceye fırlattım. Öfke, çaresizlik, korku... hepsi tek bir haykırışta birleşti. Yine koştum. Bu kez düşünmeden. Sadece iz sürdüm. Son gördüğüm yön, son hissettiğim koku, son duyduğum sızı... Hepsi beni bir noktaya taşıyordu. Ama her nefeste içimde büyüyen karanlık, bu kez başka bir şey yapıyordu: beni yutuyordu. Koku tazeliğini kaybetmişti. Bu, artık bir iz değil, bir sis olmuştu. Yavaşladım. İçimdeki gerginlik yerini tükenmişliğe bırakırken, kendime aptal gibi hissettim. Neyi yakalayabileceğimi sanmıştım? O benden birkaç adım ötede değil, bambaşka bir düzlemdeydi. Eimde yine... hiçlik kalmıştım. Soğuk, uğursuz bir hiçlik. Tüm orman birden sustu. Gerçek anlamda sustu. Ay ışığı sanki gökyüzünden silindi. Ağaçlar bile nefes almayı kesti. Zaman dondu. Bir şey oluyordu. Gözlerim bir parıltı yakaladı. Tanıdık, ürpertici bir parıltı. O siluetin gözleri. Son bir kez daha bana baktı. Ama bu kez... Bu kez, o bakış içimdeki karanlıkla birleşti. Sanki bir kapı açılmıştı. Ve içimden bir adım geri attım. Dolunay, gökyüzünde tüm haşmetiyle belirdi. “Lanet...” dedim, ama kelime ağzımdan tam çıkamadan, o korkunç, ıslak çam ve toprak kokusu ile birleşmiş kürk kokusu etrafımı sardı. Ardından—çevremde yankılanan kısık, boğuk hırıltılar yükseldi. Bu ses yalnızca tek bir varlıktan gelmiyordu artık. Beni izleyen gözler çoğalmıştı. Sessizlik, yerini gerginliğe bırakmıştı. Artık yalnız değildim. Gecenin karanlığı içinde, ormanın derinliklerinde beni çevrelemişlerdi. Her gövdenin ardında bir çift göz parlıyordu, her yaprağın altında bir tehdit gizlenmişti. Hava, yoğun bir tehlike kokusuyla doluydu; neredeyse metalik, keskin ve eskiydi. Gece, dolunayın soğuk ışığı altında gümüşe çalan soluk bir renge bürünmüştü. Ay, yukarıda donmuş gibi asılı duruyor; ışığı, ormanın en karanlık köşelerine bile sızarak silüetleri keskinleştiriyordu. Ağaçlar, bu yabancı parıltı altında birer dev gibi yükselmişti. Gövdeleri çatlak, kabukları yosunla kaplıydı. Her biri sanki bin yıllık bir sessizliğin bekçisiydi. Dallar, rüzgârla değil, beklentiyle titriyordu—ama hiçbir gürültü çıkarmıyorlardı. Bu gece sessizlik bile canlı gibiydi. Havanın içindeki gerilim, bastırılmış bir çığlık gibiydi. Damarlarımda dolaşan adrenalini bastırmak için tüm bedenimi eğmiş, sıçramaya hazır bir yay gibi bekliyordum. Karanlığın içinde pusuya yatmış olan sürüyü artık yalnızca hissetmiyor, görüyordum. Kurtlar. Tüyleri geceyle bütünleşmişti; dört ayak üstünde adeta yere gömülmüşlerdi. Kaslı bedenleri, gövdelerinin her hareketini gizlemek üzere evrimleşmişti. Her nefeste göğüsleri yavaşça inip kalkıyor, ama çıkardıkları her ses bir hırıltı, bir fısıltı kadar hafifti. Gözleri ay ışığında donuk donuk parlıyordu—bazıları kehribar, bazıları mavi ve neredeyse siyaha yakın—ama her biri aynı vahşeti taşıyordu. Onlar hayvan değildi. Onlar, doğanın kendi kurduğu düzenin hükmedici parçalarıydı. Ve şu an o düzenin hedefinde bendim. Dahası... içimdeki karanlık hâlâ uyanıktı. Gözlerim kırmızıydı. Her detay netti. Her kıpırtı, her yaprak hışırtısı beynime adeta çiviler gibi saplanıyordu. Saniyeler, kokularla uzuyordu. Toprak, havada asılı duran çürümüş yaprakların nemli dokusu, kurtların pençe izleriyle karılmış. Ama en önemlisi, onların gözlerinde gördüğüm şeydi: beni tanıyorlardı. Bu ormanın bir parçası olmadığımı biliyorlardı. Ve bu gece, doğa beni yargılayacaktı. Gölgeler içindeki her kurt, içgüdüyle hareket etmiyor, planlı davranıyordu. Ve orman da onlarla birlikte nefes alıyor gibiydi. Kaçış yolum açıktı ama çok kısa sürede kapanabilirdi. O an—bir anda kurtların hepsi aynı anda başlarını göğe kaldırarak uludu. Sesleri geceyi ikiye böldü. Tüm dünya bir anlığına durdu sanki. Ardından ağaçların gövdeleri arasından bir bir fırladılar. Onlar saldırıya geçmişti. Ve ben—ben çoktan hareket etmiştim. Gücümün sınırlarını zorlayarak havaya sıçradım. Yerden elli metre kadar yukarı yükselirken, altımdaki sürü birbirlerine çarptı. Sürpriz avantajımdı bu. Göz göze bile gelmemiştik. Ağaçların dalları üzerinden kayarak, her bir gölgeden hızla geçmeye başladım. Kovalanıyordum. Bu sefer oyun değişmişti. Av bendim. Peşimde yirmi yedi kurt vardı. Hepsi koordineli, hepsi öfkeli. Ve en önemlisi, alfaları olan Harry’yi yaralamıştım. Bu yüzden öfkelilerdi. Ve haklıydılar.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD