Tobias, halinden memnun hafif sesler çıkardı ve boğuk bir kahkaha attı. Dili, içimde bir soğuk bir buz küpü gibi kayıp gidiyordu. Ellerim, artık iradem dışında, saçlarında dolanıyordu. Nefesim düzensizleşmiş, kalbim göğsümde hızla atıyordu. Tobias’ın dudakları, klitorisimin içinde derinlere kayarken, belim daha da gerildi. Elleri kalçalarımı kavrarken, beni kendine bastırdı. Resmen iştahla beni yiyordu. Bu düşünceyle sarhoşmuş gibi gülümserken, kollarımı başımın üzerine uzattım ve bir bacağımı masaya devirdim. Diğer bacağım, Tobias’ın sağ omzunda havaya dikilmiş bir haldeydi.
Sularım yüzüne bulanmış bir halde doğruluğunda, çenesinden bir kaç damla aktı. Göğüslerim düğmeleri açık olan bluzumun içinden fışkırıyordu. Vücut hatlarım zarif ve belirgindi; ince belimden başlayan kıvrımlar, beni adeta donuk bir heykel gibi biçimlendiriyordu. Köprücük kemiklerim inip kalkarken, hafifçe aralanmış dudaklarımdan kısık nefesler alıyordum. Tobias’ın gözlerinde kendi yansımamı, net bir şekilde böyle görüyordum. Bakışları, tenimde birer dokunuş gibi hissediliyordu—hafif, ama bir o kadar yoğun. Nefes alışverişi değişmişti; her solukta beni biraz daha içine çeken bir tutku barındırıyordu.
Kendi fermuarını çoktan indirmiş, kasıklarından uzanan o büyük uzuvunu gördüm. Penisini tutup, klitorisime yasladı. Her şey yoğun onu içime çeken bir girdap gibiydi: Dokunuşları, bakışları ve beni tutuşu… İçime girdiğinde, beni kaldırdığında ve sertçe içimde derinleştiğinde dizlerim dirsekleri üzerindeydi. Aşağı yukarı hareket etmeye başladığında kollarımı boynuna sıkıca doladım. Yüzünü boynumun girintisine gömdü. Kıyafetleri ellerim arasında parçalanırken, soğuk teni tenimde hissettim. Kalçalarımı ritmine uydururken, boğuk iniltileri kulağımın hemen altındaydı.
Sıcak nefesimi kasten yüzüne doğru verdim. Hemen ardından derin çatlaklar oluşturacak türden beni sertçe duvara yaslandı. Onu tahrik etmiş ve kışkırtmıştım. Bacaklarımın serbest bırakıp, beline sarmama yardım ederken, kalçasının ileri geri hareketleri biraz yumuşamıştı. Saçları, her hareketinde parlayan dalgalar gibi alnından dökülüyordu. Saçlarım, ışığın içinde derin tonlar alıyor, sanki geceyi içinde barındırıyormuş gibi karanlık ve gizemli bir parlaklık taşıyordu. Sadece yüzünü izlerken, beni tüm aç duygularla öptü.
Gözleri, tıpkı bir orman gibi derindi ve her hareketinde içimde bir karmaşa kopuyordu. O bakışlar, bir anlığına tüm dünyayı susturuyor, beni yalnızca ona odaklanmaya zorluyordu. Çim yeşili gözleri, bana derinlerden bir şeyler fısıldıyor gibiydi; bana ait olmayan bir şey, bir hırs, bir arzu… Beni tarif edemediğim bir şekilde etkisi altına almaya çalışıyordu. O bakışlarda, sanki içimdeki her duyguyu okuyabiliyor, her bir korkumu, her bir zaafımı görebiliyordu. Ama aynı zamanda, bir av arzusuyla da bakıyordu bana. Beni yemek ister gibi, aç gözlerle… O an, kendimi bir avcıyla av arasında sıkışmış gibi hissettim. Dudaklarımı dişleri arasına aldığında, hafifçe kanattı ve diliyle dudaklarımı yaladı. Bunu yaparken, göz gözeydik.
Gözlerindeki o tutku, büyüleyiciydi ama aynı zamanda beni tiksindiriyordu. Çünkü buna benzer bakışları daha önce de görmüştüm. Hissettiği şey aşk değildi, kesinlikle değildi. O bakışlar bir tür açlık taşıyordu; duygusal değil, bedensel bir açlık. Tobias tutkulu olabilirdi, kesinlikle. O tutku, her adımında, her gülüşünde, her sözünde kendini belli ederdi. Ama o tutku, doymak bilmeyen bir şeydi. Bazen, onun içinde beni ve kendini kaybetmek isteyebilirdi; ancak diğer zamanlarda, o aç gözlülük sadece benden alabilecekleriyle sınırlıydı, her şeyin korkutucu bir hızla kaybolmasına neden oluyordu. Tüketici bir hırstan ibaretti.
Gözlerindeki tutkuyu anlamak zor değildi. Sanki her şey bir kenara itilmiş, o an, o bakışla ne kadar güçlü olduğunu, ne kadar kendine ait olduğunu hissettiği bir anı yaşamak istiyordu. Ama bu, benim bildiğim aşk değildi. Aşkın içinde bir yumuşaklık, bir sevgi, bir güven olmalıydı. Elbette bunlar yüz yıllarca anlatılan ve duyduğum hikayelerden ibaretti. Oysa Tobias’ın bakışlarında yalnızca bir hırs vardı, bir doyumsuzluk… O açlıkla bir şeyler elde etmeye çalışan bir adam vardı karşımda, ama her ne elde ederse etsin, asla tatmin olmayacak bir adam. Gözlerindeki o aç gözlülük, beni benden alıyor, bana kimi hatırlattığını biliyordum. Hem de çok iyi.
Benim hissettiğim bir boşluktu, bir kaybolmuşluk hissiydi. Tobias’ın gözleri, beni bir an için her şeyden uzaklaştırıyordu. O bakışları gördükçe, ona yaklaşmak, onun dünyasına adım atmak isteği yerine, kendimi geriye çekiyor, daha da uzaklaşıyordum. Sadece tiksiniyordum ama zevk bir şekilde beni de tatmin de ediyordu. O bakışlar, kalbimdeki gerçekleri bulmaya çalışan bir sızı gibi hissettiriyordu. Ama o, aşkı değil, yalnızca elde edilmek istenen zaferi -ödülü-istiyordu.
Sıcak, ağır, kesik kesik. Her soluk alışımda, tenine çarpan bir dalga gibi yayılıyor, bedeninin en kuytularına kadar işliyordu. Aşağı yukarı, ileri geri hareket ederken, insanüstü bir hızla vücudumun sınırlarını zorluyordu. Sanki zamanın dışına çıkmıştık; her temas, her sürtünme, saniyeleri parçalara bölüyor, anı sonsuzluğa uzatıyordu.
Ciğerlerime çektiğim her hava, onun varlığıyla doluyor, içimde genişliyordu. Nefesi sertti, kontrolsüzdü, sanki bu an onu sarhoş etmiş, tüm dengelerini alt üst etmişti. Dudaklarından dökülen her hırıltı, kulaklarımda yankılanıyor, derimin altına işliyordu. Hareketleri hızlandıkça, aramızdaki mesafe eriyor, bedenlerimiz birbirine daha fazla kenetleniyordu. Sanki iki ayrı varlık olmaktan çıkıp tek bir şeye dönüşecekmişiz gibi...
Avuçlarının sıcaklığı, parmaklarının izleri, bedenimde kıvrılarak ilerliyordu. Tenimde bıraktığı her iz, içimdeki ateşi biraz daha körüklüyordu. Kalbim göğsümden fırlayacakmış gibi çarpıyor, her vuruşta onu daha derinde hissediyordum. Bir yanda, içimi kaplayan yoğun bir arzu, diğer yanda ise belirsizlik ve kendimden iğrenme duygusu... İkisi arasında sıkışmış, nefes almakta bile zorlanıyordum.
Her hareketimiz, odanın sessizliğini yırtan bir yankı bırakıyordu. Uyluklarımdan süzülen ter, yatağa damlıyor, bedenlerimizin birbirine sürtünüşünün sesiyle karışıyordu. Boşalmak üzereydim—geçici bir zevkin eşiğinde, ama ardından gelecek olanın belirsizliğiyle titriyordum. Bu çekilme, hem bir huzur hem de bir çelişkiydi. İçimde şüphe ve güven birbirini kovalıyor, hangisinin kazanacağını bilemiyordum.
Belki de ruhumun en karanlık köşelerine inmeye çalışıyordu. Bakışları, derimin altında geziniyor, sakladığım her şeyi çekip çıkarmak istercesine delip geçiyordu. Ama bu çaba anlamsızdı. Zihnimde bir sürü soru vardı. Ama cevap bulmak zordu. Kendimi, bir uçurumun kenarında sallanırken buluyor, her saniye biraz daha derine düşüyordum.
Bedenim gerildi, nefesim kesildi, gözlerim karardı. Bir anlık boşluk—sonra çöküş. Zevk miydi, acı mıydı, yoksa ikisinin arasındaki o gri alan mı? Bilmiyordum. Sadece, o anda, her şeyin bulanıklaştığını, bedenimin sınırlarının eridiğini hissediyordum. Tenimde onun nefesi, odada yankılanan soluklarımız, ve içimde biriktirdiğim tüm o belirsizlik... Hepsi, birbirine karışmış, geri dönülemez bir şekilde değişmişti. Tobias son kezmiş gibi kalçalarımı kavradığında, parmakları etime gömülürken, nefesim kesildi. Sertçe çekti, bedenimi kendine doğru yapıştırırken, uyluklarımın arasına kendini itişi öyle güçlüydü ki, dişlerim titredi. Kontrolümü kaybediyordum. Boynuna dişlerimi geçirdiğimde, teninin tadı dilime yayıldı. Acı dolu bir zevk.
İçimde bir fırtına kopuyordu. Bedenim onun her hareketine karşılık verirken, zihnim çığlık atıyordu. *Bu tehlikeliydi.* Ama dizlerimin titreyişi, kalçalarıma vuran her darbe, içimi daha da ısıtıyordu. Ona yakın olmak istiyordum—ne pahasına olursa olsun. Ama her dokunuşu, her bakışı, beni biraz daha kendine bağlıyordu. En azından bir saniyeliğine.
Parmakları belimde iz bırakıyordu. Soğuk, sert, sahipleniciler. Ama gözlerinde gördüğüm o açgözlülük... İçimi ürpertiyordu. Beni yutacak gibiydi. Bir yandan kaçmak istiyor, bir yandan da ona daha çok yaklaşmak için kıvranıyordum. Aldatılıyordum. Kendi bedenim tarafından. Onun dokunuşları tarafından.
Nefesim hızlı, kesik kesik. Ciğerlerim yanıyordu. Her soluk alışımda, göğüslerim ona değiyor, tenimdeki ter, onunkine karışıyordu. Kalbim deli gibi çarpıyor, ritmini kaybediyordu. Sanki göğüs kafesimden fırlayacaktı. Odasının havası ağırlaşmıştı. Sıcak, boğucu, her nefes alışımda ciğerlerime dolan onun kokusuyla dolu. Düşüncelerim birbirine dolanıyordu.
Onun varlığı üzerime çöktükçe, zihnim daha da bulanıklaşıyordu. Sanki bir uçurumun kenarındaydım ve her saniye biraz daha yaklaşıyordum. Yıkıma doğru.
Ama bedenim itiraz etmiyordu. Tam tersine—onun her hareketine karşılık veriyor, daha fazlasını istiyordu. Şehvetle, açgözlülükle, çaresizlikle. Gözlerimi açtığımda, nefesim hâlâ hızlı, tenim hâlâ titriyordu. Ama o bakış—o tehlikeli, karanlık, sahiplenici bakışı gördüm.
Gözlerindeki o aç gözlülük, beni neredeyse bir nesne gibi hissettiriyordu. Ama ne garip ki, bu nesnellik bile beni bir şekilde tatmin ediyordu. En başından beri bir obje olarak babamım anlaşmalar için atılan bir mühür görevi, annemi ve kardeşimi korumak içinse kalkan ve kılıç görevi görmüştüm. Onun arzusu beni yutarken, ben de ona bir şeyler veriyordum, ama ne olduğunu hiç bilemiyordum. O beni istiyordu, ama ben kendimi onun istediği şekilde sunamıyordum. Kendi içimdeki boşluklar, ona doğru çekildiğimde daha da büyüyordu. Her dokunuş, beni kendimden daha da uzaklaştırıyordu. Ama bir yandan da, bu uzaklıkta bir tür haz vardı. Haz, tiksintiyle iç içe geçmişti, biri diğerini yok ediyordu. Ve aklım başıma geldiğinde bunlar benim için değersizleşecekti.
Bedenimdeki gerilim, o kadar güçlüydü ki, neredeyse içimden fırlayacak gibi hissediyordum. Gözlerindeki o tutkulu, ama aynı zamanda zafer arzusuyla dolu bakışlar, her bir hareketiyle daha da derinleşiyordu. Sanki bu an, sadece onun istediği şekilde sonuçlanmalıydı. Ama benim içinde bulunduğum yer, tamamen belirsizdi. Arzularım ve korkularım arasında sıkışıp kalmıştım, her şey bulanık ve soluktu. O anın sonunun ne olacağına dair en ufak bir fikrim yoktu. Ama bir şey kesindi: Bu oyun, ne bir aşk oyunuydu, ne de bir bağ kurma çabasıydı. Sadece kendimi tatmin ediyordum. Hepsi buydu.
Onun varlığını içimde her hissettiğimde, içinde bulunduğum ikilem daha da derinleşiyordu. Bedenim, onun etkisi altına girmeye devam ederken, ruhum bu dünyadan kopuyor, başka bir yere sürükleniyordu. Ellerimi omuzlarına koyarak, belimi dikleştirdim. Tobias son kez içime gömülüp boşaldığında bana sıkı sıkı sarılmış bir haldeydi. Zihnimdeki o boşluk, her geçen saniyeyle daha da büyüdü. Yüzünü göğüslerime bastırıp dişlerken ve emerken ben tepkisizdim. “Siktir, bunu bir insanla yapsaydım, omurgası parçalanırdı.” diye mırıldandı. “Mary bebeğim, seni seviyorum.”
İçimden penisini çıkardığında, derin boşluğun yarattığı rahatsızlıkla inlememe aldırmadan beni kucağına aldı. Başım tepkisiz bir şekilde geriye düştü. Gözlerim ruhsuz bakıyordu. Boş beyaz tavana bakarken, Tobias’ın memnun bir ifadeyle bana bakan yüzünü gördüm. Yüzünde bir gülümseme vardı. Dolgun dudakları sahiplenici bir şekilde kıvrılmıştı. Gözlerimi devirip sessiz kalmayı tercih ettim. Beni derin tırnak izlerimin, bulunduğu masaya yatırdı ve masanın yanına geçmedi. Bunun yerine, beklenmedik bir şekilde üzerine sıçradı ve hemen yanıma uzandı. Vücudu masanın dengesini hafifçe bozduğunda, ahşaptan bir gıcırdama sesi yükseldi. Beni kolları arasına almasını beklemiyordum.
Sonra, kollarını dikkatlice boynumun altından geçirerek beni sarıp sarmaladı. Bunu yapmasını beklemiyordum. Hareketlerinde bir şefkat kırıntısı var gibi görünüyordu ama bu his o kadar çarpıktı ki, insanın aklını karıştırıyordu. Derin, sabırlı nefes alıp verişi boynumun hemen yanında yankılanıyordu. Bir eli belimde gezinirken, diğer eli saçlarımda nazik ama sahiplenici bir şekilde dolanıyordu. Sanki beni kırılgan bir cam parçasıymışım gibi tutuyordu, ama aynı zamanda bir kafesin içinde olduğumu hissettirecek kadar güçlüydü.
Başım geriye doğru düştü, boynumun kasları beni taşımaktan acizdi. O yüzden başımı göğsüne yasladım. Gözlerim tavanın beyazlığında bir noktaya kilitlendi, ruhumdan soyutlanmış bir şekilde boşluğa bakıyordu.. Tavanın tekdüzeliği, zihnimin içinde dolaşan kaosun aksine bir dinginlik sunuyordu. Ancak, bu huzurdan kopmam uzun sürmedi. Tobias’ın yüzü, yeniden beyaz boşluğun arasından ağır ağır belirdi. Bana yukarıdan bakıyordu. O derin, karanlık gözlerinde zaferin izlerini okuyabiliyordum. Yüzü beni biraz daha sarıp sarmaladıktan sonra rahatlamıştı, ama bir zafer kazanmış bir avcı gibi gururla ışıldıyordu. Dudaklarını şakağıma bastırdı.
Ardından başını kaldırdı ve dudakları kıvrıldı; bu bir gülümsemeydi, ama aynı zamanda bir gerçekti. Sahiplenici, belki de küçümseyici. Dudaklarının şekli, zihnimde yankılanan tek kelimeyi haykırıyordu: Benim. Gözlerimi devirdim ve bu ifadeye karşılık vermek yerine sessiz kalmayı tercih ettim. Bu sessizlik, benim bir savunma mekanizmamdı belki, belki de pes etmenin bir göstergesiydi. Ama onun bakışlarında bu sessizliğin, onu daha da tatmin ettiğini görüyordum. Bu, onun istediği şeydi: Dirençsizlik. Yorulmuştum.
Parmaklarım ahşabın üzerinde dolandı. Masanın üzerinde, bıraktığım izler vardı: derin tırnak izleri ve yer yer aşınmış ahşap yüzey. Beni dikkatlice, ama aynı zamanda sarsılmaz bir otoriteyle masanın üzerine bıraktı. Ahşap yüzeyin soğukluğu, çıplak tenime dokunduğunda içgüdüsel bir ürperti hissettim, ama bedenim yine de tepki vermedi.
Masanın yüzeyinde yatan bedenimin yanında ki kocaman bedeni görmezden gelmek imkansızdı, nefesi benimkine karışıyordu. Nefes alışı sakin ve sabırlıydı, ama bu sakinliğin altında çok daha derin bir şey yatıyordu: Bir şeyleri tamamen kontrol etmenin verdiği o doyumsuz his. Bu hissi çok iyi bilirdim. Tobias’ın her hareketi, her dokunuşu, her nefes alışı kontrol ve sahiplenme arzusu ile yüklüydü. Beni bir kafesin içine almış gibiydi. Onun kolları, hem güvenlik vaadi sunuyor hem de özgürlüğümü elimden alıyordu. Çünkü aşk böyle bir şeydi. Hele ki bir erkekle.
Ellerinden biri belimde dolaşırken, diğer eli saçlarımda gezinmeyi sürdürdü. . Parmağı, saçlarımı okşarken ara sıra sertçe kavrıyor, sonra tekrar nazikleşiyordu. Hareketlerinde, beni hem rahatlatmak hem de sahiplenmek isteyen karmaşık bir enerji vardı. Sanki beni sakinleştirmek ve aynı anda benim üzerinde hiçbir kontrolüm olmadığını hatırlatmak istiyordu. Ama yoktu.
Tobias bir süre boyunca hiçbir şey söylemedi. Sessizliği rahatsız edici bir şekilde uzadı. Ama bu sessizlik, onu çevreleyen atmosferi daha da yoğunlaştırdı. Sözcüklere ihtiyacı yoktu; varlığı, tavırları ve dokunuşları her şeyi anlatıyordu. O bunu seviyordu elde etmeyi ve bunu aşk sanıyordu. Nefesi boynumda sıcak bir rüzgar gibi hissediliyordu, ama bu sıcaklık beni rahatlatmaktan çok geriyordu. O an, onun için bir oyuncak olduğumu fark ettim. Kendi dünyasında, kendi kurallarına göre oynadığı bir oyun bu. Ve ben, bu oyunun sessiz bir parçasından başka bir şey değildim.
Bedenim onun kollarında hareketsiz yatarken, odanın sessizliği ruhumu bıçak gibi kesiyordu. Zihnim bu ağırlığı taşıyamıyor, bir an olsun kaçmak, uykuya sığınmak istiyordu. Ama Tobias’ın soğuk varlığı, gözlerimi kapanmaya zorladığım her an beni bu dünyaya geri çekiyordu. Bir şey, onun karşısında tamamen teslim olmama engel oluyordu. Ki sadece dinlemiyordum. Esnedim; sesim, odanın karanlık duvarlarında yankılandı. Ardından, umursamaz bir tavırla, “Kaç yaşındasın, Tobias?” diye sordum. Sorunun anlamı ya da cevabı umurumda değildi. Yalnızca bu sessizlikten kurtulmak, ruhumu delik deşik eden bu ağır boşluğu parçalamak istiyordum.
Tobias, sanki bir heykelmiş gibi hareketsiz kaldı. Sözlerime herhangi bir tepki vermedi. Gözleri, yüzümdeki ilgisizliği inceledi. Ancak bir süre sonra, yüzünde beliren belli belirsiz bir gülümsemeyle bakışlarını bana çevirdi. Gözlerinin derinliğinde bir şey vardı; yaşanmamış yılların değil, yaşanmış ve unutulması imkânsız bir zamanın izleri. Derin bir nefes aldı—sanki hala bir insanken yaptığı eski bir alışkanlıktı bu—ve sonunda konuştu.
“Fiziki yaşım 21.” dedi, sesi alçak ama bir o kadar etkileyiciydi. Şaşırmaktan kendimi alıkoyamamıştım, benden küçüktü. “Eğer gerçek yaşımı soruyorsan, yaklaşık 250 yıl önce doğdum. On sekizinci yüz yılın ortalarıydı.”
Sesi, odanın soğukluğunu adeta bıçak gibi keserek yankılandı. Tobias’ın kelimeleri birer rüzgar gibi kulağıma çarptığında, sanki o an odadaki hava değişmişti; bir ağırlık çökmüştü üzerime. Gözleri, sanki görünmez bir perdenin ardındaki başka bir dünyaya bakıyormuş gibi uzaklara daldı. O genç ve kusursuz yüzü, bir anlığına bile olsa, bana taşıdığı ağırlığın ne kadar derin olduğunu göstermişti. Tobias’ın görünüşü, ilk bakışta bir sanatçının ellerinden çıkmış gibi kusursuzdu; yüz hatları sert ama estetik, gözleri ise insanı hipnotize eden bir derinliğe sahipti. Ancak o an, bu gençliğin ve cazibenin sadece bir yalan olduğunu fark ettim. Bu, onu çevreleyen karanlık sırları saklayan, geçmişin izlerini örtmeye çalışan bir maskeden ibaretti.
O an, onun ne kadar yorgun olduğunu görebildim. Yüzünde zamanın hiçbir izi yoktu, ama bu yalnızca dış yüzeydi. Gerçek Tobias, bu görüntünün ardında saklanıyordu; acımasız bir kış gecesinde kaybolmuş bir ruh gibi. Gözlerindeki uzaklık, geçmişin gölgelerinde kaybolmuş birini ele veriyordu. Sanki bulunduğu odada değil, zamanın derinliklerinde bir anıya hapsolmuş gibiydi. Derin bir nefes aldı, bu hareket o kadar insaniydi ki, neredeyse bir anlığına onun gerçekten insan olduğunu düşünebilirdim.
“Anlat.” diye mırıldandım, nadiren empati hissettiğim bir zamandı. Başımı hafifçe kaldırdığımda, Tobias çoktan kolunu kıvırmış başının altına koymuştu. “İnsan Tobias’ı merak ediyorum sanırım.”