Nefes nefese uyandım. Göğsümdeki ağırlık sanki beni boğmaya çalışıyordu. Ellerimi terli alnıma götürüp yüzümü sıvazladım. O an, odamdaki sessizliğin nasıl da keskin olduğunu fark ettim. Ama zihnimdeki yankı çok daha keskindi. Babamın sert sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyordu: “Gidin!” Giden ben olmuştum. Ailemi bırakan, annemi terk eden – giden bendim.
Uzun zamandır geçmişe ait bir anıya sahip kâbus görmemiştim. Ama bu gece, zihnimin en derin, en karanlık köşelerinden biri kapımı sessizce aralamıştı. Uyku perdesi çöktükten hemen sonra, bilinçaltımın zincirleri çözülmüş gibiydi. Gözlerimi sımsıkı kapadım, adeta içgüdüsel bir refleksle. Görmemek, hatırlamamak istiyordum. Ama ne kadar direnirsem direneyim, anılar beni acımasızca içine çekiyordu. O sahneler; defalarca izlenmiş ama her seferinde biraz daha acıtan görüntüler gibi önümde tekrar tekrar canlanıyordu.
Babamın gözlerindeki dipsiz karanlık, içinde yankılanan bir öfke ve hükmetme arzusu… Annemin yüzündeki o donuk ifade, ardında kırılmış ama gizlenmiş parçalarla dolu bir maske gibiydi. Her iki bakış da, o gece içime işleyen sessizlik kadar ağırdı. Ve biz… Ormanın içinde ilerliyorduk. Ayak seslerimiz bile doğaya aykırı geliyordu; fazla sessiz, fazla dikkatli. Sanki her adım, karanlığa biraz daha saplanıyordu. Çalıların arasından süzülen ay ışığı, yolumuzu değil, geçmişimizi aydınlatıyordu. O anlara dair her şey; koku, soğuk, rüzgarın taşıdığı uğultu… Hepsi birer tokat gibi zihnime çarpıyordu. Ve ben… Kendimi dizginlemiştim. Duygularımı bastırmıştım. Ama bastırmak yok etmek değildi. Sadece beklemekti. Ve şimdi hepsi geri dönüyordu.
Kalbim çılgınca çarpıyordu, göğsümdeki ritim neredeyse dışarıdan duyulabilir gibiydi. Derin bir nefes almaya çalıştım, ama yetmiyordu. Ciğerlerim boşlukla doluyordu sanki. Nefes, boğazımda yarım kalıyor, içimdeki baskıyı artırıyordu. Yavaşça doğruldum, yatağın kenarına oturdum. Başımı avuçlarımın arasına aldım. Parmaklarımın arasından geçen saç tellerim bile yabancı geliyordu. Kendi bedenimde yabancılaşmıştım. Sanki zaman bükülmüş, mekân silinmişti. Artık burası değil, o geceydi bulunduğum yer.
Yıllar geçmişti. Onca zaman, onca sessizlik, onca mesafe… Ama hâlâ o geceyi taşıyordum. Sırtıma saplanmış bir hançer gibi, ne kadar uzaklaşsam da izi geçmiyordu. Lysander ve Saralyn. Onları kırmış, paramparça etmiştim. Hem ruhlarını, hem aramızdaki bağı. Ve şimdi… Tarih resmen tekerrür ediyordu. Yaptığım şeylerin yankısı bugün hâlâ üzerimdeydi.
Başımı ellerimden kaldırdım, boynumda ince bir gerilim hissettim. Gözlerim karanlığa alışmaya çalışırken odayı süzdüm. Her şey yerli yerindeydi ama hiçbir şey güvenli değildi. Perdeler sıkı sıkıya kapalıydı; dış dünyadan gelen tek bir ışık bile içeri sızamıyordu. Odayı saran karanlık yalnızca gecenin değil, içimde büyüyen gölgelerin yansımasıydı. Bu yalnızlık başka bir yalnızlıktı; duvarlar sessiz, hava ağır, zaman donuktu.
Ama yalnız değildim. Karanlık, sadece fiziksel değildi. Geçmişin hayaletleri dört bir yanımdaydı. Fısıltıları duyamıyordum belki ama hissediyordum. Onlar burada, bu odada, bu anın tam içindeydi. Her nefes alışımda o geceyi yeniden yaşar gibiydim. Kül kokusu… kan tadı… bastırılmış bir çığlık gibi boğazımda tıkanıyordu. Gözlerim dolmuştu ama akmıyordu. Gözyaşı bile gelmeye korkuyordu
"Lysander, Saralyn..” diye isimlerini mırıldandım. Sesim boğuk ve güçsüzdü. Annem, o sert tavrının altında hepimizi korumaya çalışmıştı. Babam, her şeyin kontrolünü elinde tutmaya çalışan o otoriter figür... Ve ben, ikisi arasında bir yerde, aidiyet ile özgürlük arasında sıkışmış, kendi yolumu arayan biriydim.
Ama Lysander? Onun gözlerindeki öfkeyi hatırlıyordum. O zaman anlamamıştım. Ya da anlamak istememiştim. O kadar kendi seçimlerime odaklanmıştım ki geride bıraktıklarımı, kırıp döktüğüm bağları görememiştim. Şimdi ise, onları düşünmek bile canımı yakıyordu. Eğer karşımda ol, gözlerinin içine bakabilir miydim? Onlara bir açıklama yapabilir miydim?
Birden ayağa kalktım. Bu düşüncelerle daha fazla oturamazdım. Odanın dört duvarı üstüme üstüme geliyordu, nefesim kesiliyordu sanki. Göğsümdeki baskı, görünmez bir el gibi kalbimi sıkıyor, boğazımı düğümlüyordu. Boğuluyormuş gibiydim. Panik içinde yatağın yanındaki küçük komodine uzandım. Orada duran su şişesini elime almak istedim ama parmaklarım bana ait değilmiş gibi kontrolsüzce titriyordu. Şişeyi kavradım, kapağını açtım ve susuz kalmış bir hayvan gibi hızla ağzıma götürdüm. Ama ellerim öyle titriyordu ki birkaç damla su boynuma, göğsüme aktı.
O soğuk damlalar, tenime değdiği anda içimde bir ürperti yankılandı. Gözlerim düşen damlalara takıldı. Saydam su değil, kan gibiydi gözümde. Parlak, taze, sıcak... Burnuma hayalî bir demir kokusu geldi. Midem burkuldu. Su şişesini yavaşça geri koydum, elim titreyerek kenarından kaydı. “Sakin ol, Mary,” dedim içimden, neredeyse sesli. “Sakin ol…” Ama o an, sakinleşmek bir denizi yumruklayarak durdurmaya çalışmak gibiydi. Zihnim paramparça, kalbim dikenli bir tel gibi dolanmıştı içime. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Her şey üst üste yığılıyor, içimdeki karışıklık geçmişin ağırlığıyla birleşip kasırgaya dönüşüyordu.
Ayaklarım beni taşıyordu, bilinçsizce. Bir adım attım, sonra bir adım daha. Düşünmeden, düşünemeden. Koridor sessizdi, evin her köşesi geceye gömülmüştü. Sadece kendi iç sesimi duyuyordum – nefesim, kalbim, bastığım yerlerdeki yumuşak ahşabın iniltileri… Gözlerim, loşluğa alışmıştı. Sonunda bir kapının önünde durdum. Annemin odası. Kokusunu takip etmiştim belki de; o kendine has, güçlü ama yatıştırıcı kokusunu. Ellerim kapı koluna uzandı. Soğuk metal tenime değince ürperdim. Derin bir nefes aldım ve yavaşça kapıyı araladım.
İçerideki loş ışık, odanın içine sıcak bir huzur serpmişti. Perdeler aralık, dışarıdan gelen soluk ay ışığı duvarlara usulca vuruyordu. Her şey sade ama kendine özgü bir düzen içindeydi. Annem, yatağında yatıyordu. Saçları yastığa dağılmış, yüzü her zamanki gibi sertti ama… o maskenin altında bir şey vardı. Belki yorgunluk, belki içsel bir çöküş. Yine de, uykusunda bile güçlü görünüyordu. Yüz hatlarının arasına gizlenmiş ince bir kırılganlık seziliyordu. Gözlerinin kenarındaki çizgiler, yılların yorgunluğunu ve suskunluğunu anlatıyordu.
Kapının eşiğinde durdum. Uzun bir süre sadece onu izledim. Yıllardır bu kadar savunmasız hâlini görmemiştim. Her zaman dimdik, her zaman mesafeli olmuştu. Ama şimdi… uyurken, kalbini açıkta bırakan biri gibiydi. O an annem gözümde bambaşka birine dönüşmüştü. Sadece bana yön veren bir figür değil, yaşamın ağırlığını sırtında taşıyan bir kadın… Belki de ilk defa onun gerçekten ne kadar güçlü olduğunu değil, ne kadar yorulduğunu fark ettim. Belki de bana verdiği mücadeleci ruhun bedelini onun ödediğini…
Yavaşça, neredeyse adımlarımı yerle bir ediyormuşçasına dikkatle ilerledim. Yatağın kenarına oturdum. Hareket ederken nefesimi tutuyordum; onu uyandırmak istemiyordum ama aynı zamanda onun yanında olmak istiyordum. Başımı eğip yüzüne daha yakından baktım. Uyuyordu ama huzurlu değildi. Kaşları hafif çatılmış, dudakları belli belirsiz kımıldıyordu. İçsel fırtınaları uykusunda bile yakasını bırakmamıştı. Bu sessizlikte, sadece onun nefesini ve kendi kalp atışlarımı duyuyordum. O an, içimdeki boşluğun dolduğunu hissettim. Ama aynı anda, suçluluk da derinleşti. Ona sırtımı dönüp gitmiştim. Hiçbir şey olmamış gibi yıllar sonra dönmüştüm. Ve yine de… buradaydım. O ise beni beklemişti. Kabullenmişti. Sevmişti. Karşılıksız.
Elim titreyerek yorganın kenarını düzelttim. Parmak uçlarım neredeyse onun tenine değecekti, ama son anda durdum. Nefesini bozmadan, onu rahatsız etmeden, dikkatlice yatağa kıvrıldım. Yanına… göğsüne yakın bir noktaya. Gözlerimi kapadım ama uyuyamıyordum. Zihnimde yılların yükü, boğazımda bastırılmış sözcükler vardı. Sanki yıllardır bastırdığım her şey, tam o anda bir göğüs kafesinden taşar gibi çıkmak istiyordu.
Bir süre öylece yattım. Hareketsiz. Sadece kalp atışlarımız vardı bu anı anlamlı kılan. İkimizin ritmi, iki hayatın iç içe geçmiş sessiz şarkısı gibi. Sonra kollarımı yavaşça kaldırdım. Ona zarar vermemek, onu ürkütmemek için dikkatle boynuna doladım. Başımı omzuna yasladım. Teninden gelen sıcaklık, içimde bir şeyleri eritmeye başladı. İlk başta hareketsiz kaldı. Nefesini yavaşça hissettim. Sonra, uykunun o ince katmanında kımıldadı. Göz kapakları aralandı, bakışları beni buldu.
Yorgun ama tanıdık bir gülümseme belirdi yüzünde. Sanki hiçbir şey söylemesine gerek yoktu. Sadece o bakış bile her şeyi anlatıyordu: Kızgınlık yoktu. Kırgınlık da. Sadece oradaydı. Ve ben de oradaydım.
“Mary bebeğim…” diye fısıldadı annem, sesi neredeyse rüzgarın geceleyin ağaç yapraklarını okşayışı kadar yumuşaktı. O an, içimde bir şey titredi. Bu ses tonu… içinde öfke yoktu, sorgulama yoktu, kırgınlık hiç yoktu. Hiçbir hesap sorma hissi taşımıyordu. Sadece sıcaklık, yalnızca tanıdık ve güven verici bir ton. Sanki çocukluğumun karanlık gecelerinde korkuyla onun yatağına sığındığımda bana söylediği o eski ninnilerdeki tını vardı sesinde. İçimde öyle derin bir düğüm oluştu ki, boğazımda sıkışan şeyin sadece gözyaşı olmadığını fark ettim. Bu ses, beni affediyordu. Bu ses, bana hâlâ “kızım” diyordu. Ve o ses beni geçmişin karanlığından çekip çıkarıyordu.
“Anne…” dedim, fısıltıdan biraz daha az bir tonda ama hâlâ kısık, hâlâ titreyerek. Dudaklarımda çatlamış bir kelime gibiydi. “Sadece… biraz yanında kalmak istedim.” Sözlerimle birlikte içimde taşıdığım duvarlardan biri yıkıldı sanki. Hiçbir açıklama yapmadan, hiçbir bahane sunmadan sadece onun yanında olmak istemiştim. Çünkü artık yorulmuştum. Kendimi güçlü ve uzak göstermeye çalışmaktan, duygularımı bastırmaktan, her şeyi kontrol altında tutmaya çalışmaktan… Her şeyden yorulmuştum.
Annem gözlerini tekrar kapadı ama bunu yaparken yüzünde hafif, huzurlu bir ifade belirdi. Elini yavaşça kaldırdı ve parmak uçlarını saçlarımda gezdirmeye başladı. Dokunuşu, rüzgârın teni okşayan ilkbahar hali gibiydi. Narindi, sevgi doluydu, tanıdıktı. Tüm benliğimi saran o ana annemin fısıltısı eşlik etti: “Hep buradayım, Mary… Senin yanında.”
İçimdeki tüm karmaşa, geceden kalan sis gibi dağılmaya başladı. Kalbimde biriken o karanlık, geçmişe duyduğum öfke ve suçluluk yavaş yavaş yerini tarifsiz bir huzura bıraktı. Kabuslarda gördüğüm o terk ediş, ayrılık, yalnızlık… hepsi, annemin sesiyle ve dokunuşuyla silinmişti sanki. Ait olduğum bir yer olduğunu yeniden hatırlamıştım. Bir zamanlar kendi ellerimle kopardığım bağın, aslında hâlâ orada duruyordu.
Bu an… kelimelerle anlatılamayacak kadar sade ama bir o kadar güçlüydü. Yılların sessizliğini yırtan bir bağ gibi. Zamanın ve mesafenin aşındıramadığı tek şeydi: Anne ve kızı arasındaki o ölümsüz bağ. Sarıldığım annemin teni sıcak ve canlıydı. Kalp atışları, kendi kalp atışlarımla aynı ritme girmişti. İçimde ne mücadele kalmıştı ne de sorgulama. Bu kısa anda hepsini bir kenara bırakabilirdim.