Kalbim sıkıştı. Nefesim kesildi. “Sen... bunları nereden biliyorsun?” diye sordum.
Tobias kaşlarını kaldırdı, dudaklarında ince bir tebessüm belirdi—alayla karışık bir itiraf gibi.
“Doktor Fox’un asistanı Lia,” dedi. “Sevimli ve fazla güvenen biri. Biraz cazibe, biraz ikna… Evraklara ulaşmak zor olmadı.”
Sert bakışlarımı fark ettiğinde duraksadı. Sözlerini biraz daha dikkatli seçmeye başladı. “Bunu bilmediğini fark ettim şimdi. Demek ki… annen hâlâ sana her şeyi anlatmıyor.”
Gözlerimi kıstım. İçimdeki her duygu, yavaş yavaş kızıl bir öfkeye dönüşüyordu.
Tobias alçak bir sesle ekledi. “Ve sevgili Doktor Fox… yani annen… bu bilgiyi senden özellikle gizledi.”
Öfken bir kıvılcım gibi parladı, ama Tobias’ın tatmin olmuş bakışı bu ateşi daha da körükledi. “Beni anlamıyorsun, Tobias,” dedim dişlerimi sıkarak. “Sen beni yıldıracağını sanabilirsin ama ben durmayacağım. Sara’yı bulmak zorundayım!”
Tobias başını iki yana salladı, yüzündeki soğuk ifade hiç değişmedi. “Beni dinlemiyorsun. Bu şekilde kendini tehlikeye atıyorsun. İnatçılığın seni mahvedecek. Seni kaybedemem güzelim.”
Bu cümle sabrı.ı tamamen tüketti. Aniden bir adım atarak Tobias’ın yakasına yapıştım. “Tehlike umurunda bile değil! Kan torbanı kaybetmekten korkuyorsun. Eğer yardımcı olmayacaksan, yolumdan çekil Tobias.”
Tobias’ın yeşil gözlerinde kısa bir öfke parladı. Ellerini nazik ama kararlı bir şekilde bileklerime koydu ve kendini kurtardı. “Maryinn,” dedi, sesi tehditkâr bir şekilde sakin. “Sınırını zorluyorsun. Sana karşı sabrım sınırsız değil. Seni korumak istiyorum. Tek istediğim bu.”
Bir adım geri çekildim. Bu sadece yeni bir hamle için fırsattı. Düşünmeden Tobias’a doğru atıldım, yumruğumu savurdu.. Tobias bu hareketi bekliyormuş gibi hızla yana çekildi ve yumruğum havayı deldi. Tobias’ın kaşları çatıldı.
“Bu mu yani? Beni döveceğini mi sanıyorsun?” diye alay etti Tobias. “Sevimli melezim beni incitecek mi?”
Hiçbir şey söylemeden, içimde aniden parlayan öfkeyle hızla arkamı döndüm. Kaslarım gerilmişti, zihnim puslu bir sisle kaplıydı ama bedenim harekete geçmek için çoktan kararını vermişti. Tüm gücümü toplayarak Tobias’ın yüzüne doğru ani bir tekme savurdum. Ayağım neredeyse yüzüne ulaşmak üzereyken, Tobias bir savaşçı refleksiyle hareket etti. Eli yıldırım gibi uzandı ve ayağımı kavrayarak darbeyi engelledi. Ardından, beni sendeletecek şekilde sertçe geri itti.
Toprak zemine birkaç adım sendeledim ama düşmedim. Gözlerimdeki kararlılık sönmemişti. Nefesim kesik kesikti ama içimdeki alev daha da harlanmıştı. Hemen toparlandım; bu kez çok daha hızlı ve aldatıcı bir manevrayla tekrar hücuma geçtim. Vücudum gerildi, yumruğum havayı yararak Tobias’a doğru indi. Yüzüne değil — omzuna. Sert bir darbe, tok bir sesle Tobias’ın omzuna çarptı. Adamın yüzü o an bir anlığına irkildi, gözleri küçüldü, dişlerini sıktı. Canının yandığı belliydi ama geri çekilmedi.
Aksine… Adımlarını yere sağlam bastı ve bana doğru ileri atıldı. Artık savunmada değil, müdahaleye geçmişti. Gücünü ve iradesini toplayarak kollarımı yakaladı. Bileklerimi sıkıca tutuyordu. Parmaklarının baskısı, kemiklerimin çevresinde çelik gibi hissediliyordu. Tırnaklarım avuçlarımın içine saplanmıştı ama onu itmeyi başaramıyordum. Göz göze geldiğimizde, Tobias’ın yüzündeki sabır yerini çoktan keskin ve sert bir ifadeye bırakmıştı. Nefeslerimiz birbirine karışıyor, çevremizdeki orman sessizce bizi izliyordu. Aramızdaki gerilim, rüzgardan bile daha hızlıydı.
“Yeter!” diye bağırdı Tobias. Sesindeki sertlik beni bir an duraklattı. “Seninle kavga etmek istemiyorum, ama beni buna zorluyorsun! Ve beni incitiyorsun...”
Tobias’ın kavrayışından kurtulmak için çabaladım ama Tobias’ın gücü karşısında başarılı olamadım. Gözlerinde öfke ve çaresizlik parlıyordu. “O zaman beni durdurma! Beni engelleyerek hiçbir şey başaramayacaksın!” diye meydan okumayı sürdürdüm.
Tobias dişlerini sıktı, ama bu kez bakışlarında öfkenin yerini hüzün aldı. “Sen bu yükü tek başına taşıyamazsın, Maryinn. Ama bu savaşı bir öfke patlamasıyla kazanamazsın. Sana yardım etmeme izin ver. Yoksa hem Sara’yı kaybedeceksin hem de kendini.” Beni havaya kaldırdı ve ayaklarım yerden kesilmişti.
Bir süre Tobias’a baktım, sonra aniden gevşedik. Nefesi düzensiz, ellerim ise hala yumruk halindeydi. “Eğer gerçekten yardım etmek istiyorsan,” dedim sessizce, “bana engel olmayı bırak. Yolumda durma. Uzaklaş. Artık yardımına ihtiyacım yok. Anlaşmamız şu andan itibaren son buldu. Senden son istediğim bu Tobias Cohen.”
Tobias, sözlerimi sessizlikle karşıladı. Beni yere bıraktı ama ellerini üzerimden çekmedi. Büyük ellerim yüzümü sardı. Avuçları yanaklarımı kavradı. Bana bakmadan önce bir şey söylemeden edemedi: “Bunu yalnız yapmana izin veremem. Seni kaybetmek istemiyorum.” Sonra beni bıraktı ve ellerini belinde birleştirdi. “O yüzden biraz zaman tanıyalım. Kanını artık istemiyorum, istediğim sensin. Öte yandan beni görmek istediğin ana dek gözünün önünden kaybolacağım ama ihtiyacın olduğunda yanında belirirsem kızma tatlım.”
Tobias birkaç saniye boyunca sessiz kaldı, sonra bir adım geri çekildi. Hava giderek kararıyor, rüzgarın uğultusu ikimizi de sessizliğe gömüyordu. Gözlerimdeki inatla karışık öfkeye rağmen sanki savaşmayı bırakmış gibi görünüyordu. Tobias birkaç uzun saniye boyunca sessiz kaldı. Gözlerimdeki öfkenin ve inatçılığın farkındaydı, ama o an için bir şey söylemekten kaçındı. Hava giderek kararıyordu, yavaşça yaklaşan fırtınanın ilk belirtileri gökyüzünde biriken kararmış bulutlar olarak kendini gösteriyordu.
Rüzgar, hırlayarak ağaçların dallarını savuruyor, her geçen saniye daha da yoğunlaşıyordu. Bu uğultu, ikimizi de içine alıp sessizliğe gömüyordu. Birbirimize, ne de olsa çok yakın mesafedeydik, ama bir kelime dahi söylemeden birbirimizi izlemekle yetiniyorduk. Bir kaya gibi sabırla duruyordu. Bütün vücut hatları gerilmişti ama o, bir yavaşlıkla adımlarını geri çekti, ne çok hızlı ne de çok yavaş, bir an için sanki zaman durmuş gibiydi. Gözlerindeki kararlılık ve yoğun duygular, her geçen saniyede daha belirgin hale geldi. O, ne bir saldırganlık ne de savunma içindeydi.
“Maryinn?” dedi en sonunda, sesi alçak ve neredeyse kırılgan bir tondaydı.
“Dediğin gibi olsun.” dedim. Zihnimdeki tüm karışıklık ve adeta patlamak üzere olan duygularım, Tobias’ın soğukkanlı duruşu ve bana yaklaşmayan tavırlarıyla çelişiyordu. O kanıma saplantılı wampir şimdi tövbe etmiş bir aziz gibi duruyordu. “İhtiyacım olana kadar gözüme görünme ama eğer sözlerini çiğnersen Tobias Cohen tehditlerimi eyleme dökmekten çekinmem.”
Tobias sırtını döndü, adımları yosunlu toprağı ezerek uzaklaşmaya başladı. İçimden bir şeyler onu durdurmam için beni zorluyordu, ama aynı zamanda öfkeme yenik düşmüş bir şekilde arkasından bakmakla yetindim. “Kim olduğunu biliyorum Elizabeth Maryinn Fox.” Dedi alçak ama net bir sesle. Sözleri rüzgara karıştı, ama duyacağımı biliyordu. Sonra bir yıldırım gibi şok edici bir hızla ortalıktan kayboldu. Bir süre olduğum yerde kaldım. Sessizliğin içinde, ağaç dallarının çırpınışını dinledim. Göğsümde bir huzursuzluk vardı, ama bunun Tobias’la olan tartışmamdan mı, yoksa Sara’yı hâlâ bulamamış olmaktan mı kaynaklandığını kestiremiyordum.
Derin bir nefes aldım ve ileriye doğru yürümeye başladım. Adımlarım hızlandı. Doktor Fox, ile konuşmalıydım.
❄️
Tobias’ın sözleri zihnimin derinliklerinde yankılanırken adımlarım, neredeyse kendi irademe rağmen hızlandı. Kalbim ritmini değiştirmişti; sadece yürümüyor, bir tür içgüdüyle hareket ediyordum. Sara’nın kayboluşu, Tobias’ın bahsettiği o kimliği belirsiz cesetler ve kasabanın üzerine çöken bu korkunç sır… Her şey, bildiğim gerçeklerden çok daha derin ve karmaşıktı. Beş kayıp vardı ama sadece dört ceset bulunmuştu. Bu matematik bile başlı başına bir çığlıktı. Annemin benden ne sakladığını öğrenmeliydim — artık hiçbir şeyi erteleyemezdim.
Frost Kasabası’na geri döndüğümde gece tam anlamıyla çökmüştü. Gök gürültüsü uzaktan bir savaş gibi homurdanıyor, rüzgar sokak aralarında uluyan bir hayalet gibi dönüp duruyordu. Fırtına geliyorum dememişti, gelmişti. Yağmur ince damlalarla başlamış, sonra sanki gökyüzü öfkesini kusarcasına şiddetle üzerime yağmaya başlamıştı. Kıyafetlerim vücuduma yapışıyor, rüzgar adımlarımı kararsızlaştırıyor ama beni durduramıyordu. Gözüm, kasabanın ucunda yer alan o eski hastaneye takıldı. Annemin çalıştığı yer… Bina, loş sarı ışıklarla çevriliydi ama onun ofisinin bulunduğu dördüncü kat penceresi karanlıktı. Normalde orada geç saatlere kadar olurdu. Ama bu gece her zamankinden daha sessizdi. Daha tehditkâr.
Arka taraftan dolandım. Park alanı ıslaktı, asfalt üzerinde su birikintileri oluşmuştu. Gözüm, yangın merdivenine ilişti. Soğuktan buz gibi keskinleşmiş demirlere tutundum ve hızla yukarı tırmandım. Ayaklarım metalin üzerinde neredeyse hiç ses çıkarmadan süzüldü. Çatıya ulaştığımda, rüzgar daha sert esiyordu. Karanlık beni tamamen sarmıştı; bu gece beni görünmez kılan bir pelerin gibiydi.
Çatının taş zeminine sessizce basarak ilerledim. Her adımımı dikkatle planlıyor, her sese, her harekete karşı tetikteydim. İçimdeki sorular kafamda çığ gibi büyüyordu. Sara neden kaybolmuştu? Tobias’ın söyledikleri doğruysa, bu sadece bir kayıp vakası değildi. Kasabanın içten içe çürümekte olan bir sırrı vardı ve annem bunun tam merkezindeydi. Belki de o da kurbandı. Belki suç ortağıydı. Ya da… beni korumaya çalışıyordu. Emin olamıyordum.
Çatının kenarına vardığımda, aşağıda hastanenin pencereleri bana karanlıkta parlayan gözler gibi bakıyordu. Soğuk taşın kenarından sarkarak dördüncü kata yaklaştım. Annemin odasının camı kapalıydı ama kilitli görünmüyordu. Elimle hafifçe bastırdım. Cam gıcırtısız açıldı. Nefesimi tuttum ve içeriye, adeta havayla birlikte süzülür gibi girdim.
Oda zifiri karanlıktı ama gözlerim bu karanlığa alışkındı. Eşyalar silüet gibi görünüyordu. Masasına yaklaştım. Her hareketimi kontrollü yaptım. Parmak uçlarım çekmeceleri yokladı. Kilitli değildi. Birkaç eski not defteri, hastane formları ve ilaç raporları vardı ama benim aradığım belgeler bunlar değildi. Adli tıp raporları… Cesetlerle ilgili olanlar. Yavaşça evrak dolabına yöneldim. Rüzgar dışarıda öfkeyle ulumaya devam ederken, içerisi sessizdi.
Çekmeceleri açarken, metalin soğuk sesi bir an için dikkatimi dağıttı, ama hemen toparlandım. Ellerim titremiyordu. Sadece işimi yapıyordum. Yapmam gerekeni... Her şeyin ne kadar derin ve karanlık olduğunu biliyordum, bu yüzden hızla ama dikkatlice hareket ediyordum. Çekmecelerde sadece birkaç belge vardı, ancak birkaçı ilgimi çekti. Tıbbi raporlar… Başka ölülerle ilgili notlar vardı. Ama bunlar, bir yerlerde kaybolan ya da ölü bulunan insanlarla ilgiliydi.
Pes etmeden her şeyi bulduğum gibi bıraktım. Evrak dolabını açtığımda, içindeki dosyaların sayısı daha fazlaydı. Hızla karıştırmaya başladım. Bir dosyayı açıp hızla göz gezdirdim sonra bir tane daha. Göz bebeklerim hızlıca satırları tarıyordu. Tobias’ın söyledikleriyle örtüşen bir şeyler arıyordum. Cesetlerin bulunduğu yerler, zamanlar, hastaneye gelen hasta bilgileri... Anlatılmaz bir telaşla, rapordaki ayrıntıları okuyordum. Göğüs bölgesine alınan ağır darbe. Vahşi hayvan saldırısı. Yüksekten düşmeye bağlı kafaya alınan travma. Bunların hiçbiri doğru değildi. Hiçbir ölüm şekli bulunan cesetleri açıklamıyordu. Ancak annemin kırmızı bir kalemle küçük not kağıtlarına yazdığı; kan çekilmesi, boyun kırığı gibi kelimeleri okudukça içten içe öfkem kabarıyordu.
Gözlerim hızla sayfalar arasında gezinirken, parmaklarımın ucu titriyordu. Her sayfa, üzerindeki tarih damgalarıyla birlikte bir zaman kapsülü gibi açılıyordu önümde; geçmişin unuttuğumu sandığım fısıltıları şimdi bağırıyordu. Daha fazlasını bilmeliydim. Duramazdım. Sayfaların arasında ilerledikçe, beynimde bastırdığım o çığlık, göğsümde yankılanan boğuk bir uğultuya dönüşüyordu. Bildiğimi sandığım her şey, satır aralarından sızan kan gibi kararıyordu zihnimde. Her harf, her isim, her işlem beni biraz daha çözümsüzlüğe sürüklüyordu.
Nefesim düzensizdi. Göğsüm inip kalkıyor, ama havayı tam olarak içime çekemiyordum. Kalbim kafesinden kurtulmak istercesine çırpınıyor, ben ise hâlâ kendime hâkim olmaya çalışıyordum. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Panik yoktu. Şimdilik. Tam o anda… Koridordan gelen ayak sesleri, düşüncelerimi delip geçti. Sert, keskin, kararlıydı. Topukların zemine çarpışı sanki metalin metale vuruşuydu—soğuk ve net. Yankı, beton duvarlarda büyüyor, her adımda biraz daha yaklaşıyordu. Bir adım daha atsa, kalbimin attığı ritmi bastırabilirdi.
Zamanım kalmamıştı.