2. KISIM ELİZABETH MARYİNN CASSİAN
9.BÖLÜM
SOĞUK BEYAZLAR
RUS İMPARATORLUĞU ODESSA 1799
Sancta Custos’un Avcıları... Onlar hep ardımda, hep beni bulmak için bekliyorlar. Sırtımda gümüş okların acısı, her nefesimde daha da derinleşiyor. Her bir yara, sonumu yaklaştırıyor. Ama bir yolum vardı. Hayatımı feda etmeye niyetli değildim. Canis Vaticani... O pis sadık köpekler beni gafil avlamışlardı. İçimi delip geçmiş oklardan bir tanesini çekip çıkardım. Acıyla inlerken, geceliğim tamamen kanıma bulanmıştı. Çıplak ayaklarımla uçuruma doğru ilerlerken, atkıları yaklaşan seslerini duyabiliyordum.
Kayalıklara doğru ilerlerken ayaklarım titriyor, her adımda biraz daha dengesizleşiyorum. Kanımı durduramıyorum, çünkü okların ucundaki zehir Wampir dönüşümümü tamamlamamı engelliyordu. Üzerine kendimi iyileştiremiyordum. Avcıların seslerini duyuyorum, her geçen saniye biraz daha yaklaşıyorlardı. Dört nala. Öfkem, içimdeki fırtına gibi büyüyordu. Bu kadar aşağılanmak... Ama hala bir kurtuluş şansım vardı. Bir adım daha attım ve uçurumun kenarındaydım. Son yarım asırdır zaten kaçıyordum. Dört bucak; şehirler, taşra kasabalar ve krallıklar gidip, gezmediğim ve görmediğim yer kalmamıştı.
Defalarca kez yakalanmaktan, kıl payı kurtulmuştum. Şimdiyse neredeyse ölümün kenarındaydım. Arkamda duran üç atlıya dönüp baktım. Atlar nefes nefeseydi, Sancta Custos’un Avcıları hemen bir kaç metre ötemde duruyorlardı. Saçlarım rüzgarda uçuşurken, kanın kokusu ciğerlerime doldu. Lezzetliydi... Soluk yüzüme bir gülümseme yayıldı. Avcıların yüzleri dehşete düşmüş bir ifade yer alırken, onların gözlerinde ki avcı egosu yerini korku bıraktı. Ama bu korku, sadece bana ait olan bir sırra tanıklık ediyordu. Onlar bir avın peşindeydiler, ama ben onlardan çok daha fazlasını taşıyordum. Her birinin yüreğine işleyen o lanetli bakış, artık yalnızca bir anıydı. Kanım, kayalıklarda akıp giden bir nehir gibi, onları adım adım geri çekilmeye zorlayan bir güç haline gelmişti.
Bir adım daha geriye attım, uçurumun kenarında bedenim bir an dengeyi kaybetti. Ama durmadım, düşmeden önce son bir kez daha toprağa basarak kendimi geri çekip ileriye doğru savruldum. “Sancti Custodes!” dedim, ağzımda bir gülümsemeyle. “Beni yakalayacak mısınız? Asla. Geri döndüğümde, her birinizin soyunu kurutacağım.”
Havada bir an süzüldüm. Zaman, o kısa anda yavaşladı sanki; rüzgâr kulaklarımda çığlık çığlığa, dünya ayaklarımın altından çekiliyordu. Ardından… bedenim, soğuk ve sonsuz bir boşluğa çarpar gibi suya gömüldü. Karanlık ve buz gibi nehir beni hemen içine aldı; bir annenin çocuğunu sarışı gibi değil, aç bir canavarın kurbanını yutması gibi…
Göğsümde bir anlık keskin bir acı—belki kaburgalarım çatladı, belki kalbim son bir kez bağırmak istedi—ama sonra her şey yavaşça silindi. O acı bile, diğer tüm hislerim gibi, suyun içinde dağılıp yok oldu. Bedenim, ağırlığını suya bırakmıştı. Bir taş gibi değil, sanki ruhumdan soyulmuş boş bir kabuk gibi aşağıya, daha da aşağıya çekiliyordum. Bilincim, sisle sarılmıştı. Göz kapaklarım ağırdı; çevremde hiçbir şey yoktu, sadece koyu bir lacivert, içinde siyahın tonlarıyla oynayan karanlık bir sonsuzluk. Ellerim yanlarımda savruluyor, ayaklarım güçsüzce çırpınıyordu ama su, her çabamı alaycı bir hışırtıyla yutuyordu. Ne ileri, ne geri—sadece sürüklenmek vardı. Soğuk, her şeyin yerini alıyordu. Tenim, hafızam, düşüncelerim... Hissedemediğim şeylerin ağırlığı içimi eziyordu.
Boşluk. Sadece o vardı artık. Suyun içindeki bilinçsizlikte, geçmişime dair her şey birer sis zerresine dönüşüyordu. Ailemi, adımı, neden orada olduğumu bile unutur gibi olmuştum. Sanki tüm evren, karanlık suların derinliklerinde parçalanıyor ve ben de o parçaların arasına karışıyordum.
Zaman kavramını yitirmiştim. Kaç dakika, kaç sonsuzluk boyunca nefessiz kaldım bilmiyorum. Ama sonra, uzak bir yerde—belki zihnimin kıyısında—bir titreşim hissettim. Sanki su, bedenimi yavaşça yukarı itiyordu. Bu bir kurtuluş muydu, yoksa son bir oyun mu?
Ve sonra… bir ışık huzmesi değil, bir darbe geldi. Kıyıya çarptım. Taşlar, çamur ve yosunlar tenime kazındı. Su hâlâ üzerimdeydi ama artık beni tutmuyor, kıyıya itiyordu. Gövdem çıplak, ağır ve titrek bir halde sürüklenirken, çevremdeki dünya donmuş gibiydi. Gerçeklik, puslu bir sisin içinden çıkıp yavaşça beni sarmaya başladı. Gözlerim aralandı, nefes almaya çalıştım ama ciğerlerim doluymuş gibi... Bir boğulma kalıntısı hâlâ içimdeydi. Öksürmek istedim, ama boğazımda dikenli bir tıkanıklık vardı—sanki su hâlâ içimdeydi ve çıkmak istemiyordu.
Kıyıya vuran bedenim, taşların ve yosunların arasında, bir enkaz gibiydi. Titriyordum; sadece soğuktan değil, hayatta kalmanın taşıdığı tuhaf ağırlıktan da. Su bedenimden yavaşça süzülüyor, çıplak tenimi ıslak bir kefen gibi sarıyordu. Yaralarım suyun keskinliğiyle yanıyor, her bir nefes içimdeki acıyı biraz daha derinleştiriyordu. Nefeslerim kısa ve parçalıydı, sanki ciğerlerim hâlâ direniyordu. Ama bir şekilde... bir şekilde yaşıyordum.
“Alexie, o burada!” dedi bir ses—uğultulu, rüzgârın içinden fısıldanıyormuş gibi yankılandı kulaklarımda. Sesin sahibini göremesem de, sesin altındaki endişeyi ve şaşkınlığı ayırt edebiliyordum. Ardından bedenim, iki sıcak elin arasına alındı. Parmaklarımda ve ayak uçlarımda his yoktu, ama o ellerin sıcaklığı, buz gibi suların ardından neredeyse yakıcıydı. Bunlar Avcılar değildi. Tenlerinden yükselen koku tanıdıktı: Kürk, nemli toprak, arpa, odun dumanı... ve kırmızı şarabın fermente burukluğu.
Av etiyle beslenenlerden değil; insan olanlardandı bunlar.
“Kardeşim!” diye haykırdı beni tutan, sesi çatlamıştı. Ardından yüzü, göğsüme dayandı. Nefesinin sıcaklığı tenimi yaladı, sonra bir anlık sessizlik... Kalbimin ritmini aradı o sessizlikte. Birkaç saniye—belki de sonsuzluk kadar uzun bir zaman. Sonra o ağırlık çekildi üzerimden ve aynı ses, bu kez umutla kırılmıştı:
“Yaşıyor... Nefes alıyor!”
Uzakta, toprakta yankılanan toynak sesleri yaklaşıyordu. Ritimleri düzenliydi, aceleci ama kontrollü. At birkaç adım ötede durdu, sonra bir çift çizmeli ayak yere çarptı. Zemin titredi. Adam hızla yaklaştı. İçgüdülerim tetikteydi; her an bir pençeye dönüşebilirdi ellerim, ama... kokularında kan yoktu. Saldırı niyetleri yoktu.
“Sabit tut,” dedi bir başka ses. Derindi, kararlıydı—komut vermeye alışkın birinin sesi. Ardından yüzümde dolaşan ellerin dokunuşunu hissettim. Sert ama bilinçliydiler; tereddütsüz. Başımı sağa sola çevirdi, çenemi kavradı. Soğuk parmakları ağzıma girdiğinde içimdeki direnç kırıldı. Refleksle boğazım sıkıştı, bedenim irkildi. Nehrin içimde biriktirdiği acı ve karanlık, aniden dışarı patladı.
Yutkunamadığım su, mide asidimle birlikte dışarı aktı. Acı bir yanma... Midemdeki sıvı, boğazımı yakarak dışarı çıkarken, gözlerimden yaşlar aktı. Öksürdüm—kısa, sarsak öksürüklerdi bunlar. Sonra, nihayet... soğuk hava, keskin ve bıçak gibi ciğerlerime doldu.
Acıydı. Yaşam, bedenime geri dönerken acıyla geliyordu.
Kollarımı hareket ettiremiyordum, ama içimdeki hayatta kalma dürtüsü hâlâ oradaydı. Elleri ağzımdan çekildiğinde, ciğerlerim seğirerek soluk almaya çalıştı. Nefesim düzensizdi, ama her biri beni bu dünyaya biraz daha bağlıyordu.
“Bırak nefes alsın!” dedi ilk ses, bu kez öfkeli ve korkulu bir tonda. Beni tutan eller daha dikkatli hale geldi. Kolları, sırtımı yavaşça kavradı, bedenimi hafifçe yukarı kaldırarak destekledi. Yere saplanmış bir taş gibi katı olan vücudum biraz gevşedi.
Yüzümden aşağı, soğuk su damlaları süzülüyordu. Her damla, sanki bedenimde yeni bir his uyandırıyordu—acı, yorgunluk, yaşama geri dönmenin ağırlığı...
Ve sonra, göz kapaklarım hafifçe aralandı. Buzla çizilmiş gibi bulanıktı görüşüm ama oradalardı.
İki adam.
Kürklere sarınmışlar, yüzlerinde rüzgârın izleri vardı. Gözlerindeki ifadeyi seçemiyordum ama bir şey netti: Düşman değillerdi.
Onları öldürmeyecektim.
Henüz değil.
“Nehrin o tarafında ne yapıyordu?” dedi ikinci adam. Sesi önceki müdahaleyi yapanla aynıydı; daha önce komuta etmiş, kayıp vermiş bir adamın tonu. Sertlik değil, alışkanlıktan gelen disiplin vardı içinde. Yakındaki her şeyin onu dinlemesi gerekiyormuş gibiydi.
“Leydim,” diye devam etti, bir an duraksayıp beni yoklarcasına. “Bize anlatabileceğiniz bir şey var mı?”
Yanıt verecek durumda değildim. Dili olan ama konuşamayan bir hayvan gibi hissediyordum kendimi. Ciğerlerim hâlâ yanıyor, zihnim sisin içinde yol arıyordu.
“Hadi ama,” dedi diğer adam, sesi daha yumuşaktı—daha insani. Beni tutan oydu. Kardeşimdi belki. “Daha yeni nefes almaya başladı. Onu buradan uzaklaştırmalıyız. Karanlık çökmeye başladı ağabey... Avı başka zaman yapabiliriz.”
Av... Bu kelime beni aniden tetikledi. Vücudum istemsizce gerildi. Onlar için bir hedef olduğumu hatırlatmak, beni hayatta tutan tek şeydi. Ama bu insanlar farklıydı, değil mi? Öyle olmalıydılar. Eğer avcılardan olsalardı, şimdiye kadar işimi bitirmişlerdi. Atlara bindirilmiş geyiği gördüğümde, duraksadım. Bunlar insandı. Ama yerli olmadıkları belliydi.
“Leydi-” dedi beni tutan adam, sesi bu kez alçalmıştı. “Sakin ol. Güvendesin. Alexie ve ben sana zarar vermeyeceğiz. Biz iyi insanlarız...”
Adı Alexie olan kişi, beni dikkatle süzdü. “Yaraların var ve kan kaybediyorsun. Yardımcı olmamıza izin ver. Ben Alexie İvanov ve o da erkek kardeşim Kirill İvanov.”
Gözlerim kararmıştı, başım hala sanki bir taş gibi ağır, yer çekimine karşı koymakta zorlanıyordum. Alexie’nin bakışları, üzerimde yoğunlaşmıştı, sanki derinlere bakıyor, her bir hareketimi analiz ediyordu. Kendimi savunmasız hissetmek, bir yandan onlara güvenmeye çalışmak içimi karıştırıyordu. Her şey, her hareket sanki bilinçaltımda bir hesaplaşma gibiydi. Alexie’yi yavaşça süzerken, savunmasız bir kadın gibi görünmekte ısrar ettim. Bu numarayı erkekler severdi. Herkesin zaaflarını anlamak, bazen hayatta kalmanın tek yoluydu. Ancak, bir kadın olarak bu yoldan başka şansım yoktu. Bu karanlık, soğuk dünyada tek yapabileceğim şey, onlara oynadıkları rolü oynatmak ve ardından fırsat doğduğunda hamle yapmaktı.
Başımı hafifçe geri attım, sanki bayılıyormuşum gibi yaparak bir an için gücümü kaybetmiş gibi hissettim. Kirill’in kolları, beni kaldırırken biraz sertti ama o kadar da kötü değildi. Sonra Alexie eğildi, gözlerimin kapanmasına neden olan bir hareketle kucakladı beni. Atın sırtına beni yerleştirirken, kollarındaki sıcaklık bedenimi sarıyordu, ama bu güven verici değildi. Vücudum titriyordu, ama sadece fiziksel değil, duygusal bir sarsıntı da vardı. Her şey bir illüzyon gibiydi. Yavaşça, tereddütle, onları izlemeye devam ettim. Nereye götürüyorlardı, ne yapacaklardı? Belki de hiçbir şey, hiçbir şey olmayacak ve bu yalnızca başka bir soğuk, derin yaraya yol açacaktı.
Atların toprakla buluştuğu tozlu yol, bizi yerleşim yerine taşıyordu. Kirill, atı hızla yönlendirerek, soluk bir gülümsemeyle arkasına bakmadı. Atların adımlarının ritmik sesi, kafamın içindeki çılgınca yankı yapıyordu. İçimdeki zehrin etkisi hâlâ geçmemişti. Zihnim bulanık, karışık bir şekilde kayboluyordu. Sayıklamaya başladım, fakat sanki söylediklerim, hiç duymadığım bir dildeydiler. Sadece bir yandan, her şeyin bana ait olduğunu düşünüyordum. Kafamı çevirmeye çalıştım ama neredeyse hiç gücüm yoktu. Genç adamın vücut ısısı, bir an olsun bana güç veriyormuş gibi hissettirse de, her şey yalnızca yanıltıcıydı. Bir yandan ona yaslanarak yolculuğa devam ettim, ama gözlerim, gövdemin, ruhumun ne kadar yorgun olduğunu acı bir şekilde fark ediyordu.
Beni nereye götürüyorlardı? Aklımda bu soru tehlikeli bir cevapla cevaplanırsa, onları öldürmek zorunda kalırdım. Daracık, rüzgarın hırpaladığı, eski ve yıkık dökük bir kulübe beklerken; karşıma çıkan manzara tamamen farklıydı. Gözlerimi yarı açık tutmaya çalışırken, genişçe, heybetli bir konak yükseliyordu önümde. Görkemli yapısının ağırlığı, beni sarmalayan ürkütücü bir sessizlikle birleşiyordu. İçimde hala kıpır kıpır eden bir tehdit hissi vardı; sanki bu görkemin ardında saklı karanlık sırlar, bir solukta üzerime çökecekti. Atların nal sesleri, bahçedeki nemli toprak kokusuyla birleşerek ortamı daha da yoğun ve gerçek kılıyordu. Her adımda, çamurlu topraktan yükselen nemli koku ve taze kesilmiş odunun kokusu burnuma doluyordu; bu, sadece bir yere getirildiğimi değil, bambaşka bir dünyaya çekildiğimi fısıldıyordu.
Konağın kapısından içeriye girdiğimde, üzerimde yoğunlaşan bakışları hemen hissettim. Hizmetkarlar — genç, yaşlı, kadın, erkek — gözlerini üzerimden hiç ayırmadan beni süzüyordu. Kimi merakla, kimi çekingenlikle, kimi ise sorgular gibi bakıyordu; içlerinden ne düşündüklerini çıkaramasam da, her birinin sessizce konuşan bu bakışları, zihnimde yankılanıyordu. Kirill’in sesi aniden ortalığı yırttı; emir verircesine, ama öfke ve panik karışımı bir tonda. “Doktoru çağırın! Yaralı bir kız var!”
Bu sözler, konağın soğuk duvarlarında yankılanırken, etrafımdaki insanların tepkileri dikkatimi çekti.
Kapılar birdenbire açıldı ve yaşlı bir çift, ağır adımlarla dışarıya çıktı. Kadın, beni kanlar içinde görünce, yüzündeki ifade aniden değişti; korku ve çaresizlik gözlerinden okunuyordu. Sanki dünya aniden yıkılmış, bütün umutları söndürülmüştü. Yaşlı adam ise tam tersine, ifadesi donuk, yüzünde hiçbir telaş belirtisi olmadan hizmetkarlarına kesin ve soğukkanlı emirler yağdırıyordu. Bu zıtlık, beni düşündürüyordu: Böyle bir durumda nasıl olur da bu kadar soğukkanlı kalabiliyorlardı? Şaşırtıcıydı. Gözlerimi açmaya çabalarken bedenimdeki hafif sarsıntıyı hissettim; ama her ne olursa olsun, etrafımda her şeyin bir kontrol mekanizması içinde ilerlediğini bilmek, garip bir güvenlik duygusu veriyordu bana. Ya da belki de öyle hissetmek istiyordum.
Alexie’nin elleri, nazik ama sağlam bir şekilde beni atın sırtından indirirken, titrememle birlikte biraz daha sertleşti. O an, bedenim ne kadar savunmasızsa, o kadar da güvende hissetmeye başlamıştım. Duyduğum tek ses, ayaklarımızın ahşap döşemeye vurduğu yankılı tıklamalardı; arkamda yankılanan, yukarı doğru kıvrılarak çıkan merdivenlerin hafif gıcırtısı bu sessizliğe eşlik ediyordu.
Kadının sesini duydum. Endişeyle, Tanrı’ya yakarıyor, oğullarına akıl diliyordu. Kadının o telaşlı sesi, sanki benim varlığımın, hayatımın ne kadar büyük bir sorun olduğunu ima ediyordu. Yavaşça, bir başka ses daha geldi. Kapılar açıldığında, Alexie beni bıraktı, yüz üstü yatağa yerleştirdi. Geriye sadece kadın sesleri kalmıştı. Aralarında mırıldanarak, elbiselerimi çıkarmaya başladılar. Utanç duygusu bir anda içimi sardı, ancak bunu dışarıya vurmam imkansızdı. İnsanlar, kanlarının uğultulu sesi ve güzel sıcak tenleri. Açtım ama dayanabilirdim. Vücudumun soğuk yüzeyiyle teması, beni daha da savunmasız hale getiriyordu. İçimde bir korku vardı; bedenim üzerindeki bu yabancı eller, bir yabancı gibi hissettiriyordu, ama aynı zamanda, hiç tanımadığım bu ellerin bana ne kadar dikkatle dokunduğunu da fark ediyordum.
Başımda üç kadın vardı. elleriyle titrek bir şekilde elbisemin düğmelerini çözüp, kumaşları nazikçe çıkarmaya başladılar. Vücudumun mahremiyetini hissettiğim her an, içimi bir utanç kaplıyordu. Gözlerimi sıkıca kapattım, karanlığın beni tamamen yutmasını istedim. Ama karanlık bile bana kaybolmayı vaat edemedi. Ardından kapı açıldı ve kaba bir yürüyüş eşliğinde ot ve ilaç kokan bir adam içeri girdi. Yüzümü buruşturdum.
Tanrı’ya yakaran kadın, “Efendi, oğullarım onu bulmuş ve evimize getirmiş. Sırtında oklar var...” dedi devamını getiremeyerek. Doktor olduğunu anladığım adam onaylayıcı bir ses çıkardı. Ardından çantasını sehpaya bıraktığını ve içini karıştırmaya başladığını hissettim. Elindeki eşyaların metalik sesleri, odanın sessizliğini delerek bir tür tını oluşturuyordu. Sadece içimdeki sızıların artmasıyla, derinleşen bir huzursuzluk vardı. Zihnimde, her bir hareketin ne kadar acı vereceğini düşünürken, bedenimdeki hissizlik ise bir yandan devam ediyordu.
Dakikalar, sanki sonsuzluk gibi ağır ağır geçti. Zaman adeta donmuştu; her hareketin, her dokunuşun yarattığı etkiyi keskin bir acıyla hissediyordum. Ellerim hâlâ titriyordu, bedenim ise sessiz bir ölümün kıyısında, çaresizce çırpınıyordu. Sırtımdaki okların derinliği, acıyı keskinleştirmiyor olsa da, varlığı sürekli bir hatırlatmaydı; bedenimin her bir zerresine sinmiş, içten içe kemiren bir sızı.