2. BÖLÜM MUTLU SON ZAMANLAR 4/2

1863 Words
Başımı salladım. “Söz veriyorum,” dedim. Kelimeler ağzımdan kolayca çıkmıştı, ama içimde bir huzursuzluk dolaşıyordu. Annem haklıydı; bu iş gerçekten tehlikeliydi. Ama Sara’yı bulmak için her şeyi göze almaya hazırdım. Verdiğim söz… yalnızca yüzeydeydi. İçimden yalan söylediğimi biliyordum. Sırf onun içini rahatlatmak için. Annem bir süre daha bana baktı, sonra yavaşça cebine uzandı. Küçük, siyah deri kaplı bir not defteri çıkardı. “Bunlar,” dedi, sesi temkinliydi, “son bulduğumuz cesetlerle ilgili bazı bilgiler. Polis dosyasından değil, kendi gözlemlerim. Resmi değil ama işe yarayabilir.” Defteri bana uzattı. Parmakları bir an duraksadı, sanki o defteri bana vermek bir eşiği geçmek gibiydi. Aldım. Avuçlarımda onu tuttuğumda içimdeki sorumluluk daha da ağırlaştı. “Dikkatli ol, Mary,” diye ekledi. “Kendini hiçbir şekilde tehlikeye atmayacaksın” Sayfaları hızla çevirdim. El yazısı tanıdıktı. Annemin düzgün, ölçülü notları... çizimler, tarih notları, yer isimleri. Sanki elimde tuttuğum şey sadece bir defter değil, bir gizemin kırılma noktasıydı. “Teşekkür ederim,” dedim. Gözlerini yakaladım. Bu kez, orada bir umut aradım. “Sara’yı bulacağız. Ona ne olduğunu öğreneceğim. Yardımına ihtiyacım var anne. Bu kez sana ihtiyacım var. Böylece... sana da faydam dokunabilir.” Annemin yüzündeki sertlik biraz yumuşadı. Gözlerinde ince bir umut ışığı belirdi. O hep sakladığı, kaybettiğini sandığı duygulardan bir parıltı. “Umarım,” dedi yavaşça. Dudaklarının arasından çıkan kelime, bir duanın gölgesiydi. “Umarım, Mary.” O akşam, annemin yorgun, dalgın bakışlarını ardımda bırakıp odama çekildim. Kapıyı sessizce kapattım; dışarının uğultusu, evin içindeki ağır sessizlikle birleşiyordu. Küçük masama oturdum, önümde açılmış not defteri vardı. Sayfaları bir bir inceledim; kurbanların bulunduğu noktalar, olay yerlerinde saptanan ufak tefek ipuçları, garip ayrıntılar... Her not, her çizim, kafamda yankılanıyordu. Bu bilgiler, belki de Sara’nın izini bulmamız için ilk kıvılcım olabilirdi. Fakat içimdeki en büyük soru işareti, bu kadar çok ceset bulunmasına rağmen Sara’ya dair tek bir ipucunun bile olmamasıydı. Bu eksiklik, beni hem korkutuyor hem de daha da kararlı kılıyordu. Gece ilerledikçe düşüncelerim gittikçe derinleşti. Sabah olduğunda annemin sözlerini aklımda tekrar ettim. Ona rağmen, ben kendi gizli soruşturmamı yürütecektim. İlk kez değil; tehlikeyle daha önce de yüzleşmiştim ama bu sefer bambaşka bir durum vardı. Bu kez, kaybettiğim kardeşimi bulmak için her şeyi göze almaya hazırdım. Okulun açılmasına sadece birkaç gün kalmıştı ve bu süre zarfında elimdeki bilgileri en verimli şekilde kullanmalıydım. Sara’nın kaybolduğu günü defalarca yeniden gözden geçirecek, o anlarda gözden kaçırdığım detayları arayacaktım. Ayrıca, kasabada yaşanan diğer kayıp vakalarını da derinlemesine incelemeye karar verdim. Belki bir bağlantı yakalayabilirdim. Ertesi sabah, güneşin ilk ışıkları hafifçe perdeden içeri süzülürken sessizce kalktım. Annem hâlâ uykudaydı, ben ise planımı sessizce hayata geçirmek için hazırdım. Sara’nın kaybolduğu yerin yakınlarındaki ormana doğru yöneldim. Adımlarımı dikkatle attım, her köşeyi, her yaprağın altını gözlerimle taradım. Bu belki yüzüncü gelişimdi oraya ama umudum tazeydi. Gözden kaçırdığım bir şeyler olmalıydı; gözlerimle yakalayamadığım, kalbimin fısıldadığı küçük bir işaret. Sadece umuttan ibaretti belki ama yine de içimde büyüyordu. Rüzgar hafifçe esiyordu, yapraklar hışırdıyor, toprak nemli kokusunu yayıyordu. Her nefeste Sara’yı arar gibi... Yine de bulamıyordum. Ama vazgeçemiyordum da. Ormanın derinliklerine doğru ilerledikçe, garip bir his içimi kapladı. Sanki bir şey ya da biri beni izliyormuş gibi. Ama gerginliğimi bastırarak araştırmaya devam ettim. Her adımda, Sara’ya bir adım daha yaklaşıyormuş gibi hissettim. Aslında kırık şemsiyesinin ve kırmızı ceketinin bulunduğu yere. O an, yalnız olmadığımı anladım. Soğuk bir nefes hissetmiştim. İzleniyordum. Bir kişiydi. Kokusu tanıdık değildi. Çevremi hızlıca taradım. Yerini saptamak kolaydı. Hızla koşup ağaç dallarının üzerine sıçradım. Kollarımın gücüyle kendimi ağaç dallarına çıkararak, izleyicimi bulmaya çalıştım. Gözlerim ormanın derinliklerini tararken, sonunda onu gördüm. Bir adam, yüzü kısmen gölgelenmiş, ama gözleri pür dikkat üzerimdeydi. Yavaşça ona yaklaştım, ağaç dallarının sessizliğinde hareket ederken her adımımı dikkatle atıyordum. Ancak birden yok oldu. Geri yere indim ve yeniden onu bulmaya çalıştım. “Hey!” diye bağırdım. “Neredesin? Çık karşıma korkak.” Aldığım tek cevap sessizlikti. Her kimse yakalayamadan kaçmıştı. Frost’un kuzey kesimine kadar koştum; ayaklarımın her vuruşu toprakta yankılanıyordu. Tüm sahil şeridini didik didik ettim, gözlerim her köşede iz arıyordu. Kokusunun hala taze olduğu bölgelerde durup nefesimi tuttum, o anın sessizliğinde varlığını hissetmeye çalıştım. Onu bulmam gerekiyordu; zaman acımasızca daralıyordu üzerimde. Denizden gelen tuzlu esintiler, taze kanın keskin kokusunu bastırmaya çalışsa da, doğuştan gelen iz sürme yeteneğim beni yanıltmazdı. Kayalıkların arasından geçerken yosunlarla kaplı patikayı izledim. Ayak izleri, kırık dallar—bütün bunlar onun buradan geçtiğine dair işaretlerdi. Ama dikkatliydim; o bana yanlış izler bırakıyordu. Kendi kokusuyla yolumu saptırmaya çalışıyordu, beni başka yöne çekiyordu. İçimde büyüyen huzursuzluk, her adımda biraz daha tırmanıyordu. Gökyüzü giderek kararıyor, gri bulutlar kasvetli bir örtü gibi yukarıyı kaplıyordu. Fırtına öncesi o ürkütücü sessizlik her yanı sarmıştı. Adımlarımı hızlandırdım, kalbim göğsümde ritmini yükseltiyordu. Zihnim bir tek şeyi tekrar ediyordu: İç güdülerim alarmdaydı, dikkatli olmalıydım. Rüzgar sertçe ağaç dallarını savuruyor, ortamdaki gerilim sanki elle tutulur bir hâl alıyordu. İzlerin peşinden gittikçe kararlılığım daha da büyüyordu. Burada, bu doğanın içine gömülmüş küçük patikada bir ipucu bulmak zorundaydım. Sara’nın kayboluşuyla ilgili tek umudum buydu. Patika ansızın bir uçurumun kenarına çıktı. Aşağıda dalgalar, kayalara acımasızca çarpıyor; deniz vahşi ve öfkeli bir hiddetle köpürüyordu. İşte burada durmuş olmalıydı. Belki burada, kayalıkların arasında gizlenmiş bir iz, bir işaret vardı. Ama içimdeki tedirginlik, karanlığın içine yayılan bir korku gibiydi. Burası bir tuzak mıydı? Peşindeki adam, beni buraya çekip bir kapana mı kıstırmıştı? Tetikteydim, ama etraf sessizdi. Hiçbir canlı koku vermiyor, hareket yoktu. Bir an durup etrafımı dikkatle taradım. Uzakta, karanlığın içinde kıpırtı yoktu. Gözlerimi kısarak iyice dikkat kesildim; gölgeler arasında bir insan silueti aradım ama hiçbir şey göremedim. O—kim ya da neyse—benden daha hızlıydı. İzini kaybettirmişti. Rüzgar, ayak seslerimi yutarken dalgaların amansız çarpışması kulağımda çınlıyordu. Rüzgarlı orman, dalgalı okyanus ve bulutlarla kaplanmış gökyüzü dışında, etrafta hiçbir şey yoktu. Ellerimi sıkıca yumruk yaptım; parmak uçlarımın bastırdığı deride kan dolaşımı azalmıştı. Derin bir nefes çektim, ciğerlerime dolan tuzlu, ferahlatıcı ama keskin okyanus kokusunu kazıdım aklımdan. Kendimi toparlayarak ileriye doğru sıçradım, Frost’un merkezine doğru birkaç kilometre boyunca durmadan koştum. Ama karşılaştığım tek şey... sessizlikti. Boşluk. Hiçbir şey yoktu. Aylardır bir ipucu bile bulamamıştım. Kalbim boğazımı sıkıyormuş gibi atıyor, nabzım boynumda zonkluyordu. Göğsüm sanki bir sandığın kapağı gibi zorlanıyordu, sınırlarıma yaklaşmıştım. Ama durmak, pes etmek hiç yoktu. İç güdülerim beni daha da hızlanmaya zorluyordu; yorgunluğumun, acımın hiçbir önemi yoktu. Frost’un çevresinde defalarca dönmüştüm. Ayaklarım, soğuk zemine her basışında toprağa kök salmak ister gibi ağırlaşsa da, zihnimde dönen düşünceleri susturmak için harekete tutunmaya çalışıyordum. Yedinci turda, keskin bir ani dokunuş tüm ritmimi bozdu. Ne olduğunu anlamama fırsat kalmadan, bir çift güçlü kol beni belimden yakalayıp kendi ekseni etrafında döndürerek durdurdu. Sarsıntı öyle şiddetliydi ki, ayaklarımızın altındaki toprağı kazıyarak iki metrelik bir hendek açtığımıza yemin edebilirdim. O beni göğsüne bastırırken, bedeniyle arkamda kalan birkaç ağaca sırtını dönüp, onları adeta birer oyuncak gibi devirdi. Kuru dallar çatırdayarak kırıldı, ağaç gövdeleri gürültüyle yere yığıldı. Her şey birkaç saniye içinde olmuştu ama benim için zaman aniden yavaşlamıştı. Çam pürünü andıran keskin, ama garip biçimde tanıdık bir koku burnuma doldu. Nemli yapraklar, çiğ düşmüş çimen ve gölgede kalan taşların soğuk kokusu… Orman gibi kokuyordu. Tobias’tı bu. Nefesim düzensizdi; hem korku hem de fark edemediğim bir beklentinin iç içe geçmiş çarpıntısı göğsümde çırpınıyordu. Onun kolları hâlâ etrafımda, bedeni buz gibi ama sıkı ve güvenliydi. Onu itmedim. İçgüdüsel olarak bir süre kımıldamadım bile. Yüzüme eğildi. Sesi, dudaklarımdan değil de kalbimin en ıssız köşesinden gelmiş gibiydi. “Ne halt yapmaya çalışıyorsun?!” diye fısıldadı. Sesinde öfke değil, çıplak bir korku vardı. Derin, bastırılmış ve neredeyse kırılmış bir korku. “Kendini ifşa mı etmek istiyorsun?” Başımı kaldırdım. Göz göze geldik. Onun gözbebeklerinde kendimi gördüm—soğuk, silik, kırık bir yansıma. O gözler eskiden sıcaktı. Şimdi yeşilin içinde boğulmuş bir boşluk vardı. O sırada fark ettim, titriyordum. Ama sadece soğuktan değildi bu. Tobias’ın bedeninden yayılan soğukluk, kalbimde kıvılcımlar yaratıyordu. Onun kokusu; ısınan taş, fırtına öncesi hava ve unutulmuş bir yazın gölgesi gibi üzerime sinmişti. Tobias beni daha da kendine bastırdı. Parmakları sırtımda kenetlendi. Çarpan kalbimi duyabiliyordu, biliyordum. Ama belki de kendi kalbinin çarpmadığını fark etmek daha çok canımı yakıyordu. Ona baktım. Uzun uzun. Gözlerimin içinden bakmaya çalıştım. “Ben sadece biraz özgür hissetmek istemiştim,” demek istedim ama yutkundum. Sadece baktım. Ve Tobias, bakışlarımda ne olduğunu gördü. Ama bir şey söylemedi. Sadece sarılışını gevşetmedi. O orman gibi kokuyordu. Ama içinde ormanın huzuru yoktu. Sadece fırtınası vardı. “Biri vardı,” dedim. Sesim, içimde kopan fırtınanın aksine tuhaf bir sakinlik taşıyordu. “Sara’yla ilgili olabilir diye düşündüm. İzini sürdüm... ama kaybettim.” Sözlerim havada asılı kaldı. Ormanın içinde yankılanmayan bir sessizlik gibi. Tobias, bana baktı. Yüz ifadesi değişmedi; buzdan oyulmuş gibi donuktu. O kadar kararlı, o kadar kendinden emindi ki... bu beni her zaman rahatsız etmişti. Sanki dünyada hiçbir şey onu şaşırtamaz, hiçbir duygu sarsamazdı. Sonra, güçlü ellerini yavaşça omuzlarıma koydu. Yüzünü bana eğdi, gözleri gözlerime değdi. “Hayatını riske atmaktan vazgeçmelisin,” dedi kısık bir sesle. Rüzgarın ağaç dalları arasında süzülen uğultusuna karışan bir tınıyla konuşuyordu. “Kaderini sen yönetmiyorsun, Maryinn. Bu suçluluk hissinden vazgeçmelisin. Tek başına hareket etmeye devam edersen, sadece kendini daha çok tehlikeye atarsın. Evet, ölümsüz olabilirsin… ama senden daha da güçlüleri var. Ve eğer seni öldürseydi…” Sözlerini tamamlayamadan araya girdim, içimde yükselen öfke dudaklarımdan patladı. “Başımın çaresine bakabilirim!” diye haykırdım. “Sadece kendimi riske atıyorum, Tobias! Sara benim kardeşim. Eğer şimdi harekete geçmezsem, onu asla bulamam. Polis hiçbir şey yapamadı. Annem benden sırlar saklıyor. Ve sen… sen sadece bedenimi istiyorsun. Tek yaptığımız seks!” O an Tobias’ın yüzü karardı. Çenesi kilitlendi, göz bebekleri kısılıp küçüldü. Ama bu öfke değildi. Bu, bastırılmış bir sarsıntının izleriydi. Gözlerinde beliren derin dalgalanmayı hissettim. Endişe… belki de pişmanlık. Ama hiçbir duygu, onun gibi biri için yeterince güvenli değildi. “Bu senin kararın değil,” dedi, sesi hâlâ buz gibiydi ama bir çatlak vardı içinde. “Sara’yı bulmaya çalışıyorsun, ama hiçbir fikrin yok. Kiminle uğraştığını bilmiyorsun. Ben bile hiçbir şey bulamazken, sen bu hiçliğin ortasında savruluyorsun.” Sözleri damarlarıma bıçak gibi saplandı. “Bana ne olduğunu anlat o zaman!” dedim, sesim yükseldi. “Ben de bir parçasıyım bu işin! Suçlu olan benim, Tobias! Bunu neden anlamıyorsun?!” Onu ittirdim, bir adım geri çekildim. Ayaklarım ormanın toprağına batarken soğuk içime sızdı. “Kimse beni anlamıyor. Ne ölüler, ne diriler. Sara’yı bulmalıyım. Eğer diriyse... ondan mutlusu olmayacağım. Ama eğer ölüyse, yemin ederim—intikam için yapamayacağım hiçbir şey yok.” Aramızda ağır bir sessizlik oluştu. Sadece rüzgarın uğultusu ve dalların birbirine sürtünme sesi duyuluyordu. Tobias, birkaç saniye boyunca kıpırdamadı. Sonra bakışları yavaşça bana döndü. Gözlerinde artık o katı donukluk yoktu. Sanki gözlerimin içine değil, kalbimin en derinine bakıyordu. “İz yok. Kanıt yok. Ceset yok,” dedi alçak bir sesle. “Akıl yürütelim, Maryinn.” Derin bir nefes aldı, omuzları ağır bir yükü taşıyormuş gibi çöktü. Kollarını gövdesinde birleştirdi. “Ya kusursuz bir kayboluş... ya da cinayet. Ya da—bizden biri.” İçimde bir şey irkildi. Hızla nefes aldım. Gözlerimi kaçırmadım. “Üçüncü seçeneği asla göz ardı etmedim,” diye mırıldandım. “Siz sadece kan istiyorsunuz. Et ya da kemik değil...” Tobias’ın gözlerinde bir kıvılcım çaktı. “Kan...” dedim. O an gözlerinde kısa ama şiddetli bir kırmızı parıltı belirdi. İnkâr etmedi. Sessiz kaldı. “Olay yerinde kan vardı, evet, ama sadece burun kanaması kadar… Öldürecek kadar değil. Fazlası yoktu.” “Peki ya cesetler?” dedi Tobias, gözlerini sabitleyerek. “Diğer kayıp gençler. Her biri, boyunları kırılmış ve kanları son damlasına kadar çekilmiş şekilde bulundu.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD