12. BÖLÜM SICAK 3/2

1858 Words
Kilise avlusuna adım attığım anda, zamanın yavaşça dövüp şekillendirdiği eski taşların arasından yükselen rutubetli toprak kokusu bir dalga gibi burnuma çarptı. Her taş, her çatlak, yılların biriktirdiği sessizlikle konuşuyordu sanki. Yağmurun yıkadığı yosunların kaygan yüzeyinde, geçmişin gölgeleri dolaşıyordu. Gök karaydı; bulutlar, zamanın bu unutulmuş köşesini kucaklayan kalın bir örtü gibi sarkıyordu. Avlunun içindeki hava ilk başta taze gibi görünse de, bu tazelik doğadan değil, ölümün sessizliğinden doğan bir serinlikti. Bu soğuk, tenimin altına sızıyor, damarlarımda ağır ağır dolaşan bir hatıra gibi üşütüyordu beni. Yüzyıllardır ölülerin toprağa karıştığı bu kutsal yerde, yaşamın kıvılcımı bile varlığını temkinli bir şekilde sürdürüyordu. Kuşlar susmuştu. Ağaçlar, rüzgârla birlikte bir şeyler fısıldar gibiydi—bir dua, bir sır, belki de bir uyarı. Ama son iki gündür Isabel ile dikkatimi iyice dağıtmış, yaklaşan tehlikeyi fark edememiştim. Tam o anda, havanın içinde keskin bir koku fark ettim—metalimsi, yoğun ve iştah açıcı. Biri yeni avlanmıştı Taze değil, ama hâlâ varlığını duyuracak kadar canlı bir kokuydu. Belli ki av yaşlıca biriydi. İçgüdülerim alarm vermeye başladı. Burada yalnız olmadığımı, beni izleyen bir çift gözün gölgeler arasında var olduğunu hissettim. Gözle görülmeyen ama varlığı hissedilen bir başka nefes, ayak seslerimin yankısına karışıyordu. Onu aramak için doğru yere geldiğimi biliyordum. İmgeler daha önceden bana görünmeye başlamıştı ama oyun oynamayı severdi. Yüzümü yavaşça çevirip mezar taşlarının ardındaki karanlığa baktım. Kim ya da ne olduğu bilinmez bir siluet, sessizliğin ardında nefes alıyordu. Kilisenin duvarları birden daha yüksek, daha soğuk ve daha tehditkâr görünmeye başladı. Sanki bu yer, yalnızca ölülerin değil, geçmişin hayaletlerinin de evi olmuştu. Geçmişim beni asla rahat bırakmayacaktı. Kollarımı göğsümün üzerinde birleştirdim. Yavaşça ilerledim. Mezar taşlarının gölgeleri uzayıp bükülüyordu. Gecenin sessizliğini yalnızca rüzgarın kuru yapraklarla oynayan sesi ve ayakkabılarımın ıslak toprağa bastığında çıkan derin tını bozuyordu. St. Pancras, yıllar içinde birçok sırrı yutmuştu. Sığınaklar, yasaklı ayinler, kaybolmuş lanetler… ama bu geceki sessizlik, geçmişin bile üzerine örtülmüş bir tül gibiydi. Çok sessizdi. Tanıdık olan kokusu ciğerlerime doldururken, dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım. Eski mezar taşının önünde durdum. Parmağımı üzerine kan sıçramış mermere sürttüm. Papazın hayat çekilmiş ölü bedenini görmem uzun zaman almadı. Bir çift sarı göz, benim yeşil gözlerimle kesişti. Sarıydılar, neredeyse altın gibi ama içinde güneşten eser yoktu. “Leonard.” Adını söylemem ile birlikte bitişik duran belli belirsiz gördüğüm soluk dudakları kıvrıldı. Pelerinli figür ağır adımlarla yaklaştı. Ay ışığıyla aydınlanan yüzü hâlâ büyüleyiciydi ama ölü bir büyüydü bu; zamanla donmuş, duygularla yıpranmış bir maske gibi. Gözleri—bir zamanlar bana hayranlıkla bakan o gözler—şimdi buz gibiydi. Öfke, hayal kırıklığı ve hâlâ sönmemiş bir tutku taşıyordu. “Maryinn…” diye fısıldadığında, sesinin taşıdığı o soğuk titreşim, sanki içimin en karanlık köşelerine ince, buz gibi bir hançer sapladı. Nefesim, farkında olmadan göğsümde tutuldu. Üzerinde uzun, siyah bir pelerin vardı; kumaşın ağır, kadifemsi dokusu, hafif bir rüzgârda bile kımıldamadan duruyor, adeta çevresindeki havayı da sindiriyordu. Ay, bulutların ardına çekildiğinde yüzü tamamen gölgelerin içine gömüldü; ama sesini tanımamam imkânsızdı. O tanıdık, ürpertici tını… Leonard Solvain. Gözleri, sarımsı altın tonlarıyla gecenin loşluğunda bile parlıyordu; fakat bu altın, sıcak bir güneşin ışıltısını taşımıyordu. Daha çok, derinlerde saklı, donmuş bir parıltıydı bu—ışıksız, soğuk ve içine gömülmüş. Sanki o bakışlarda, geri dönülmez bir umutsuzluk yankılanıyor, tüm sıcaklığı yutuyordu. Parmakları yavaşça pelerinin baş kısmına uzandı. Kumaşın hafifçe sürtünerek çıkardığı fısıltı, gece sessizliğini böldü. Pelerini başından sıyırdığında, ensesine gevşekçe bağlanmış beyaz saçları açığa çıktı. Her bir tel, ay ışığını yakalayarak ince ince parladı; fakat bu parlaklık, aydınlatan değil, soğukluğu hatırlatan bir ışıktı—tıpkı bulutların ardında beliren bir ayın keskin, uzak ışığı gibi. Saçları, derin bir beyazlığın içinde kaybolmuştu; sabahın sisli saatlerinde ufka değen ilk ışıklar gibi, soluk ama inatçı bir parlama taşıyordu. Rüzgâr, ona dokunmayı reddeder gibi, saçlarının kenarında tereddütle dolaştı. Yüzü… insani sıcaklıktan tamamen yoksundu. Dokunulmamış, lekesiz bir mermer gibi; ne bir çizik ne bir iz… Sanki Tanrı’nın ellerinden çıkmış ama içine hiçbir ruh üflenmemiş bir heykeldi. Ay ışığı, solgun teninin üzerinde titrek bir gümüş perde gibi yayılıyor, bu cansız güzelliğe hem büyü hem de tehdit katıyordu. O an, bu yüzün güzelliği kadar tehlikeli olduğunu da biliyordum. Kaşlarımın altında bakışlarımı keskinleştirdim. Yumruklarım, istemsizce sımsıkı kenetlendi. İçimdeki öfke, soğuğun arasından kendine yer açmaya çalışıyordu. Leonard’ın orada, karşımda durması bile beni çıldırtmaya yetmişti. Papazın bedeni kan gölünün tam ortasında yatıyordu. Yer yer koyu renkli pıhtılar, taşların arasına sızmış ince akıntılar hâlinde ilerliyor; kan, toprakla buluştuğunda metalik kokusunu daha da ağırlaştırıyordu. Ama bu vahşetin ortasında, onun bedeninde tek bir damla kan dahi yoktu. Elbiseleri temizdi, dudaklarında kırmızıya çalan ince bir iz dışında hiçbir şey yoktu. O da, taze bir iz gibi değil, sanki bilinçli olarak silinmemiş bir anı gibi kalmıştı orada. İçinde ki soğukluk; sadece tenine değil, ruhuna işlemiş bir donukluktu. Her wampir de olanın dışında Leonard daha soğuktu. Gözlerinin ardında yanıp sönen bir ışık yoktu, duygudan eser yoktu — yalnızca boşluk. Sanki hiç güneş ışığına dokunmamıştı. Hayatı boyunca hep gölgelerde yaşamış, birine göre parlak bir görünüşe sahipti. Babam gibi onunda babası Solani Consortium'un en güçlü müridinin oğluydu. “Maryinn,” diye tekrarladı, bu kez sesi daha derin, daha karanlık. “Uzun zaman oldu.” “Seni görmek şaşırtıcı,” dedim, kısık ama sabit bir sesle. “Gerçi, en son ki görüşmemizde başını kafandan ayırmaya çalışmıştım.” Leonard başını hafifçe eğdi. Dudakları bir gülümsemeye benzer bir kıpırtıyla kıvrıldı ama bu sıcak bir gülümseme değildi. Daha çok, bir ölüm meleğinin yüzündeki merhametsiz tebessümdü. “Küçük bir kavgaydı.” dedi. “Büyütülecek bir şey değildi. Değil mi sevgilim?” “Ayrıldığımızı sana hatırlatmalı mıyım?” dedim, göz ucuyla ölü papaza bakarken. “Yıllar oldu. Yaklaşık iki asır önce.” Adımlarım beni ona yaklaştırırken, içimde birden bire eski bir şey uyandı — hem arzu, hem öfke. Leonard, hâlâ güzeldi. Ama bu güzellik artık çiçek açan bir şey değil, solmuş bir hatıranın zarafetiydi. Mide bulandırıcı bir çürümüşlüğün olduğu bir hatıra. “Buraya beni öldürmeye mi geldin?” diye fısıldadım. “Yoksa basit bir ziyaret mi?” “Seni bulmam zor oldu.” Rus İmparatorluğu, Osmanlı ve sonunda Avrupa seni İngiltere de bulmak şaşırtıcı olurdu. Beni seni daha güneyde olursun diye sanıyordum-“ “Neden?” diye sordum, sözünü keserek. “Neden beni arıyordun?” Leonard’ın gözleri hafifçe kısıldı, yüzünde belirsiz bir gölge belirdi. Gecenin içinden yankılanan sessizlik, bir anlığına kulakları tırmalayan bir uğultuya dönüştü; sanki çevremizdeki dünya bile cevabını merak ediyordu. Soğuk bir rüzgar, mezar taşlarının arasından süzülerek üzerimizden geçti. “Çünkü,” dedi Leonard, kelimeleri bir bıçak gibi yavaşça seçerek, “Baban, Hugolin Soren Cassian senin için bir av başlatmaya niyetli. Solani Consortium’da bu ava onay vermek sabırsızlanıyor. Sabrı pek fazla kalmadı.” O an, her şey bir anda durdu. Kalbim bir anlığına atmayı unuttu sanki. Onun ağzından dökülen bu sözler, yılların sessizliğini, öfkesini ve inkârını bir anda delip geçmişti. Kaşlarımı çattım, başımı yana eğdim. Şüphe, öfke ve merak aynı anda kabardı içimde. Ailemi terk etmem, Sancta Custos’un peşimde olması, üzerine de Solani Consortium’da kelle avı başlatacak olması... “Sancta Custos zaten benim için bir kelle avı başlattı.” dedim. “Solani Consortium’un başlattığı avında üstesinden gelebilirim.” Leonard birkaç adım daha attı. Artık aramızda sadece bir adım mesafe vardı. Elini yavaşça kaldırdı; dokunmadı ama sanki havayı okşar gibi parmaklarını bana doğru uzattı. Parmakları havada asılı kaldı, aramızdaki görünmez duvara çarpar gibi. Elinin titrek hareketinde bastırılmış bir özlem, ama aynı zamanda içinden kopup gelen bir tereddüt vardı. Gözlerime bakıyordu; hâlâ o altınsı sarı gözler, bir zamanlar beni delicesine izleyen aynı gözlerdi bunlar. Her şey, eski bir alışkanlığın hayaleti gibiydi—dokunmaya cesaret edemeyen ama hala özleyen bir elin titrek çağrısı. Tiksinerek yüzüne dik dik baktım. Gözlerimi onun yüzünde gezdirirken, zamanın dokunamadığı güzelliği beni artık büyülemiyordu; aksine, iğreti bir kabuk gibi üstünde duruyordu. Güzelliğin bile çürüyebildiğini, Leonard’ın suretinde öğrenmiştim. İçimden bir fısıltı geçti—acı, öfke ve inkârla karışık bir şeydi bu: Keşke gerçekten ölmüş olsaydın. Ama bunu dile dökmedim. Çünkü artık hiçbir kelime, ondan duyduklarım kadar yaralayıcı olamazdı. “Baban seni öldürmeye niyetli değil...” dedi fısıltıyla, gözlerini gözlerime kilitleyerek. “Annen Vanessa, seni bulmak istiyor. Bilirsin anneler çocuklarına düşkündür. İşlediğin suçlar bir bir gün yüzüne çıkarken, Vanessa başını saha fazla belaya sokmamanı umuyor. Bu yüzden baban seni bulmak için av başlatacak.” İçimde bir titreme oldu. Annem... O kelime, Leonard’ın dudaklarından döküldüğünde, yıllarca gömdüğüm acı bir anı gibi üzerime çöktü. Annemi özlemiştim. “Bu kimseyi ilgilendirmez.” dedim, neredeyse hırıltıya dönüşen bir sesle. Leonard başını hafifçe eğdi. “Sancta Custos seni ele geçirirse, Solani Consortium’u mumla arayacaksın gibi görünüyor. Çünkü tüm Kutsal Gözcüleri -avcıları- öldürdün. Ancak Sancta Custos Tarikatı sandığımızdan güçlü en az Solani Consortium Cemiyeti kadar... Bu iki büyük gücü peşine takacak kadar çok suç işledin Maryinn. Son suçunsa bir klan kurmak... İngiliz kızı anlarım ama Ruslar mı? Gerçekten mi? Hem de iki tane...” Sözleri soğuk havayı yarıp geçti. Damarlarımda buz gibi bir akıntı dolaştı. Gözbebeklerim küçüldü. Dudaklarım aralandı ama kelime çıkmadı. Çünkü içimde çok uzun süredir bastırdığım bir korku vardı: Bunu duymak. “Umurumda değil...” dedim ama sesim yetersizdi. İnanmak için değil, inkâr etmek için söylenmiş bir söz gibiydi. Leonard, sesimin titremesini fark ettiğinde gözlerinde kısa bir pişmanlık ışıldadı. Ama hemen ardından o donukluk geri geldi. “Kurtuluş şansın var,” dedi. “Tehlike yaklaşırken, sana sığınak olabilirim.” Leonard sesini alçalttı, fısıltısı karanlığa karıştı “Bana bir sözün vardı… Bir evlilik sözü.” Ben gözlerimi ondan ayırmadan bir adım geriledim. “Diri diri kazığa oturtulması tercih ederim.” Ona orta parmağımı gösterdim. “O söz benim değil, aileler tarafından verilmişti!” Leonard’ın dudakları bu kez acı bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Tek suçlu benmişim gibi davranma.” Sesi ne öfke doluydu, ne de savunmada—sadece yorgundu. Tıpkı gecenin ağırlığı gibi, kelimeleri de üzerime çöktü. “Beni suçlamak kolay, değil mi? Beni aldatan sendin!” Gözleri dalgalanır gibi oldu; sarının içindeki koyu amber tonlar belirdi bir anlığına. “Solani Consortium’un katedralinde toplu bir seks ayini yapıp, ardından tüm insanları öldürmüştün. Ve beni bir kişiyle değil bir toplulukla aldatmıştın.” Gözlerini küçümsercesine kıstı. “Hem de basit fanilerle. Bu senin ilk skandalındı.” İçimde bir şey—belki de yıllarca bastırdığım öfke—alev aldı. “Sana başında söylemiştim. Sana sadık olmayacaktım.” dedim dişlerimin arasından. “Üzerine bu aramızda ki nişanı bozmak için tek şansımdı. Toplu bir katliam, Solani Cemiyeti içinde bir skandal ve seni aldatmamla o yüzükten anca böyle kurtulabilirdim!” Sesim titremiyordu artık, çünkü öfke soğuğu bastırmıştı. “O benim verdiğim bir söz değildi dedim sana! Cassian ve Solvain aileleri arasında verilen bir anlaşmaydı.” Leonard başını hafifçe eğdi, ifadesinde bir sükûnet vardı ama içinde bastırılmış bir fırtına dolanıyordu. “Tek kurban sen değildin. Seni sevmiştim...” dedi. “Ama şimdi asıl konumuz bu değil…” Yavaşça elini kaldırdı, parmaklarını yüzüme yaklaştırarak çenemin altını hafifçe kavradı. Dokunuşu soğuktu ama ürkütücü bir narinlikle hareket ediyordu; sanki beni kırmaktan korkuyormuş gibi… ya da sadece o eski alışkanlığı tekrar etmek istiyormuş gibi. Sıcak ve soğuğun birleşimi her daim ürperticiydi. “Son zamanlarda uyumak dışında her şeyi yapıyorsun. Sana rüyalarında ulaşmak zor oldu. Eğer bu kiliseyi rüyalarında sana göstermeseydim; burada buluşamazdık bile.” Seviştiğim anlar, yorgunluktan bedenimin çöktüğü her yer, gözlerimi kapattığım o geceler… Hepsi onun için birer kapıydı. Sözleri beynimin kıvrımlarına kazınırken, içimde ince bir kıpırtı, açıklayamadığım bir ürperti dolaştı. O an fark ettim ki Leonard, ben uyuduğum her defasında içeri sızmıştı. Aslında onunla buluşmayı bekliyordum. Bir pusu kurmayı ve öldürmeyi. Bir düşmanım eksilmiş olurdu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD