VE GİTTİ

1169 Words
Bavulun fermuarını açarken ellerim titriyordu. Odaya hâkim olan sessizlik, aslında içimde kopan fırtınanın yankısıydı. Her gömleği katlarken, her eşyayı yerleştirirken kalbim biraz daha sıkışıyordu. Bir bavula sığmayan anılarım vardı, ama ben yine de hepsini ardımda bırakmaya çalışıyordum. Şeyda, odanın köşesinde durmuş bana bakıyordu. Gözlerinden süzülen yaşları silmeye bile çalışmıyordu artık. Her damla, taş zemine düştükçe içimde bir şey daha kırılıyordu. Ama ben gözlerimi ondan kaçırıyordum, yoksa toparlanacak gücüm kalmayacaktı. Onun “seni seviyorum” dediği an zihnimde dönüp duruyordu. Dudaklarından dökülen sözler hâlâ kulaklarımdaydı. Ama kalbimde bir şüphe vardı. Onca zaman susmuş, onca zaman beni bir kenarda bırakmıştı. Şimdi, Gökhan’ın gölgesi hâlâ üzerimizdeyken, bu kelimelere nasıl inanabilirdim? İçimde bir ses sürekli fısıldıyordu: “Belki de hâlâ onu seviyor… belki bana söylediği bu söz, yalnızca pişmanlığın yankısı…” Avuçlarımı sıktım. Çekmeceden bir fotoğraf çıktı—eski bir kare, birlikte çekildiğimiz günlerden kalma. Yüzümde istemsizce bir acı belirdi. Fotoğrafı bavulun içine koyarken içimden bir şeyler sökülür gibi oldu. Başımı kaldırdım. Göz göze gelmemek için çok uğraşmıştım ama artık kaçacak yerim kalmamıştı. Şeyda hâlâ orada, odanın gölgesine saklanmış gibiydi. Omuzları titriyor, gözyaşları dudaklarına değiyordu. O an bana doğru bir adım attı, sonra bir adım daha. Bir anda koşarcasına geldi ve kollarını boynuma sardı. Başını göğsüme yasladı, nefesi kırık bir çığlık gibi titriyordu. “Lütfen gitme…” dedi, sesi boğuk ve çaresizdi. Sanki bütün dünyası benim omuzlarımdaydı. Gözlerimi kapadım. İçimdeki acı kabuğunu çatlatıp kalbime yayıldı. Onu kollarıma almak, kalmasını söylemek istedim. Ama yapamazdım. Çünkü bu duvarların içinde kaldıkça nefes alamıyordum. Onun yüzüne baktığım her seferde, bana söylediği yalanlar aklımda canlanıyordu. Onu affetmeye çalışsam bile, zihnimdeki şüpheler zincirler gibi ayaklarıma dolanıyordu. Parmaklarımı yavaşça onun omuzlarına koydum. Sesim titreyerek çıktı: “Şeyda… gitmem gerekiyor. Bu ayrılık ikimize de iyi gelecek. Burada kalırsam… sana da kendime de daha fazla zarar vereceğim.” Başını kaldırdı, gözleri kırmızı, bakışları yalvaran bir çocuk gibiydi. Dudakları titreyerek açıldı ama kelimeler boğazında kaldı. Ben devam ettim, çünkü eğer susarsam bir daha cesaret edemeyecektim: “Döndüğümde… belki birbirimize bir şans veririz. Eğer hâlâ istersen. Eğer kalbinde ben kalmışsam… o zaman yeniden deneriz. Ama şimdi burada kalamam. Bu ev, bu anılar, bu yük… hepsi beni boğuyor. Gitmezsem, sana ‘seviyorum’ dediğinde bile inanamayacağım. Gitmem, ikimiz için de tek yol.” Kollarımda titredi. İçimdeki yangını görmesini istemezdim ama gözlerimden taşan o kırgınlık, gizlenemiyordu. Onu yavaşça göğsümden ayırdım, ama elleri hâlâ ceketimin koluna tutunmuştu. Parmağıma batmış bir diken gibiydi, bırakmak istiyordum ama acısı bana yaşamı hatırlatıyordu. Yine de, kararlı olmak zorundaydım. “Yarın gidiyorum.” dedim ağır bir nefesle. “Ve… bilmiyorum, ne zaman dönerim. Belki günler, belki aylar. Ama gitmem gerek.” Şeyda’nın gözlerinden süzülen yaşlar gömleğime damlıyordu. Ellerimi yeniden omzuna koydum, bu kez daha yumuşak. Başımı eğip gözlerinin içine baktım. “Ne olur anla…” diye fısıldadım. “Sana inanmak istiyorum. Ama önce kendimi toparlamam lazım. İçimdeki yarayı sarmam lazım. Sonra belki… bize bir şans verirsen oluruz. ben seni sevmekten vazgeçmedim... vazgeçemem. Sen benim beş yıldır sevdiğim ilk ve tek kadınsın" Sustu. Sadece ağladı. Ben ise bavulumu kapattım, içimdeki bütün acıyı onun gözlerinde bırakır gibi. Her şeyimi, kalbimin yarısını orada bırakıp gitmeye hazırlanıyordum. Bavulun fermuarını çektiğimde çıkan o metalik ses, odanın derin sessizliğinde yankılandı. Sanki kalbimin içindeki son bağı da koparıyordu. Bavulun kapağını yavaşça kapatıp kilidini çevirdim. Ellerim titremeyi bırakmıyordu; parmak uçlarımda bir soğukluk, bileklerimde bir ağırlık vardı. Bavulu, sessizce sürükleyerek kapının yanına götürdüm. Kapının pervazına dayanırken, içimdeki yorgunlukla birlikte bir boşluk hissettim. Sanki evin duvarları, eşyalar, hatta hava bile bana “artık gitme vakti” diyordu. Şeyda hâlâ karşımda duruyordu. Gözleri kırmızıya dönmüş, yanaklarında hâlâ kurumamış yaşlar parlıyordu. Dudakları kımıldıyor ama kelimeler dökülmüyordu; ağzının kenarındaki titreme, söyleyemediği cümlelerin ağırlığını ele veriyordu. Yavaşça bana baktı, bakışlarında hem bir sitem hem de tükenmiş bir sevgi vardı. Bir anlık sessizlik… sonra Şeyda derin bir nefes aldı, sanki boğazına oturmuş düğümü yutmaya çalışıyormuş gibi. Sonra, tek kelime etmeden kapıya yöneldi. Adımlarının sesi bile kırılgandı. Kapıya ulaştığında parmakları tokmağı kavradı, ama açmadan önce bir an durdu. Omuzlarının titrediğini, sırtının hafifçe çöktüğünü gördüm. Yavaşça kapıyı açtı; kapının gıcırtısı, odanın boğuk sessizliğinde bir çığlık gibi yankılandı. Bir adım attı, odadan çıkmakla kalmıyor, benden de biraz uzaklaşıyordu sanki. O an dönüp bir kez daha baktı, gözlerinde bir damla yaş daha vardı ama yüzünde artık ne bir söz ne de bir umut kalmıştı. Sadece sessiz bir kabulleniş… Kapı çerçevesine tutunarak derin bir nefes aldı, sonra hiç ses çıkarmadan koridora adım attı ve kapıyı hafifçe çekti. Çekilen kapının ardından, bir uğultu gibi kalan yalnızlığım kalbime doldu. Bir süre öylece ayakta kaldım. Elim, refleksle ceketimin cebine gitmişti, ama ne yapacağımı bilmiyordum. Bavul, kapının dibinde bir yabancı gibi duruyordu. Şeyda’nın kokusu hâlâ odanın içinde asılıydı, nefes aldıkça ciğerlerime doluyordu. Yavaşça yatağın kenarına oturdum. başımı ellerimin arasına aldım. ne yapmam gerekiyordu bilmiyorum ama bildiğim tek bir şey vardı uzaklaşmak ikimize de iyi gelecekti. Özür dilerim gönül yangınım ama zamana ihtiyacımız var.... ****** Şeyda Bahçeye indiğimde kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Gözlerim Cihan’ın adımlarını takip ediyor, kulaklarım duyduğu her sesle titriyordu. Bavulu arabaya bırakmıştı. Birazdan gidecekti. Onu yolcu etmenin ağırlığı, içimde taş gibi oturuyordu. Önce annesiyle vedalaştı. Annesi kollarını ona sardığında gözlerim doldu; sanki yılların yükünü oğluna bırakıyordu. Babası yanına geldi, omzuna elini koydu, gözlerinde gururla hüzün bir aradaydı. Sonra kardeşleri… kız kardeşi ağlıyordu, küçük erkek kardeşi gözyaşlarını saklamaya çalışıyordu. Halası bile yanaklarından öperken elleri titriyordu. Hepsi birer birer Cihan’a sarıldı. Her biri arkasından bir dua, bir temenni, bir sevgi bıraktı. Ben ise köşede duruyor, ellerimi kavuşturmuş, nefes almaya bile korkuyordum. Her veda biraz daha içimi deliyordu. Onu kaybetmenin gölgesi üstüme çökmüştü. Nihayet sıra bana geldiğinde, ayaklarımın altındaki toprak çekiliyormuş gibi hissettim. Cihan, yavaş adımlarla yanıma geldi. Gözlerimi ondan kaçırmak istedim ama yapamadım; bakışları beni mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Önümde durdu, ellerini yüzümün iki yanına koydu. Avuçlarının sıcaklığı, soğumuş yanaklarımı ısıttı. Dudaklarım titredi, söylemek istediğim binlerce şey boğazıma düğümlendi. Gözlerimin içine baktı, derin ve kararlı bir bakışla. Sanki ruhumun en kuytu köşelerine dokunuyordu. Yavaşça eğildi, alnıma uzun bir öpücük kondurdu. Kalbim paramparça oldu. “Geleceğim,” dedi fısıltıya yakın bir sesle. “Geldiğim zamansa her şey daha farklı olacak.” O cümle, içimde hem umut hem de korku bıraktı. Dudaklarımı araladım ama kelimeler boğazıma saplandı. “Gitme” diyemedim, çünkü gitmesi gerektiğini biliyordum. Cihan son kez yüzüme baktı, parmakları hafifçe yanaklarımda gezindi, sonra yavaşça ellerini çekti. Bavulunu aldı, araca doğru yürüdü. Her adımı içimde bir şeyleri koparıyordu. Kapının kapanma sesiyle dizlerim titredi. Araba hareket ettiğinde gözlerim doldu, bakışlarım bulanıklaştı. Yolun kıvrımında arabası kaybolana kadar gözlerimi ayırmadım. Sanki o son bakış, ömrümün en uzun anıydı. Bir süre bahçede öylece kaldım. Rüzgâr saçlarımı savuruyordu ama ben hiçbir şey hissetmiyordum. Sadece içimde büyüyen o boşluk… O gitti, ben kaldım. Sonunda adımlarımı güçlükle içeriye attım. Merdivenleri çıkarken boğazımda koca bir düğüm vardı. Odaya girdiğimde kapıyı kapattım ve kendimi yatağa bıraktım. Gözlerimden yaşlar yağmur gibi aktı. Bir süre hıçkırıklarıma engel olamadım. Yastığa kapanıp ağladım, bütün içimden taşan kırgınlıkla, özlemle, çaresizlikle. “Dön…” diye fısıldadım kendi kendime. “Ne olur dön…” Ama biliyordum, şimdilik sadece sessizlik cevap verecekti. Ve ben, yatağın içinde hıçkıra hıçkıra ağlarken, onun verdiği o sözle teselli bulmaya çalışacaktım: “Geleceğim… ve her şey daha farklı olacak.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD