Sabahın sessizliğinde mutfağın camının önünde durmuş dışarıya bakıyordum. Gökyüzü masmaviydi ama içimde aynı aydınlık yoktu. Gözlerim uykusuzluktan sızlıyordu, gece boyunca düşünmekten gözümü kapatamamıştım. Elimde tuttuğum bardaktaki suya bile elim gitmiyordu. Sanki içsem, boğazımdan geçse içimde bir düğüm daha büyüyecekti.
Kapının açıldığını fark ettiğimde yanımda olduğunu hissettim. Yüzümü çevirdiğimde bana gülümseyen gözlerle bakıyordu. Dudaklarımın ucuna zoraki bir tebessüm kondurdum ama o benden daha iyi anlamıştı içimin gülmediğini.
“Bugün çarşıya gideceğiz,” dedim kısık sesle. “Cihan da gelecek, annesi de… Ben yalnız gitmek istemiyorum, sen de gelir misin benimle?” Cümle dudaklarımdan çıkarken bile tereddütlüydü, sanki bir şey rica ederken utanıyormuşum gibi. Ama onun gözlerindeki sıcaklık içimi rahatlattı.
“Tabii ki gelirim,” dedi. Ellerini karnına koyduğunda gözlerim istemsizce oraya kaydı. Küçücük bir yuvarlaklık vardı artık, gözle görünür. Onun karnında büyüyen hayat bana hem umut veriyor hem de içimde tarifsiz bir boşluk açıyordu.
Sarvan’ın sabah ona tembih ettiğini duyunca biraz suçluluk duydum. Belki de onu bu yorgunluğa ben sürüklüyordum. Ama aynı zamanda yanımda olmasına öyle ihtiyacım vardı ki…
Saat on birde arabayla geldiler. Cihan’ı görünce kalbim hafifçe sıkıştı. O lacivert tişört içinde ne kadar tanıdık, ne kadar uzak görünüyordu bana… Karşılaşmamızda ne sıcaklık vardı ne de buz gibi bir soğukluk. Sanki aramızdaki boşluk gözle görülür, elle tutulur bir şeydi.
Arabaya bindiğimizde annesiyle göz göze gelmekten çekindim. Gülümsemesi kibar, sözleri ölçülüydü. Ama her bakışında bir sorgulama vardı sanki. Hele bana değil de yanımdaki Meryem’e dönüp konuştuğunda, içimde bir kıskançlık değil ama garip bir burukluk hissettim. O kadın bana anne gibi değil, yabancı gibi yaklaşırken, Meryem’le daha ilk anda sıcaklık kurabilmişti.
Çarşıda kumaşlara bakarken kelimelerim boğazıma düğümlendi. İçimden konuşmak gelmiyordu. Düğünüm için seçilen her dantel, her tül bana bir yük gibi görünüyordu. Ama onların ısrarcı bakışlarına “fark etmez” demekten başka bir şey diyemedim.
Meryem’in göz ucuyla beni kolladığını fark ettim birkaç kez. O benim sustuklarımı, belki de kimsenin görmediğini görüyordu. Cihan’ın annesinin fısıltıyla, “Şeyda içine kapanık bir kız gibi geldi bana… Sizinle daha rahat gibi,” dediğini de duydum. Sanki ben yanlarında değilmişim gibi konuşulduğum o an, kalbim biraz daha daraldı.
Takı dükkânında bile altınların parıltısı bana göz kamaştırıcı gelmedi. Ellerim ağırlaştı, kalbim boşaldı. Ama kimseye gösteremedim.
Öğle vakti oturduğumuz çay ocağında Meryem’in yüzündeki huzuru seyrettim. Onunla konuşmak herkes için kolaydı. Benimse cümlelerim, nefesim bile ağırdı. Keşke ben de öyle olabilseydim, diye geçirdim içimden.
Dönüş yolunda elimde küçük bir kutu vardı. İçine koyduğum duvağa dokunup durdum. O tül, benim boğazımda incecik bir düğüm gibiydi. Yanıma sokulup sessizce oturunca ona döndüm. “Bugün iyi ki geldin,” dedim. Sesim çok düşük çıktı ama içimde koca bir minnet vardı. Onun yanında biri olduğumu bilmek… bu boşluğun içinde bana tutunacak bir dal olmuştu.
“Sen de benim yanımdasın hep,” dediğinde gözlerim doldu. Ama ağlamadım bu kez. Çünkü biliyordum, o gözyaşlarımı görse kendini daha da kötü hissedecekti. O an fark ettim ki ben kendi yaralarımdan çok onun karnında taşıdığı bebeği düşünüyordum. O can büyürken, bu dünyanın gölgesini değil, ışığını hissetsin istiyordum.
Ama ne olursa olsun… içimde hâlâ bir korku vardı. Belki de bu düğün alışverişi sadece kumaş ve takı değil, bana taşımaya cesaret edemediğim bir kaderi de yüklemişti.
Cihan arabayı konağın önünde durdurduğunda güneş çoktan batmak üzereydi. İçeride herkes akşam telaşına hazırlanırken dışarısı, yazın o son serinliğini taşıyordu. Meryem yan koltuktan ağır hareketlerle indi, elindeki poşetleri almak isteyen hizmetliye gülümsedi. Cihan kapıyı açıp bana baktığında, gözleri ciddiydi, ama içinde bir bekleyiş vardı. "Şeyda," dedi, "bir iki dakika konuşabilir miyiz seninle?" Gözlerim istemsizce Meryem’e kaydı. O da fark etti duraksadığımı. "Ben içeri geçiyorum," dedi hemen, yüzüme kısacık ama anlayan bir gülümsemeyle. Başımı salladım.
Cihan'ın yanında birkaç adım yürüdüm. Konağın taş duvarına yaslandım, avlu kapısı açıktı ama içeriden gelen sesler uzaktaydı. Aramızda serin bir rüzgâr dolaştı. Cihan ellerini cebine soktu. “Bugün… zor geçti senin için.” Sözleri yargılamaktan çok tespit gibiydi. Bakışları dürüsttü, doğrudan ama nazikti. Başımı yana eğip, birkaç saniye yere baktım. “İstemediğimden değil,” dedim sessizce. “Sadece… kolay değil.” Gözleri gözlerime değdi. Bekliyordu, beni dinliyordu.
“Bu evlilik… böyle olsun istemezdim,” diye fısıldadım. “Ama bazen insanlar istedikleri gibi değil, olması gereken gibi yaşamak zorunda kalıyor.” Sözlerim çıkarken boğazıma düğümler oturdu. İçimde yılların ağırlığı vardı. Gökhan’ın bir gün çıkıp da beni başka bir kadınla evlenmeye razı olması… bana “anlayışlı ol, barış için” demesi… O gün içimde bir şey koptu.
Sevgi, yerini sessizliğe bıraktı. Aşk, yerini öfkeye. Ve artık, Gökhan benim için geçmişti. Cihan bunu bilmiyordu. O, sadece karşısında duran suskun bir kadının niyetini anlamaya çalışıyordu. “Biliyorum,” dedi. “Biliyorum bu kolay değil. İkimiz de istemedik belki, ama buna mecbur kaldık. Ailelerimizin geçmişini değiştiremeyiz. Ama belki geleceği farklı kurabiliriz.” Bir an sustu, gözlerini uzak bir noktaya çevirdi. “Ben seni üzmek istemem, Şeyda. Ne bu yolda ne de evliliğimizde. Sana saygım var. Kalbine, hayatına. İzin verirsen… sana iyi davranmaya, dostun olmaya çalışırım.” Gözlerim doldu.
Gökhan'ın bana "Barış için yaptık biraz anlayışlı ol" dediği günle bu sözler arasında dağlar kadar fark vardı. Cihan bir şey vadetmiyordu, sadece anlayış. Yavaşça başımı salladım. “Teşekkür ederim,” dedim. Sesim inceydi, kırılgan ama içtendi.
“Ben de elimden geleni yaparım.” O an içimde bir huzur oldu. Bu adam, en azından dürüsttü. Kendini pazarlamaya çalışmıyor, bir rol biçmiyordu bana. Dönüp arabanın kapısını kapatırken bir an durdu. "Deneyeceğim," dedi sadece, gözleri tekrar bana döndü.
"Sana iyi gelmeyi… deneyeceğim." O gittikten sonra birkaç dakika daha avlunun önünde durdum. Rüzgâr yüzümü okşadı. İçimde hâlâ bir yerler ağrıyordu, evet. Ama artık o ağrıya iyi gelecek bir iyilik de vardı. Adı belki umut, belki sadece bir huzur. Ama gerçekti.
Cihan’ın ayak sesleri avlunun taşlarında yavaş yavaş uzaklaştığında, ben hâlâ olduğum yerde, duvarın dibinde kalakalmıştım. Gözlerim ufka takılı, nefesim göğsümde sıkışmıştı. İçimde garip bir dinginlik vardı evet, ama aynı zamanda koca bir yorgunluk da taşıyordum. Sanki kalbim iki uç arasında savruluyordu: bir yanda yılların kırıklığı, diğer yanda belki de yeni bir başlangıcın ihtimali.
Derin bir nefes aldım, titreyen ellerimi eteğimin üzerine bastırdım. İçeri girmem gerekiyordu artık. Konağın ağır kapısından geçtiğimde içeride bambaşka bir dünya vardı. Mutfaktan gelen tencere sesleri, kadınların koşuşturması, erkeklerin avluda yüksek sesle konuşmaları… Her şey bildiğim gibi görünüyordu ama ben başka bir haldeydim artık.
Adımlarım beni farkında olmadan sofaya taşıdı. Kapının eşiğinde durduğum anda karşımda onu gördüm: Gökhan. Elinde bir bardak çay vardı, ama dudaklarına götürmeden öylece durmuştu. Göz göze geldiğimizde kalbim sıkıştı. O bakış, yıllarca sığındığım, çocukluğumdan beri arkamda olduğunu bildiğim bakıştı. Ama bugün, artık bambaşka bir şey ifade ediyordu.
O da bana doğru birkaç adım attı. Sessizlik, aramızda ağır bir perde gibi duruyordu. Sonunda ben dayanamayıp konuştum:
“Gökhan… konuşmamız gerek.”
Sesim neredeyse fısıltıydı. Ama o fısıltıda yılların yükü vardı. Başını hafifçe eğdi, çay bardağını bir kenara bıraktı. “Dinliyorum,” dedi, sesi sakindi ama içinde tuhaf bir mesafe vardı.
Bir an boğazımdan kelime çıkmadı. Sonra, içimde biriken her şeyi tutamayarak söyledim:
“Sen o gün… bana ‘barış için, biraz anlayışlı ol’ dediğinde… içimde bir şey koptu, Gökhan. Benim bütün çocukluğum, bütün gençliğim senin yanına, senin gözlerine bakarak geçti. Sen benim için sadece bir dost değildin, bir sırdaş değildin. Kalbimin en derininde sakladığım… sevdamdın.”
Sesim titredi. Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı, ama saklamaya çalışmadım. “Sen bana bakmazsın bilirdim belki, ama yine de umut ederdim. O gün, sen kendi ağzınla başka bir kadını kabul ettiğini söylediğinde… dünyam yıkıldı. Seninle aramızdaki o köprü orada yandı. İçimdeki tüm sevgi, yerini öfkeye bıraktı. Beni değil, barışı seçtin. Ben değil, başka bir hayatı seçtin. Ve ben… ben paramparça oldum.”
Sözlerim bittiğinde nefesim kesilmiş gibiydi. Kalbim göğsümden çıkacak gibi çarpıyordu. Ama asıl darbe, onun dudaklarından dökülen cümleyle geldi.
“Şeyda…” dedi ağır ağır, gözlerini benden kaçırmadan. “Ben seni hep kardeşim gibi gördüm.”
O an sanki biri kalbime bıçak sapladı. Kelimeler kulağıma çarptı, içime değil. Çünkü ben bütün ömrümü, bir kardeşlik değil, bir sevgililik umuduyla beklemiştim. Onun ağzından çıkan bu yalın cümle, yıllardır görmezden geldiğim gerçeği suratımda tokat gibi patlattı.
“Cihan sana iyi gelir belki,” diye devam etti. “O iyi bir adamdır. Seni üzmez, sana sahip çıkar. Benden sana bir şey olmazdı. Hiç olmazsa Aze kurtulur benimle evlenirse. Benim gönlümde yer yok sana, Şeyda.”
Sözleri öyle sakin, öyle kesin çıktı ki… içimdeki son kırıntı da yerle bir oldu. Bir sandalye arkasından çekilmiş gibi sendeledim. Dudaklarım titredi, gözlerim boşluğa daldı.
“Demek…” dedim güçlükle, “ben senin kalbinde hiç olmamışım.”
Gözlerimin içine baktı. Orada ne bir pişmanlık vardı, ne bir acıma. Sadece gerçek. Belki de en çok bu canımı yaktı: Yalan bile söylemedi, beni avutmaya çalışmadı. Yalın bir hakikatti yüzüme vurduğu.
O an anladım ki ben yıllardır kendi hayalimle yaşamışım. Çocukken bana uzattığı bir elin sıcaklığını, genç kızken göz göze geldiğimizde kalbimde çarpan o telaşı, dostça söylediği her sözü… ben yanlış yorumlamışım. O benim için bütün hayatım olmuş, ama ben onun için sadece bir kardeşten ibaret kalmışım.
Gözlerimden yaşlar akıyordu artık, tutmaya çalışmadım. Ellerimi göğsümde kenetledim. “Ben seni yıllarca sevdim, Gökhan,” dedim hıçkırıklarla. “Bir gün bana bakarsın sandım. Bir gün beni seçersin, yanımda durursun sandım. Ama sen… sen hiç görmemişsin bile. Ben senin yanında koca bir hiçmişim.”
Sözlerim havada asılı kaldı. O sadece susuyordu. Sessizliği, sözünden daha ağırdı.
Bir adım geri çekildim. İçimde koca bir boşluk vardı artık. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken kalbim sessizce fısıldadı: Artık bitti. Artık geri dönüş yok.
O an içimde ne varsa, hepsiyle vedalaştım. Onun gözlerine son kez baktım. Baktım ve orada kendime dair hiçbir şey göremedim.
Arkamı dönüp sofadan çıktım. Ayaklarım beni nereye götürdü bilmeden yürüdüm. Konağın karanlık koridorları boyunca tek bildiğim şuydu: Gökhan benim için bir zamanlar her şeydi, ama ben onun için hiç olmamıştım.
Ve bu gerçekle yüzleşmek, beni ikinci kez öldürdü.