GİTME...

1248 Words
Gece yarısıydı. Konağın koridorlarından geçerken ayak seslerim yankılanıyor, taş duvarlarda bir uğultu gibi geri dönüyordu. Uykum kaçmıştı, odamda kalmaya gücüm yoktu. İçimdeki ağırlık, duvarlara sığmayan bir fısıltı gibi beni bahçeye çağırıyordu. Kapıyı açıp dışarı adım attım. Serin rüzgâr yüzüme çarptı, etrafıma yayılan toprak kokusu kalbime işledi. Gökyüzü simsiyah bir örtü gibiydi; yıldızlar ise binlerce suskun tanık gibi parlıyordu. Ayağım taş avluda yankılandı, sonra bahçenin kuytusuna doğru ilerledim. Gül fidanlarının yanına oturdum. Elimi dalların arasına uzattım; diken parmağıma batınca acı hissettim, ama o acı bile kalbimdekinin yanında hafifti. Başımı geriye yasladım, derin bir nefes aldım. “Cihan…” dedim usulca, sanki gökyüzü beni duyabilirmiş gibi. Dudaklarımdan dökülen ismi, yüreğim titreyerek söyledi. O ismin ağırlığı içimde taş gibi duruyordu. Ne kadar çok şey anlatmak istiyordum ona. Ne kadar çok kelime boğazımda düğümlü kalmıştı. Ama karşısına geçtiğimde nefesim kesiliyor, cesaretim susuyordu. Ben pişmanlıkla yanarken, o bana sadece sırtını dönüyordu. Ve ben, kendi hatamın cezasını her gün yeniden çekiyordum. Gözlerimi kapadım, elimde olmadan hayal ettim. Yanıma oturmuş olsaydı, başımı omzuna yaslasaydım… Belki de bana yine o sabırlı bakışıyla bakardı. Yıllarca görmezden geldiğim sevgisini şimdi tüm zerrelerimle hissediyor, ama geri getiremiyordum. Kendi kendime fısıldadım: “Keşke zamanı geri alabilsem… Keşke sana ‘evet, kalbimde biri var’ deseydim de, senin yüreğini kırmasaydım. Belki yine yanımda olmazdın ama… en azından gururunu çiğnememiş olurdum.” O an gözlerimden yaşlar süzüldü, dizlerime damladı. Avlunun sessizliğinde yalnızca hıçkırıklarım vardı. Kendime kızıyordum. Bir insan, sevdiğini bu kadar geç fark eder miydi? Bir insan, ona böylesine sahip çıkacak bir yüreği neden görmezden gelirdi? Gökyüzüne baktım. “Allah’ım…” diye iç geçirdim. “Bana bir şans ver. Onun kalbini geri kazanmak için bir yol göster. Yemin ederim bu sefer seveceğim, onu incitmeyeceğim. Yemin ederim…” Avlunun kapısı gıcırdadı. Kafamı hızla çevirdim. Cihan’ın adımlarını görür görmez kalbim boğazıma düğümlendi. O an panikle gözyaşlarımı silmeye çalıştım ama çok geçti. Yanağımda hâlâ ıslak izler vardı. Cihan bahçeye çıktı, sanki beni fark etmemiş gibi ağır ağır yürümeye devam etti. Omuzları dik, yüzü karanlıktı. Bir an duraksadım; seslenmek, yanına gitmek istedim ama ayaklarım yere çakılmıştı. Gözlerim onu izlerken içimden fısıldadım “Beni affet… Ne olur dön bana. Senin için savaşacağım.” Ama sesim, dudaklarımı terk etmedi. O yalnızca rüzgârın arasından yürüyüp geçti, aramızda görünmeyen bir duvar örerek. Ben ise gül fidanlarının yanında, kalbimde kocaman bir yangınla kala kaldım. Daha sonra Cihana doğru yürümeye başladım. Adımlarım taşları ezerken sanki her bir taşı daha ağırlaştırıyordu. Gül fidanlarının gölgesinden çıktım, ayağımın sesi geceyi delen bir fısıltı gibi havada asılı kaldı. Cihan biraz önde durmuştu; karanlığın içinde silueti bir heykel gibi dimdik, yüzü ise ay ışığının altında bile sertti. İçimdeki ses bağırıyordu: Git, söyle, parçalan, ne olursa olsun. Ayaklarım kendi isteğim dışında ileriye doğru çekildi. “Cihan…” dedim, sesim titriyordu, ama durmadım. Yaklaştım, dizlerim hâlâ titriyordu ama bir adım daha attım. Kalbim göğsümü delmek istercesine çarpıyordu. Elimi uzattım, dokunmak istedim; ama parmak uçlarım omzuna değdiğinde ellerim geri çekildi, çünkü senden uzak durmak mı yoksa sarılmak mı gerektiğini bilmiyordum. Gözlerinin içine baktım; içindeki derin kuyu beni yuttu. “Cihan… lütfen… konuş benimle. sessizlik beni tüketiyor.” Kelimeler boğazımdan bir çığlık gibi fırladı. Gece rüzgârı sözcüklerimi aldı götürdü, ama o durdu, durdu ve beni dinlediğini sandım bir an. Gözleri önümde iki bıçak gibi keskinleşti. İçindeki kırgınlık, yüzüne bir maske gibi oturmuştu. Birkaç saniye geçti, sonra konuştu; sesi soğuk, her hecesi ağır bir taş gibi yere çarpıyordu: “Ne konuşayım, Şeyda? Konuşmaya bir şey bıraktın mı ki? Sen ikimizin de hayatını mahvettin. Ben senin için o kadar çabalarken, sen bizi bir yalana haps ettin.” Sözlerin ağırlığı göğsüme düştü. İçimde bir yerde bir şey daha kırıldı. Cihan’ın sesindeki kırgınlık, onu geri çekmeye çalıştığını, ama aslında içinin de eridiğini gösteriyordu. Yine de yüzünde bir yumuşama yoktu—o an istemsizce anladım ki, kırılan sadece benim değil, onun da bir parça huzuru olmuştu. “Sen… yalan söyledin.” diye fısıldadı, sanki kelimeler boğazından çekerken acı çekiyordu. “Bana ‘yok’ dedin. Ben sana her şeyimi verdim. Hakkımı, onurumu, sabrımı. Ben senin için bekledim, uğraştım. Seninle bir hayat kurmak istedim. Ama sen… beni oyaladın.Bana bir gün beni sever umudu verdin. Degermiydi Şeyda söylesene değdimi ?” Gözlerimden düşen bir damla yanaklarımı ıslattı. Titreyen ellerimi kaldırıp yüzünü tutmak istedim, ama o geri çekildi. Ellerim havada asılı kaldı, boşluğa dokunuyordu sanki. “Ben… ben korktum.” dedim, sesim artık daha küçük bir şeydi. “Gökhan… o zamanlar… karmaşıktı her şey. Korktum itiraz etmekten, korktum seçim yapmak zorunda kalmaktan. Bu korku beni yalan söylemeye itti. Sonra her şeyi gördüm; seni gördüm. Benim yaptığım hatayı gördüm. Affet beni, Cihan. Yemin ederim Gökhana karşı hiç bir şey hissetmiyorum artık inan bana lütfen” Cihan’ın gözleri ay ışığında parıldarken, yüzündeki keskin çizgiler daha da belirginleşti. Dudaklarını araladı, nefesi ağırdı. Sessizlik, bir süre ikimizin arasında kasvetli bir bulut gibi asılı kaldı. Sonra kelimeleri yavaş, kararlı ama kırık dökük bir tonla geldi: “Ben… yurt dışına gideceğim, Şeyda. Ne zaman dönerim bilmiyorum. Belki aylar sürer, belki yıllar. O zamana kadar… konuşmayalım. Belki o zaman, her şey yoluna girer.” Bir anlığına kalbim yerinden sökülmüş gibi oldu. Dünya dönüyordu, ama ben olduğum yerde savruluyordum. Boğazımdan çıkan ses çığlık kadar acı, ama fısıltı kadar kısıktı: “Ne gitmesi, Cihan? Lütfen… gitme. Beni burada böyle bırakma. Daha hiçbir şey anlatmadım sana. Daha hiçbir şeyin bedelini ödemedim. Kaçamazsın… gitmek çözüm değil.” Adımlarımı hızla ona doğru attım, sanki uzaklaştıkça kalbim daha fazla parçalanıyordu. Elleri cebindeydi, omuzları dimdik görünse de gözlerindeki fırtınayı saklayamıyordu. Cihan derin bir nefes aldı, yüzünü yana çevirdi. Dudaklarının kenarı titredi, ama sesini soğuk tutmaya çalıştı: “Gitmek zorundayım, Şeyda. Zaten uzun süredir düşündüğüm bir şeydi. Burada kaldıkça… nefes alamıyorum. Bu duvarlar, bu anılar, bu yalanların gölgesi… hepsi üstüme çöküyor. Ben gitmeyecektim, evet. Ne olursa olsun burada kalacaktım. Ama son olanlardan sonra… gitmem daha iyi olacak. Belki ikimiz için de.” Bir adım daha yaklaştım. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüyor, dudaklarımda titreyen kelimeler onun kalbine ulaşsın diye çabalıyordu. “Hayır, Cihan… ikimiz için değil bu. Sen gitmek istiyorsun çünkü benden kaçmak istiyorsun. Benim yüzüme bakamıyorsun. Kal, lütfen kal. Bana bir şans ver, ne olur. Yemin ederim, bu sefer her şey farklı olacak.” Sözlerim havada asılı kaldı, ama onun bakışları yere sabitlendi. Ay ışığı omuzlarının üzerinden geçerken, gölgesi taş zemine uzuyordu. Sanki benden değil de, kendi içindeki yangından kaçıyordu. “Bir şans daha…” diye mırıldandı. “Keşke o şansı zamanında verseydin bana. Ben elimdeki tek hayatı sana adadım, Şeyda. Ve sen… bunu hiç görmedin. Şimdi ben kendime bir şans vermek zorundayım. Gitmek, belki tek kurtuluşum.” Sözlerinin her biri göğsüme çarpan birer taş gibiydi. Ellerimi uzattım, kollarına dokundum; o ise kıpırdamadı, sadece sertliğini korudu. “Cihan… sensiz ne yaparım ben?” dedim, nefesim kesiliyordu. “Gözlerime bak, lütfen. Gör… ben gerçekten pişmanım. Senden başka kimse yok. Ben… ben seni seviyorum. Gitme…” O an gözlerini bana çevirdi. İçindeki kırgınlık, gözyaşına dönüşmek üzereydi. Dudaklarını sıktı, kelimeleri boğazından acıyla çekilir gibi geldi “Seviyorsun, öyle mi? Belki… ama geç kaldın, Şeyda. Bazen sevgi bile yetmez. Bazen bir insan, kalbinin bütün ağırlığını taşımaktan yorulur. Ben yoruldum.” Sanki ay ışığı bir anda sönmüş, dünya kararmıştı. Bahçedeki güller rüzgârla hışırdarken, ben yere çakılı kalmıştım. Cihan yavaşça kollarımı ellerinden ayırdı, adımını geri attı. “Yarın gidiyorum.” dedi kısık ama kesin bir sesle. “Ve… dönüp dönmeyeceğimi bilmiyorum.” Sanki bütün bahçe, bütün gece, bütün dünya bana mezar olmuştu. Sesim çıkmadı, sadece gözyaşlarım aktı. O ise arkasını dönüp karanlığın içine yürüdü. Omuzlarının ardında kaybolan gölgesine bakarken, tek yapabildiğim, rüzgârın uğultusuna fısıldamaktı “Gitme… ne olur gitme.” Ama o duymadı. Ya da duysa bile, kalbine artık işlemeyen bir dua gibi duydu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD