En büyük sorunun aklına bile gelmemiş olması öyle komikti ki uzun zamandır hiç yapmadığı bir şeyi yapmış, bunu da en olmayacak anlardan birine sığdırmıştı. Akşam yemeği için tüm ailenin bir araya geldiği saatlerden birinde, kendi kendine bulduğu kitabın nasıl da harika olduğunu düşünüyordu. Öyle eskiydi ki her bir sayfasını özenle çevirmek dahi zarar görmesine mâni olamazmış gibi hissettiriyordu. Mahir kitabın yıpranmış bazı noktalarını elinden geldiğince onarmış, ona bir parça daha can katmıştı ama yine de bıraksanız parçalanmaya meyli vardı. İlk sayfasında bir hayli karışık, Ahmet isimli bir adama ait koca bir paragraf yazılıydı. Henüz okumayı başaramamış olsa da el yazısının sararmış kâğıda yakıştığını hissetmiş ve kitabı gördüğü an koca bir tebessüm eşliğinde kasaya yönelmişti. Eğer Zeynep Kahraman aklında bu denli kalmayı başarmışsa bu kitabı sevmesi gerektiğini düşünüyordu. Aksi hâlde Mahir onu aklından çıkarma konusunda bir daha zorlanmayacaktı, biliyordu.
Bu yüzden her açıdan kusursuz bir hediye aldığı için kendini kutluyordu.
Derken şöyle düşünmüştü: Bunu ona ne zaman vermeliyim?
Ve acı gerçek, ani bir şekilde dehşete sokmuştu Mahir’i. Zamandan daha büyük bir sorunu vardı, Mahir Zeynep’i nasıl bulacaktı?
Bu düşünceyle, bunu düşünememiş olma hayretiyle elindeki çatal ağzına ulaşmadan yarı yolda kalmış ve Mahir ailesini nasıl da şaşırttığını bilmeden kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Geçen yarım dakika gülüşünün kesilmesine yetmemiş, durumun nasıl da acınası olduğunu fark edince gülüşü daha da şiddetlenmişti.
Zeynep Kahraman, yıllar önce gördüğü, hayatı boyunca ilk kez sarsılmasına sebep olan kızdı.
Bu kız, onun peşinden koşmuş, Mahir bu düşüncenin içini büyük bir rahatsızlıkla doldurduğu günlerde kızdan soğumuştu.
Ardından Zeynep ona duygularını açmış ve Mahir kızı resmen azarlamıştı.
Ve böylece her şey sona ermiş, Zeynep Kahraman ona olan ilgisini yitirmiş, Mahir kızı unutmuş ve aradan yıllar geçmişti.
Şimdiyse durmuş, daha nerede olduğunu bile bilmezken ona bir kitap almıştı. Kitabı kıza hediye etmeyi, ondan özür dilemeyi ve bu arada neden aniden aklına girdiğini öğrenmeyi planlıyordu. Allah aşkına, bunlar ortaya çıksa Mahir’in çıldırmadığına kim inanırdı?
Gülüşü hafifleyip sarsılan omuzları eski hâline döndüğünde başını kaldırıp tüm ailenin dehşet ve merakla bezenen bakışlarıyla buluştu. İstemsizce bir kez daha hafifçe güldü.
“Oğlum iyi misin?”
Babasına bakıp başını salladı, henüz konuşacak kadar kendine gelmemişti.
“Bence değil.”
Bu fısıltı elbette ablasından geliyordu. Mahir başını çevirip bakmasa da ablasının onu izlediğini biliyordu.
“İyiyim.”
“Delirdi, değil mi Asaf?”
Asaf gülüşüne ortak olurken annesi kaşlarını kaldırmış, Mahir’in yüzünü okumaya çalışıyordu.
“İyiyim,” dedi bir kez daha. Safa Aras bile telefonunu bıraktığına göre öyle görünmüyor olmalıydı. “Aklıma komik bir şey geldi de.”
“Neymiş?”
Ablasına doğru yaklaşıp kızın saçlarını karıştırdı. “Özel.”
“Ama bu haksızlık! Bir saattir gülüyorsun.”
“Bir saat mi?”
Mahir tabağında kalan son yemek kırıntılarını da hızlıca bitirip yerinden kalktı. Hâlâ kimse onun iyi olduğuna inanmamış gibiydi ama gülümseyerek bu durumu görmezden geldi. “Ben odamdayım.”
“Bu çocuk gittikçe daha tuhaf davranmaya başlıyor Dilem.”
Babasının sesinde hissettiği endişe neredeyse yanlarına dönüp bu komik durumu anlatmasına sebep olacaktı ama duyduğunu bilmesini istemiyordu. Haklılardı, Mahir hâlinin içler acısı olduğunu zaten biliyordu. Hatta belki ailesi onun depresyona girdiğini falan düşünüyordu da ondan tepkilerini böyle ilginç buluyordu. Yine de henüz olanları dile dökecek kadar idrak ettiğinden emin değildi. En iyisi oturup şu Ahmet Bey’in neler yazdığını çözmeye çalışmaktı. Belki onlar yemeğini bitirince normal bir insan gibi davranıp yanlarına döner, hatta çay yapıp dikkatlerini üzerinden çekerdi.
***
Yazıyı okumak için verdiği amansız mücadelenin sonucunda, Ahmet Bey’in bu kitabı âşık olduğu bir kadına hediye ettiğini öğrenmişti. Onu öyle umutsuzca seviyor ve özlüyordu ki kendini duygularını ona açmak zorunda hissetmişti. Sevgili, biricik, Gülnur Hanım’a elbette layık değildi fakat hanımefendi bilmeliydi ki onu mutlu etmek için her şeyi yapardı.
Adamın cümleleri bir parça anlamsızdı. Mahir onun acısının çaresizliğiyle karışıp harflere sindiğini hissedebiliyordu. Bu ise normal şartlarda Mahir’in gülmek için fırsat kollamasına yahut gözlerini devirerek sıkıldığını göstermesine sebep olurdu. Oysa bu kez parmağının ucunu kâğıdın üzerinde gezdirerek kaşlarını çatmıştı. Ahmet Bey, Gülnur Hanım’ın kalbini kazanabilmiş miydi? Bu samimi cümleler duygularını anlatmak için yetmiş miydi? Yoksa kitap duygularını tercüme etmek adına mı alınmıştı? Keşke mümkün olsaydı da yıllar öncesine gidip onları bulabilseydi.
Elindeki Jane Austen’a ait, Gurur ve Önyargı isimli bir kitaptı. Daha önce okumadığı hatta bir parça utançla itiraf etmesi gerekirse ismini dahi duymadığı bir romandı. Mahir, Zeynep’i bulacağı güne dek kitabı okumayı düşünüyordu. Ne de olsa kızın nerede olduğunu bile bilmiyordu.
Çalışma masasının üzerinden çizgisiz bir kâğıt ve siyah pilot kalemlerinden birini alıp kıza hitaben birkaç satır yazmaya karar verdi. Düzgün el yazısıyla şunları yazdı boş kâğıdın ortasına:
“Zeynep,
Biliyorum ki yıllar önce yapılan bir davranışın geri alınması mümkün değil. İşin aslı ben davranışımı geri almak da istemiyorum. Eğer hata yapmazsam, neyin yanlış olduğunu bizzat öğrenemem. Oysa bu şekilde, hele de geçen onca zamanı düşününce neleri yanlış yaptığımı daha iyi anlıyorum.
Öfkenin ardına gizlediğin kırgınlığı nasıl fark ettiğimi ben de bilmiyorum. Yalnızca, yıllar önce her şeyi berbat ettiğimden eminim. Bu yüzden özür dilerim senden, tüm samimiyetimle.
Mahir Karaman.”
Yazısı kusursuzdu, harfler kâğıda öyle düzgün yerleşmişti ki Mahir kalemi elinden bıraktığında memnun bir şekilde iç çekti. Ancak bir şey vardı onu rahatsız eden, bu yüzden kâğıdı katlayıp küçük bir dikdörtgen hâline getirdikten sonra çekmecesine yerleştirdi. Bu fazla açık olmuştu belki de. Ya Zeynep ona eskiyi hatırlatmasından hoşlanmazsa? Ya kitabı suratına çarparsa?
Başka bir kâğıt alıp tek bir cümleye her şeyi sığdırmaya ve geri kalanı Jane Austen’a bırakmaya karar verdi.
Kâğıdın ortasına düzgün bir şekilde “Özür dilerim,” yazdı. Az evvelki kâğıt gibi bunu da katlayıp kitabın son sayfasına yerleştirdi. Şayet Zeynep bu kitabı alırsa bir şekilde kendisini anlamasını umuyordu Mahir. Hiçbir şey için pişmanlık duymuyor olsa da asla bir insanı incitmek istemezdi. Belki şimdi olsa o zamanki gibi tepki vermeyip kıza karşı daha ılımlı bir tutum sergilerdi. Oysa o zamanlar yalnızca hedeflerini düşündüğü için haddini aşmış olmalıydı.
Kapısı tıklanırken kitabı hızla çekmecesine yerleştirdi. Ablası görürse merak eder, sorular sorar ve bu da hâliyle Mahir’i deli ederdi.
“Gel.”
Sandalyesini geriye itip kapıya doğru döndü. İçeri giren Safa Aras’ı görünce bir an şaşırsa da geçmesi için başını salladı. Günlerdir konuşmamışlardı. Mahir ilk kez kardeşinin yüzüne bakacak takati kendinde bulamamıştı. Çocuğa bakarken kaşları çatılıyor, söylediği her cümleyle nasıl küçüldüğünü hatırlıyordu. O öz kardeşine de kuzenlerine de örnek olma hayaliyle çabalayıp dururken sonucun bu denli berbat olması nedendi?
“Ablam meyve salatası hazırlamıştı da...”
Çocuk çekingen bir şekilde kapı önünde elinde tepsiyle dururken “Gel Safa Aras,” demeyi başardı. Kardeşi tepsiyi masanın üzerine bırakıp yatağının ucuna yerleşirken bu konuşma için hazır olmadığını düşünüyordu. Ne diyebilirdi ki? Mahir ona baskı yaptığını biliyordu. Çocuk için en iyisini istemek şiddetli bir arzuydu. Onu düşünmek, iyi olması için uğraşmak, yaptığı hatalara karşı uyarmak istiyordu elinde olmadan. Belki bu kadar yansıtmamalıydı ona endişelerini fakat Mahir, bazı konularda böyleydi işte. Kendine hâkim olamıyordu. Zeynep’e de aynı sebepten öyle kızmamış mıydı zaten?
“Seninle konuşmak istiyordum abi. Biraz öfken geçsin diye bekliyordum.”
“Kızgın olan sendin Safa Aras.”
Sesine herhangi bir duygu yansıtmamaya özen göstermişti ama kardeşinin omuzları yavaşça çöktü.
“Söylediklerim için özür dilerim. Uzun zamandır görüşmüyorduk bile ama sen bana kızınca haddimi aştım. Bir anda öyle şeyler söyleyiverdim.”
“Hiçbiri yalan değildi Safa Aras, önemli değil.”
“Yine de bu, bana söyleme hakkını vermiyor.”
“Tıpkı bana, senin kararlarına karşı çıkma hakkı verilmediği gibi…”
Mahir aniden kendini kırgın hissetmişti. İnsanları üzüyordu, kendine dahi zarar verir olmuştu. Önce Zeynep’in kırgın bakışları çekmişti dikkatini; şimdiyse kardeşi durmuş, tek bir yalan söylememiş olmasına rağmen ondan özür diliyordu. Ona karışmaya yüzü olması için en azından hayattan ne istediğini bilmesi gerekmez miydi?
Boğazında biriken koca yumru, bıraksa nefesini kesecekti.
“Bana karışman aslında o kadar da rahatsız etmiyor.”
Safa Aras ona bakarken çocuğa gülümsemek istemiş ama yapamamıştı.
“Sadece… Merve, hassas bir noktam… Ciddiye almadığımı düşünüyorsun belki de.” Safa Aras başını hızla iki yana sallarken sessizce bekledi. “Belki de sen beni ciddiye almıyorsun, bilmiyorum. Ama hislerimden emin olmasaydım, cesaret edebilir miydim sence abi? Asaf eniştem benden bile daha küçük değil miydi ablama âşık olduğunda? Ona böyle kızmış mıydın?”
“Suratını yumruklamıştım.”
Mahir o günleri düşünürken hafifçe gülümsedi. Kendinden büyük olmasına aldırmadan en yakın arkadaşını bir güzel benzetmişti.
“Ama neden?”
Safa Aras dehşetle ona bakarken kalkıp çocuğun yanına oturdu. Aralarına mesafe koymanın anlamı yoktu, kalbi doğduğu gün çocuğa kimsenin dolduramayacağı kadar büyük bir yer ayırmıştı zaten.
“Çünkü utanmaz herif, gelip bana ablama âşık olduğunu söylemişti.”
“Ama-”
“Emin olmam gerekiyordu. Haklı da çıktım. Ben onu yumruklarken Asaf kılını bile kıpırdatmadı, aynı şeyi o da yapardı.”
“Sizin derdiniz ne?”
Gülerek kolunu çocuğun omzuna attı. “Hiçbir fikrim yok. Ama haklısın. Seni dinlemem gerekiyordu. Ve senin de biraz telefonundan uzaklaşman gerekiyor Safa Aras, bu kadarı fazla.”
“Biliyorum.”
“Tamam, şimdi anlat bakalım bana. Böylece seni de yumruklayabilirim.”
Sonunda ikisi de rahatlamıştı. Safa Aras getirdiği tabağı aralarına yerleştirip çiğnemeden yuttuğu lokmalar arasında konuşmaya başladığında Mahir, kendini daha iyi hissediyordu. Çocuk gerçekten âşık olmuş gibiydi ama Mahir ne bilirdi? İşin uzmanı Asaf’tı, ona sormak daha mantıklıydı.
Yine de bir an bile sıkılmadan Safa Aras’ı dinledi, gösterdiği fotoğraflara gülerek baktı ve çocuk ikisini tanıştırmayı çok istediğini söylediğinde bu kez yüzünü buruşturmadı. Söylediğine göre Merve de kitap okumayı çok seviyordu, Safa Aras kitaplardan hiç hazzetmese de bunu söylerken öyle mutlu görünüyordu ki Mahir, çocukla dalga geçmeye kıyamamıştı.