“Zeynep Kahraman,
Uzun süredir düşünüyorum. Nasıl bu hâle geldiğimi bilmek istiyor, bunun için gerçekten uğraşıyorum. Seni incitip bunu dahi fark edemeyecek kadar bencilce davranmışken nasıl oldu da sürekli seni görmek isteyen, seninle konuşmak için bir yol arayan biri hâline geldim; merak ediyorum.
Bu yaz ablam ve eşi yanımıza geldiğinde aklında beni iyileştirme fikri varmış. Biriyle tanışıp âşık olmamı ve böylece eski huzurlu hâlime dönmemi umuyormuş. Bu acınası, öyle değil mi?
Ama tabii sen bunları bilmiyorsun. Belki sana birazcık anlatırsam değiştiğime daha kolay inanabilirsin.
Üniversite bittikten sonra ani bir farkındalık yaşadım. Mesleğimi sevmiyor, alternatif bir meslek hayal dahi edemiyordum. Başta bunu önemsemedim çünkü hayatım boyunca başarılı biri olmuştum. Bir şekilde bunu da çözeceğimi ve yolumu bulacağımı düşünüyordum. Günler geçtikçe çaresizlik zihnimi ele geçirmeye, yüreğimde bir ağırlık biriktirmeye başladı. Yaptığım hiçbir şey beni mutlu etmiyor, kendimi iyi hissetmemi sağlayamıyordu. İşsiz, isteksiz, yetersiz bir adam hâline gelmiştim. Kendimi zorluyor, birçok işi sevmeye ve bir düzen kurmaya çalışıyordum ama kalbimdeki o huzursuzluk asla geçmiyordu. Sanki oraya sabitlenmişti ve ben ne yaparsam yapayım ondan kurtulamayacaktım.
Geçmiş zaman ekiyle kurduğum cümleler seni yanıltmasın. Hâlâ, inanabiliyor musun Zeynep, hâlâ ne istediğimi bilmiyorum. Ne yapmam gerektiğinden emin olamıyorum. Nereye, hangi yöne çekileceğimi hayal dahi edemiyorum. Öylece, vasıfsız ve ruhsuz bir hâlde yaşıyorum. Yüzkarası bir adam olmanın timsali gibiyim. Günümüzün hastalıklı gençliği ve tembelliğinin bir simgesi gibi...
Bunlar çok korkunç. Kimsenin beni anlamadığını hissedebiliyorum. Neden bu kadar önemsediğimi, neden herkes gibi bir işe girip kendimi zorlayamadığımı, neden sürekli sorguladığımı ben bile anlayamazken insanlardan nasıl medet umabilirim? Korkunç Zeynep, tek kelimeyle korkunç... Dehşet verici.
Eskiden böyle değildim. Mükemmel olmadığımı, kusursuzluğa inanmadığımı bilmelisin. İnsanoğlu hatalarla hayatını geliştiren bir tür bana sorarsan. Ama gayesizlik? İşte bu, benim için insanları eleştiriye açık hâle getiren bir durumdu. Bomboş yaşayan, ortalıkta avare avare dolanan birini görmek beni ruhsal ve fiziksel olarak hasta hissettirmeye yeterdi. Öğrenci ders çalışmalı, iş sahibi elinden geleni yapmalı ve insanlar gücü yettiğince faydalı yaşamalı diye düşünüyordum. Aksini iddia eden herkesle savaşacak güce ve azme sahiptim. Bu, bizzat yaptığım için dile getirebildiğim nadir öğütlerimden biriydi.
Zeynep, ben hep çalıştım ve hayal ettim. Planlar kurdum, hedefler belirledim ve uyguladım. Bana inanmayacaksın belki, bilmiyorum ama şu iki cümleyi yazarken kalbimin teklediğini söyleyebilirim. Eski benliğimin öylece elimden kayıp gidişini izlemek nasıl çaresiz hissettiriyor bilemezsin.
İşte sen böyle bir Mahir’e o nazik, naif duygularını sunmuştun. Hedeflerine doğru koşmakta olan, sabit fikirli bir adama... Bu yüzden, hodbinliği senin samimiyetini görmesine engel oldu ve bir an bile düşünmeden seni incitti.
Hayır, kendimi savunmayacağım. Hodbinliğim, öfkem ve ön yargılarım beni kör etmişti. Hedeflerim dışında hiçbir şeyi önemsemiyordum. Bu yüzden senin de genç ve toy olduğunu düşünmek aklımın ucuna dahi gelmedi. Böylece, bile isteye değil ama seni incittim Zeynep. Bunu geçen yıllar boyunca bir an olsun düşünemeyecek kadar kör olduğum için üzgünüm.”
Mahir ellerinin titrediğini ve soğuduğunu fark ettiğinde durdu. Derin bir nefes alıp verdi. İçinden şöyle geçiyordu: Burnundan al, ağzından ver. Uzun uzun soluklan. Sakinleş Mahir. Zeynep karşında değil.
Kendini biraz olsun daha iyi hissettiğinde aklına o gün düşmüştü. Mahir ne konuştuklarını anımsamıyordu bile. Zeynep ona bir şeyler söylemişti. Yüzü heyecan ve belki utançla renklenmiş, elleri birbirine kenetlenmiş, konuşurken o güzel gözleri Mahir’in gözleriyle buluşmuştu. Ona kızarken dahi görünüşünün çarpıcılığı görmezden gelemeyeceği kadar belirgindi. Yine de kaşlarını çatmıştı. Gözlerini kızın alnına çevirmişti. Tam olarak ne söylemek istediğini bile dinlemeye tenezzül etmemiş ve soluklanmak için durduğu bir anda sözünü kesmişti. O konuşurken Zeynep bir adım geri çekilmiş, Mahir kıza tekrar bakarken onun ağlamaya meyleden gözlerini fark etmişti.
Ne söylemişti acaba Zeynep’e? Onu terslemiş, reddetmiş ve ilgisinden rahatsız olduğunu belirtmişti lakin hangi sözcüklerle?
Korkunç şeyler olmalıydı. Zira o konuşurken geçen her saniyede kızın gözlerindeki ışık sönüyor, dudakları titriyor ve elleri daha çok hareket ediyordu. Ve Mahir konuşması bittiğinde hiç beklemeden çekip gitmişti. Onu öylece arkasında bırakmış, bir daha düşünmeye bile gerek görmemişti. Zeynep de ilgisi kadar sessiz bir şekilde ortadan kaybolmuş, onu tam da istediği gibi kendi hâline bırakmış, böylece Mahir Karaman fena hâlde rahatlamıştı.
Yazdığı mektubu imzalayıp katladı ve boş bir zarfın içine yerleştirip diğerlerinin üstüne koydu. Bu mektupları okuyacak mıydı Zeynep? Mahir, bunları okumasını istiyor muydu gerçekten?
Hiçbir fikri yoktu. Düşünmeye mecali de kalmamıştı. Kitaplığından yıpranmış bir kitap seçip yatağına otururken tek dileği rahatlamaktı. Derin bir nefes alıp yeni kitabını kısık sesle okumaya başladı. Sesler bir araya gelip anlam kazanır ve dudaklarından ayrılırken kalp atışları yeknesak hâline dönmeye başlamıştı.
“Bedia gözlerini açınca, karyolasının karşısındaki duvar saatine baktı: On ikiyi on geçiyor. Ne uyku, böyle geç vakitlere kadar uyumak hiç âdeti değil, hemen kalkmak istedi. Fakat başını yastıktan ayıramıyor. Terli, sıcak, uyuşuk vücudu, yatağın çukuruna yapışmış, kımıldayamıyor bile.”[1]
[1]Peyami Safa, Cânân, Ötüken Neşriyat, İstanbul – Ağustos 2016, s.9