“Ankara’da üç kişiyiz ama burası daha sessiz. Bu nasıl oluyor?”
Halası, eniştesi, kuzenleri ve ailesiyle birlikte kahvaltı yapıyorlardı. Safa Aras’ın sitem dolu sesi araya girmeden önce herkes kendi hâlinde kahvaltısını ediyor, pek de gürültü yapmıyordu.
Mahir, sebebin ablası olduğunu bildiğinden kardeşine bakarken gülümsedi. “Ablam olmadığında kimse sesini yükseltmiyor.”
“Ablamı özledim.”
Safa Aras çocuk gibi dudaklarını bükerken babaları da söze karıştı.
“Dilem, ben söylersem kesin kimse dinlemez ama artık geri dönmeleri gerekmiyor mu? Ne Ankara sevdasıymış, bitmedi gitti.”
“Canım, normalde sana itiraz ediyor olurdum ama…”
Annesi, o sakin tebessümlerinden biri yerine kırgın bir bakışla masaya göz attığında Mahir iç çekti.
“Gerçekten çok uzadı bu mesele. Şimdi bir de kızımız hamile…”
“Gülnur Hanım’la konuşalım ve çocukları ikna edelim yenge.”
Halası başını sallarken her zamanki hâlinin aksine bir hayli ciddiydi.
“Haklısın Ece.”
Bir anda masada Asaf ve Yade’nin İstanbul’a geri dönmesini sağlamak için planlar kurulmaya başlamış, onları saran hüzün perdesi de böylece aralanmıştı. Safa Aras muzaffer bir edayla yumruğunu abisine uzatırken Mahir gülerek yumruklarını tokuşturdu.
“Senin okulun ne olacak Safa Aras?”
“O sorun değil, gerekirse geçiş yaparım ama böyle ayrı gayrı olmayı sevmiyorum.”
Yemeğini bitirip bulaşıklarını alarak yerinden kalktı. Bugün ortalığı toplama sırası Mahir’deydi. Bir an önce mutfağı toplayıp odasına kapanmak istiyordu. Geçen birkaç günün ardından Zeynep Kahraman hâlâ aklından çıkmamıştı. Bu yüzden onu görmeyi ummak ya da sosyal medyada dolanıp durmak yerine bir şeyler yazması ve Zeynep’i aklından çıkarması gerekiyordu. Başta gerçekten bu fikrin işe yarayacağından emin değildi ama yazdıktan sonra kendini daha iyi hissettiğini fark etmişti. Böyle hissetmeye devam etmeyi planlıyordu.
İşi bittiğinde güvenli bölgesine sığınıp kapıyı kilitledi. Halası ve eniştesi Zehra Ela’yı alıp dışarı çıkmıştı, minik prenses dışında da kimse kolay kolay Mahir’in yalnızlığına mâni olmazdı.
Bir süre Mahur Beste’yi sesli okumakla oyalandı. Kelimelerin düzenli bir şekilde dudaklarından çıkması ona gerçekten iyi geliyordu. Dinlemesi, dikkatini vermesi bile gerekmiyordu. Yalnızca sözcükleri içinden atmakla ilgileniyor ve rahatlıyordu.
Sonunda masasının başına geçtiğinde elinde temiz bir kâğıt ve pilot kalemi vardı. Derin bir nefes alarak yazmaya başladı.
“Zeynep Kahraman,
Sana geçmişten bahsetmeme izin ver lütfen. Tabii bu bir parça söz gelimi bir tabir, nitekim iznini alabileceğim bir mesafede değilsin. Eğer bu mektuplar bir gün eline ulaşırsa bunca kelime içindeki hezeyana karşı anlayışlı olmalı temenni ediyorum. Kafam öyle allak bullak ki çoğu zaman saçmalıyor, saçmalamaktan öteye geçemiyorum; bunun farkındayım. Bu yüzden şimdiden her bir hatam için üzgün olduğumu bilmelisin.
Seni gördüğüm ilk günü net bir şekilde anımsıyorum. Ders çalışmak için aceleyle kütüphaneye gelmiştim. Her zaman oturduğum yerde seni ve arkadaşını görünce bir hayli afalladım ama benim motivasyonumu bozmak için bundan daha fazlası gerekir. Amacım sizi rahatsız etmeden eşyalarımı almak ve başka bir köşeye geçip ders çalışmaktı.
Yürüdüm, size yaklaştım ve sen başını kaldırdın. Göz göze geldiğimiz o kısacık an içinde hiç tatmadığım onlarca duygunun bedenimi, aklımı ve kalbimi istila ettiğini fark ettim. Ben, kadın ve erkek ilişkileri söz konusuyken kesinlik, ciddiyet ve kurallara sahip biriyim. Daha önce herhangi bir ilişkim olmamıştı, hâlâ da bu böyle. Evlenmeye karar vereceğim güne değin bu meseleyi düşünmek istemiyordum. Ama senden etkilenmiştim. Bir an, farkında bile olmadan sana bakakalmıştım. Öyle duru, doğal bir güzellik ki seninki çoğu sanatsever ona hitap eden bir eserle karşılaştığında böyle hissediyor olmalı. Eğer bir resimse ilgisini çeken sen onun en sevdiği sanatçının, ustalık eseri gibi hissettirirdin. Eğer müzikse ruhuna dokunan, sen işitme engelleriyle noksanlıkları aşıp kalplere dokunan notaların habercisi olurdun. Eğer kelimelerin bir araya gelişiyse ruhunun dayanak noktası, kalbinin en ücra köşelerinden geçen cümleleri çıkarıp ortaya koyan bir yazarın en sevilen romanı gibi sarsardın. O an, benim için işte böyleydi. Nefesim kesilmiş, nabzım hızlanmış, zaman bana hissettirdiği telaşın etkisinden uzaklaşmıştı.
Sonra kurallarımı hatırladım: Ben, evlenmeye niyet edene kadar eşime sadık kalacaktım. Başka bir kadına yaklaşmayacak, kimsenin kalbinde bir iz bırakmayacaktım. Eşimi yavaş yavaş sevecek, sakladığım tüm hisleri özenle ona aksettirecektim. Ama üniversitenin ikinci yılında böyle bir planım yoktu. İşe başlayıp hayatımı düzene sokana dek asla böyle bir yönelişim olmayacaktı.
Ve böylece Zeynep, toparlandım. Gözlerimi senden ayırdım, silkelenip kendime gelmeye çalıştım. İşin aslı utanmıştım. Yüzümü saran sıcaklık, kalbimdeki utançtan besleniyordu. Kendimi kötü hissetmeye başlamıştım lakin sen hâlâ orada duruyor, bana bakıyordun. Sana bakmasam da bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Bir an olsun gözlerini benden ayırmıyor, öylece, hakiki bir hayranlıkla beni izliyordun.
Bu korkunçtu. Aklımdan şöyle geçmişti: Ben dahi hayâ edip gözlerimi ondan ayırmışken o nasıl hâlâ beni izleyebiliyor?
Bunu cinsiyetçi bir tutum olarak görmeni istemem. Yalnızca kadınların daha nahif olduğuna inanan biriyim. Erkeklere nazaran daha çabuk kırılıyor, daha yoğun hissediyor ve hâliyle daha kolay utanıyorsunuz; diye düşünüyordum. Belki de yanılıyorumdur, bilmiyorum. Yalnızca o gün neler hissettiğimi bilmeni istiyorum.
Senin bu kesintisiz ilgin ve hayranlığın beni her saniye daha fazla rahatsız etmişti. Kütüphanede daha fazla duramayacağımı hissetmiş ve okuldan ayrılmıştım. İşte seni ilk görüşüm, böyle bir gündü. O gün dışında senden etkilendiğim bir an daha olmamıştı. Sana bakmamak için özel bir çabam vardı. Çünkü sen ilk görüşünün ardından dahi bakışlarını bir an olsun benden sakınmamış, beni ilgi ve alakanla bunaltmıştın.
Açık bir tavır değildi, biliyorum. Bir insanın sana yalnızca bakıyor oluşundan nasıl rahatsız olabilirsin ki? Değil mi? Ama öyle değil Zeynep. Bana yönelttiğin bakışlar huzursuz hissettiriyordu. Neden bir an olsun bana bakmadan duramıyordun? Neden okulda ikimizi görme imkânı bulan herkes senin bana olan duyguların hakkında konuşma ehliyeti kazanmıştı? Neden özel hayatım artık herkesin dilindeydi?
Bu korkunçtu. Bir kâbustu. Neresinden bakarsam bakayım, daha rahatsız hissettiriyordu.
İşte bu yüzden, sen bana kalbini açtığında ben de sana benimkini açtım. Ağır konuştuğumu fark etmemiştim. Öyle bunalmış, yorulmuş ve sıkılmıştım ki tüm bu ilgi ve yorumlardan, tanımadığım bir kadını yargıladığımın ve payladığımın farkında değildim. Şimdiki aklım olsaydı en nazik ses tonum, en özenli kelimelerimle seni reddederdim. Özür dileyerek ve seni incitme ihtimalinin beni de yaralayacağını açıkça hissettirerek yapardım bunu. Yemin ederim Zeynep, ben mükemmel biri olmadığımı biliyorum. Eskiden daha toy ve agresiftim, daha ön yargılı ve hadsizdim; biliyorum. Şimdi eskisi gibi değilim. Bu durumdan tamamen rahatsızdım ama bu mektubu yazarken fark ettim ki bu değişimin tek olumlu yanı, seni incittiğimi fark etmeme sebep olması olmuş. Aradan onca zaman geçmişken bir önemi olmadığını düşünebilirsin lakin ben aksine inanıyorum. Birinin kalbini kırdıysan onda iz bırakırsın. Birini gerçekten yaraladıysan zaman bunu asla unutturmaz. Sanırım, bunu ben de şimdi anlıyorum, bu yüzden bu yaz seni gördüğümde sarsıldım. Bana eskisi gibi bakmıyor hatta beni fark etmiyordun. Karşına çıktığımdaysa bakışlarının o eski ilgi ve hayranlıkla dolu olmadığını gördüm. Açık bir rahatsızlıktı, beni görmenin senin üzerindeki etkisi.
Ve böylece anladım ki Zeynep, ben senin kalbini gerçekten kırmıştım.”
Mahir durup elini dinlendirdi. İki kâğıttan oluşan mektubunu katlayıp özenle zarfa yerleştirirken kendini anlamaya başladığını düşünüyordu. Zeynep dikkatini çekmiş ve aklına girmişti çünkü Mahir onu ne kadar çok kırdığını, kızı tekrar görene dek anlamayacak kadar aptaldı.