Ablası ve Asaf Ankara’ya döndükten sonra ev eski sessizliğine dönmüş, Mahir de bir parça rahatlamıştı. Yade varken Zeynep’i bulma ve görme ihtimalinin daha yüksek olduğunu biliyor ve gittikçe yitirdiği iradesinden kalan zerreleri de kaybetmekten çok korkuyordu. Şimdiyse dayanabileceğini düşünüyordu.
Öncelikle yarı zamanlı işler deneme kararına geri dönmüştü. İşsiz ve gereksiz bir insan gibi hissediyor olabilirdi ama ara sıra yeni meslekler edinmeye çalışıyordu. Her türlü fikre açıktı. Bunun, belirsizlikten bin kat daha iyi olacağını düşünüyordu.
Birçok siteye özgeçmişini bırakmış, özel ders vermek adına ilanlar çıkarmış ve birkaç kitapçıda işe başvurmuştu. Bunlar, daha önce denemediği alanlardan birkaçıydı. Bu yetersiz hissetmekle alakalıydı. Mahir eskiden birine yardımcı olabileceğine inanan bir adamdı. Şimdiyse hiçbir şeyden, en çok da kendinden emin değildi. Kitapları delice, tüm kalbiyle severdi ama kalabalıkların içinde çalışmak da istemezdi. Yine de denemesi gerekiyordu.
Ders çalışmayı hâlâ başaramıyordu ama sosyal medya illetinden kurtulmuştu. Artık Zeynep’in hesabına girip durmuyor, fotoğraflarını açıp aptal gibi ne kadar güzel olduğunu düşünüp durmuyordu. Yani iradesini yavaş yavaş geri kazanıyordu.
Nasıl olmuştu da bu hâle gelmişti, aklı almıyordu. Yazın başında hayattan hiçbir beklentisi olmayan, ne yapması gerektiğini bilmeyen, evlilik fikrini değil düşünmek aklına bile getirmeyen biriydi. Ablası görücü usulü buluşmalara gitmesi için ısrar ettiğinde dahi fikri değişmemiş, tanıştığı kadınların hiçbirine dikkatini vermemişti. Evlenmek istemiyordu ki Mahir! Henüz buna hazır değildi. Onun daha büyük sorunları vardı. Ondan başka kimse bunları düşünmüyor, dert etmiyor olabilirdi ama Mahir’in bunları aşmaya ihtiyacı vardı. Yolunu, mümkün olan en doğru şekilde bulmalı ve artık aldığı soluklardan rahatsız olmamalıydı. Bir insanın kendine tahammül edememesi ne kadar da korkunçtu, neden kimse anlamıyordu?
Şimdi daha iyiydi. Sebebini bilmiyordu. Zeynep dikkatini dağıtmış olabilirdi. Belki ablasının söylediği mantıksız fikir yüzündendi, âşık olmuş olabilirdi. Belki başka bir şeydi, bilmiyordu ama daha iyiydi. Hâlâ evlenmek istemiyordu. Aynadaki aksine bakarken umutsuzluğa sürüklenen biri, bir kadını nasıl mutlu edebilirdi ki?
Bu yüzden Zeynep’i görmek için uğraşmayacak, fotoğraflarına bakmayacak ve neler olup bittiğini kendi başına kavrayacaktı. Bunu yapabilmek için aklına tek bir şey gelmişti. Bunun faydalı olacağını düşünüyordu. Kalıcı da olacaktı. Aklındaki ihtimallerden hangisi doğru çıkarsa çıksın bir zararı olmayacaktı.
Duygularını, düşüncelerini yazıp gözden geçirecekti. Böylece Zeynep’i neden düşündüğünü, görmek istediğini, bu hisle neden baş edemediğini, anlamayı umuyordu. Bu yüzden sandalyesine oturmuş, yarım saate yakın bir süredir önündeki çizgisiz kâğıda bakıyordu. Yazmaya nasıl başlamalıydı? Yahut nereden?
“Mahir!”
Zehra Ela’nın neşeli çığlığı koridoru sardığında dudaklarını bükerek yerinden kalktı. Daha o kapıya varamadan küçük prensesi yanına ulaşmış, odaya koşarak girip kendini Mahir’in bacaklarına doğru atmıştı. Onu yakalayıp havaya kaldırırken yüzünde gerçek bir tebessüm vardı. Her şey değişmiş olabilirdi ama çocuklara karşı hissettiği şefkati kaybetmesi söz konusu değildi. Onların parıldayan gözlerine ve hakiki kahkahalarına şahit olduğu sürece, bu yönünün değişmeyeceğinden emindi.
“Nasılsın bakalım Zehra Ela?”
“İyim!”
Zehra Ela bu kelimeyi kendince kısaltmıştı ve daha çok “İyiiiiiiim!” şeklinde kullanmayı tercih ediyordu.
“Parka mı gitmek istiyorsun?”
Böyle koşturarak yanına geldiğinde daima bir şeyler isterdi. Nitekim sırıtarak Mahir’in saçlarını çekmeye başlamıştı.
“Hayır.”
“Resim mi yapalım?”
“Hayır!”
“Sana masal mı anlatayım?”
“Hayır!”
Mahir gözlerini kısarak başını kıza yaklaştırdı ve beklemeye başladı. Kızdığından değil, onunla oynamayı sevdiğinden böyle yapıyordu. “Öyleyse ne istiyorsun bakalım?”
“Kulak, kulak, kulak!”
Resmen çığlıklar atarak söylediği kelimeleri destekliyordu. Mahir inlememek için kendini zor tuttu. Şu bir gerçekti ki şarkı söylemekten nefret ederdi. Zehra Ela ise ona aksini yaptırmayı huy edinmişti. Henüz ne yaptığını bilmezken böyleyse büyüdüğünde onu nasıl parmağında oynatırdı, hayal edemiyordu.
“Hadi Mahir! Söyle, söyle, söyle!”
Kuzenini yatağının üzerine oturtup oyuncak organlarını bulmak için odayı karıştırdı. Sonunda renkli bir göz, kulak, dudak ve dişi bulduğunda sandalyesine oturup yüzünü Zehra Ela’ya çevirdi.
Koreografileri şöyleydi: Söylediği her organı, aynı zamanda abartılı hareketlerle gösteriyor; imkânsız olana geldiğinde de oyuncakları kullanarak şarkıyı söylemeye devam ediyordu. Elbette yıllardır doğru düzgün yüzü gülmeyen bir adamın böyle neşeyle dans etmesini izlemek de Zehra Ela’yı kahkahalara boğuyordu.
“İki elim, iki kolum, bacaklarım var.
Her insanda bir burun bir de ağız var.
Her insanda bir burun bir de ağız var.
Sen hiç gördün mü üç kulaklı bir adam?
Sen hiç gördün mü üç kulaklı bir adam?
Olur mu hiç üç kulak dön de aynaya bak, hey!
Olur mu hiç üç kulak dön de aynaya bak.
İki kulak, iki yanak bir de başım var.
Gözlerimde kirpiğim saçlarım da var.
Gözlerimde kirpiğim saçlarım da var.
Sen hiç gördün mü üç dudaklı bir adam?
Sen hiç gördün mü üç dudaklı bir adam?
Olur mu hiç üç dudak dön de aynaya bak, hey!
Olur mu hiç üç dudak dön de aynaya bak.”
***
Akşama doğru odasına çekildiğinde nihayet yazmaya başlamıştı. Elbette önce yazıp karaladığı kâğıtlar biriktirmişti. Başlangıçlar, bazen bitişlerden daha zor olabiliyordu.
Sevgili Zeynep,
Bu çok gayri resmî duruyordu.
Değerli Zeynep Kahraman,
Buysa çok tuhaf…
Zeynep,
Böyle de çok mu ciddiyetsiz olmuştu?
Sayın Zeynep Hanım,
Ah, bu hiç olmazdı.
“Zeynep Kahraman,”
Kâğıda bir süre dikkatle bakıp sonunda bunun yeterli olduğuna kanaat getirdi. Adı ve soyadıydı, bundan daha iyisi olamazdı. Soy isimlerinin birbirine bu kadar yakın olması ne kadar da ilginçti. Üniversitedeyken birkaç arkadaşı bu yüzden onunla dalga geçmişti. Kız sana âşık, soyadınız bile benziyor; evlenmeniz için daha iyi bir vurgu düşünemiyorum doğrusu. Ha ha ha!
Başını iki yana sallayarak bu korkunç anılardan kurtuldu. Mahir, artık eski Mahir değildi. Belli ki Zeynep de eski Zeynep değildi. Zaten o zaman bir şey de yaşanmamıştı. Hoş, şimdi de yaşanmamıştı.
O zaman neden Mahir Karaman, elinde bir kalem, Zeynep’i düşünerek boş bir kâğıda bakıyordu?
“Bu mektubu -belki mektupları- seni düşünerek yazacağım. Her birini özenle, dürüst bir şekilde yazacağım ki önce kendimi anlayabileyim, sonra ne yapacağıma karar veririm.
Mektupları sana verecek miyim, bilmiyorum. Şu an için böyle bir arzum yok. Seni görmek isteyen bir yanım var lakin sebebinden habersizim. Bu yüzden irademin kalan zerrelerini kullanıp bu yanımla savaşmaya karar verdim.
Yine de düşünmeden edemiyorum. Deniyorum,”
Pilot kalemini havaya kaldırıp derin bir nefes aldı. Odada yalnızdı, Zeynep’in mektuplardan haberi bile yoktu ama kalp atışları hızlanmaya başlamıştı. Sanki kız onu izliyormuş ve yazdığı her şeyi okuyormuş gibi hissediyordu.
“… gerçekten deniyorum ama yapamıyorum. Bu çok tuhaf. Bir hayli tuhaf. Benim için anlatamayacağım kadar tuhaf.
Zeynep, seni tanımıyorum. Bir an olsun bile böyle bir iddiada bulanamam. Bu yaz seni gördüğüm güne değin aklıma dahi gelmemiştin. Sadece birkaç çağrışım anında belki, katiyen bilinçli bir şekilde değil. Ve nahoş bir anı olarak yalnızca… Mesela, senin bana olan ilgini bilen birkaç arkadaşımla karşılaştığımızda, beni kızdırmak için adını andıklarında. Anlıyor musun? Böyle ufak tefek anlar dışında asla aklıma geldiğin olmamıştır. Onların tamamını bile hatırlamıyorum. Çünkü hiçbir zaman seni önemsemedim.”
Korkunç bir insan gibi hissetmeye başlamıştı fakat doğru olan bunlardı. Mahir, Zeynep’i yıllar boyunca düşünmemişti. Neden düşünecekti ki? Zeynep, üniversitenin ikinci yılında gördüğü güzel bir kızdı. Mahir’e ilgi duymuş, bunu belli etmiş ve onu rahatsız etmişti. Mahir de kızı paylayıp yoluna devam etmişti. İlişikleri bu kadardı. O hâlde neden, neden, neden şimdi durmuş ona mektup yazıyordu?
“Peki şimdi neden bunları yazıyorum?
Neden aklımdan çıkmıyorsun?
Neden seni görmek istiyorum?
Neden aklından ne geçtiğini bilmek istiyorum?
Aklımda nedenlerle başlayıp nasıllarla biten onlarca soru var. Her birini sana sormak, bir şekilde aydınlanmak istiyorum ama hadsizliğimi içimde yaşamaya çalışıyorum. Ben böyle bir insan değilim. Öyleysem bile değişmek istiyorum. Seni incitip defalarca karşına çıkacak, aklını karıştıracak, sana eskiyi hatırlatıp kalbini kıracak biri olmak istemiyorum.
Öyle biri miyim Zeynep?”
Mahir korkuyla atan kalbini hissettiğinde durdu. Öyle biri mi olmuştu? Zeynep onu öyle biri olarak mı görüyordu?
Yıllar önce kalbini kıran ve şimdi hayatını mahvetmeye çalışan bencil bir adam?
Bunun ihtimali ellerini titretirken yutkundu. Öyle olmak istemiyordu. Kendiyle gurur duymak, kardeşlerine örnek olmak, ailesinin saygısını kazanmak istiyordu. Bunlar beylik laflar ve arzular değildi. Mahir böyle bir insan olmaya ihtiyaç duyuyordu. Bu hep böyleydi. Şimdi bocalıyor oluşu, esas arzularını kaybetmesine yetmezdi ki!
“Eğer öyle biri olduğumu anlarsam bu mektubu sana asla vermem. Bir daha asla seni görmeye çalışmam. Asla ama asla sana geçmişi hatırlatmam. Söz veriyorum.”
Daha fazla dayanamayacağını bildiğinden tarihi ve saati yazarak kalemini elinden bıraktı. Tek bir kâğıttan oluşan kısa mektubu katlayıp dikdörtgen hâline getirdi ve aldığı onlarca zarftan birinin içine yerleştirdi.
Bir şeyler okuma iştiyakı ani bir şekilde içini sararken kitaplığına birkaç saniye göz attı ve defalarca okuduğu kitaplardan birine sığınırken dudakları aralandı.
“İki Uyku Arasındaki Düşünceler
Behçet Beyefendi, merhum zevcesi Atiye Hanımefendinin bundan otuz beş sene evvel, sırf kadın inadını yerine getirmek için birdenbire küçük ve mânasız bir hastalık bahanesiyle genç ve güzel hayatına veda ederek tek başına kendisine bıraktığı geniş ve eski yatakta, bu gece belki bu otuz beş senenin en sıkıntılı uykularından birini uyumuştu.”[1]
[1]Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste, Dergah Yayınları, 2016, s.7