6

1727 Words
Elleri cebinde uzun bir süre yürümüş ve aynı olumsuz düşünceleri irdelemeyi sürdürmüştü. Bazen kendisi bile aklından geçenlere tahammül edemiyor olsa da dönüp dolaşıp aklına takılan yine bunlar oluyordu. Dile kolay, iki yıl geçmişti bu hâlde. Zaman insanların varlığı yahut yokluğuna aldırmamak konusunda istikrarlıydı. Dudaklarını saran alaycı tebessüm eşliğinde onun da bir düzene sahip olduğu gerçeğini anımsadı. Her sorunsuz işin altında nizam vardı, Mahir ne zaman bu uyuma dâhil olacaktı? Gözü bir sahafla buluşuna dek yürümeyi sürdürdü. Ara sokaklardan birinde küçük bir kitapçı keşfetmek onun için sıradandı. Çok sevdiğinden miydi bilmiyordu ama en büyük sığınağı olan kitaplar, ne zaman ihtiyaç duysa karşısına çıkardı. İçeri girerken raflardan yayılan eski kitap ve dükkânı saran oda parfümünün kokusunu içine çekti. İçerisi çok kalabalık değildi, olsa da umursamazdı ya, hemen raflara yöneldi. Mahir kitapların kullanılmış olması fikrini çok severdi. Okumak istediği ne varsa içine not düşülmüş olanlar olurdu niyeyse. Tabii güncel olanlardan ziyade eskiler onu cezbederdi, bunun da etkisi vardı. Gözüne çarpan ilk raftan kenarları bantlanmış, bir hayli eski ve ciltli bir kitabı eline alıp kapağını açtı. İçinde hiçbir şey yazmadığını görünce isteksizce de olsa kitabı yerine bıraktı. Ardından birkaç tanesini daha aynı şekilde kontrol etti. Nihayet beşinci seferinde bir cümlelik el yazısıyla karşılaşmayı başarıp keyiflendi. Yazı çok küçük ve okunaksızdı ama iyice inceledikten sonra “Okumak şifadır gönlüme.” cümlesini seçebilmişti. Kitabı tek eliyle tutup ilerledi ve birkaç rafı daha inceledikten sonra içinde “1999, Ankara” yazılmış bir deneme kitabıyla “Hayatımın aşkına…” yazan bir roman bularak üçünü kucağında istifledi. Şimdilik üç tane yeterliydi. Sahafı iyice gezip inceledikten sonra kitapların parasını ödeyip dışarı çıktı. Eve yakın olmadığı için bir taksi çevirmekle otobüse binmek arasında gidip geldikten sonra bugünlük yeterince kalabalığa tahammül ettiğine karar vererek geçen bir taksiyi durdurdu ve ön koltuğa yerleşti. Adresi verirken kitapta kaldığı yeri açmış, ardından yüzünü cama dönmüş, fısıltı hâlinde okumaya başlamıştı bile. Şayet Mahir bir gün kendini bulacaksa bunun kitaplarla bir bağı olması gerektiğinden emindi. Şoförün ikazıyla okumayı kestiğinde aradan kaç dakika geçtiğini bilmiyordu. Adam ona tuhaf bir şekilde bakıyordu yahut onun fikrine göre tuhaf olan Mahir olduğu için bakışları böyleydi, kestirememişti. Parayı uzatıp arabadan indi. Ablası ona ne kadar çok soru soracaktı bilmiyordu ama daha şimdiden usandığını hissediyordu. Sonucun olumsuz olduğunu, iki tarafın da birbirine ısınamadığını söyleseydi de mesele açılmamak üzere kapansaydı. Ama bunun olma ihtimali oldukça düşüktü. Sonuçta evlenip barklanmış da olsa ablası hâlâ aynı kişiydi. Anahtarıyla kapıyı açıp eve girdi. Kulağına dolan gürültülere bakılacak olursa halası gelmişti. Bunu düşünürken evin içinde yankılanan “Mahir!” nidası ve Zehra Ela’ya ait olabilecek minik adım sesleri onu karşıladı. Kitaplarını yere bırakıp kızı kucaklamak için kollarını iki yana açtı. O üstüne atladığında nefesi kesildi, kızı düşürmemek için dengesini bulmaya çalışırken neşeyle güldü. “Yavaş cimcime, devireceksin beni.” “Sana bir şey olmaz.” “Neden olmasın?” “Çünkü sen güçlüsün. İkimizi de korursun.” “Öyle ya, unutmuşum.” Zehra Ela’nın neşeli kıkırtısı üzerine saçlarının üzerini şefkatle öptü. Bir eliyle onu, diğeriyle kitaplarını tutup ayağa kalktı. “Sıkı tutun da düşürmeyeyim seni.” O boynuna sarılırken salona geçti. Annesi ve halası beklentiyle ona bakarken ablası ayağa fırlamıştı bile. “Hoş geldin Mahir! Hadi geç otur, her şeyi anlat bize. Nasılsın? Nasıl geçti? Zümrüt’ü beğendin mi?” “O ne?” Zehra Ela ona bakarken kaşlarını çatmıştı. Mahir çocuğun meraklı hâline bakarken gülümsedi. “O kim desen daha iyi olacak cimcime.” “O zaman…” Sonunu uzatarak sırıttı. “O kim?” “Bir tanıdık.” “Yade bir sakin ol, çocuğu sıkboğaz etme.” Halasına minnetle tebessüm edip tekli koltuklardan birine yerleşti. Kitapları yanına koyup Zehra Ela’yı kucağına oturttu. Onun parmaklarıyla oynadığı oyuna eşlik ederken bir yandan da ailesine ne söylemesi gerektiğini düşünüyordu. Bu kadar büyük bir beklentiye kapılmasalardı keşke de Mahir’i zora sokmasalardı. İşin aslı her zaman enerji dolu olabilen halası ve saçma sapan şeylere sevinen ablasına aşinaydı da ona şefkatle bakan annesinin heyecanına yabancıydı. Mahir onun bu işe karışacağını düşünemezdi bile ama kadın geçen akşam onunla konuşurken bu fikri sevdiğini söylemişti. Evlenmeden önce onun da şu anki hâlinden farklı olduğundan bahsetmişti. Sebepleri katiyen birbirine benzemiyordu söylediğine göre, onunkisi hayattan bile vazgeçecek kadar ağır bir bunalım hâliydi. Öyle ki annesi o zamanlar kendinde bir şeyler hissetme hakkı bile olmadığına inandığını söylemişti. Annesinden böyle sözler duymak Mahir’i sarsmıştı. Onun tebessüm etmeyen bir hâlini asla düşünemezdi. Çocukluğundan beri biliyordu ki annesinin genel olarak sakin bir havası vardı, eylemleri hiç aşırılığa kaçmazdı. Yine de onun mutlu olduğunu kalbinde biliyor, onu güldürmenin tadını her zaman çıkarıyor, anne ve babasının birbirine olan sevgisini hissetmek Mahir’e iyi geliyordu. Oysa annesi de evliliğinden önce mutsuz, umutsuz bir hâlde olduğunu anlatmıştı. Ailesini kaybedip akrabalarının yanında yaşamış, onları buna mecbur etmenin yükünü yıllarca içinde taşıyıp kendinden vazgeçmişti. Böylece yük olmayacağını ummuştu ama zamanla kendini kaybedip hiçbir şey hissetmeyen, istemeyen biri hâline gelmişti. “Eğer babanla tanışmasaydım ve onun başta beni şaşırtan ilgisini hissetmeseydim, saklandığım kabuktan asla çıkamayabilirdim. Babanı seviyorum Mahir, eminim bunu biliyorsundur, duymak sana garip gelse de. Fakat bunun yanında ona karşı içimde hiç tükenmeyen bir minnet ve güven duyuyorum. Beni ayakta tutacağını, ne zaman kendimi kaybetsem beni geri getireceğini biliyorum. Üstelik bunu bir amaç uğruna da yapmayacak. Sırf Efe Karaman olduğu için yapacak. Doğası böyle, bana olan hislerini belli etme anlayışı böyle.” Zehra Ela’nın onu dürtmesi üzerine annesine takılan bakışlarını çocuğa çevirdi. “Mahir bana şarkı söyle! Hani çocukken söylüyormuşsun ya, okulda?” Bir an anlamayarak kaşlarını çattıysa da sonunda utanç içinde kızı yere bırakıp isteğini yerine getirdi. Kim izletmişti çocuğa o videoyu bilmiyordu ama o ne kadar unutmak istese de Zehra Ela bu olayı unutmuyor, her aklına geldiğinde kendisinden şarkıyı söylemesini ve tabii söylerken o çocuksu, aptal dansı da yapmasını bekliyordu. Mahir de nedense ona hiçbir zaman hayır demeyi başaramıyordu. Tüm zaafları -annesi, ablası, halası ve Zehra Ela- ona kahkahalarla gülerken iki elini birleştirip balık gibi hareket ettirmeye başladı. Bir yandan da kalın ve sakin sesiyle şarkıyı söylemeye çalışıyordu ancak bunu her yaptığında olduğu gibi yüzü utançla kızarmaya başlamıştı bile. “Kırmızı balık gölde, Kıvrıla kıvrıla yüzüyor. Balıkçı Hasan geliyor. Oltasını atıyor. Kırmızı balık dinle, Sakın yemi yeme, Balıkçı seni tutacak Sepetine atacak Kırmızı balık kaç kaç…” Son kısımda Zehra Ela evi çınlatan kahkahalarıyla ortalıkta koşuyor, Mahir de onu yakalama çabası göstermese de son cümleyi tekrarlayarak oyununa eşlik ediyordu. Kız yorulup da annesinin kucağına saklanana kadar evde epeyce koşturmuşlardı. Nihayet yorgunlukla koltuğuna çöktüğünde ablası gözlerinden akan yaşları siliyor, annesi bile karnını tutarak gülüyordu. “Bu şarkıyı sana asla unutturmayacak.” Halasının tebessümüne eşlik ederek arkasına yaslandı. “Biliyorum, ona izletenler utansın.” “Artık uyuyalım mı Zehra Ela? Yeterince oynadın, değil mi?” “Hayır!” Kız itiraz etse de halası aldırmamıştı. Onu kucağına alıp ayaklandığında gözleri bir an Mahir’i buldu. “Ben gelmeden anlatırsan bozuşuruz.” Ne kadar erteleyebilse o kadar hoşuna giderdi. Bu yüzden başını sallayarak halasına gülümsedi. Onlar odadan çıkarken ablası “Bari içecek bir şeyler hazırlayayım,” diyerek ayaklanmış, annesi de aldığı kitaplara bakmak için yanına gelmişti. “Karpuz olmasın ama?” diye sataştı ablasına. Onun huysuzca söylenmesine karşılık sırıtırken annesiyle kitapları karıştırmaya başlamıştı bile. Şüphesiz aldığı kitaplar içinde en beğendiği ilkiydi. Annesi merakla yıpranmış sayfalara bakarken bir kez daha kadının söylediklerini düşünmeye başladı. Öğrendiği günden beri anne ve babasının evliliklerinin garip bir yolla olduğunu düşünüyordu. Ama nasıl olduysa detayları öğrenmek içinin şükranla dolmasına sebep olmuştu. Mahir kitaplarını inceleyen annesine bakarken iyi ki annem ve babam tanışmış, diye düşünüyordu. Annesinin kendini hiçbir şeye layık görmediği bir dünyada yüzünün gülebileceğini düşünemiyordu. Bu yüzden ne kadar tuhaf bir yolla bir araya geldiklerinin önemi yoktu, ailesi bir arada olduğu için mutluydu. *** Ablası işi abartıp olayı resmen beş çayına çevirmişti ama sesini çıkarmadı. Nasıl olsa kendini üç kadının soru yağmuru altında kalmaktan ve altın gününe dâhil edilmiş umutsuz kişiler gibi hissetmekten alıkoyamayacaktı. Bu yüzden direnmek yerine çayından birkaç yudum aldıktan sonra o meraklı gözlere sırayla baktı. İlk konuşan elbette ablası oldu. “Güzel kız, değil mi Mahir?” Mahir’e sorarsanız güzellik gören göze göre değişirdi. Elbette Zümrüt Hanım’ın itici bir yanı yoktu, genel yargılar hesaba katılırsa fazla güzel bile sayılırdı. Oysa fikirlerinin uyuşmadığı birinin hafızasında yer edinmesi söz konusu olamazdı. “Güzel,” dedi yine de. “Çok güzel bence de. Neler konuştunuz peki?” Ablası öyle hevesli görünüyordu ki gülmemek için bardağına sığındı. “Kaç yaşında olduğunu sordum.” “Ama sana söylemiştim!” “Yade…” Annesi araya girdiğinde Mahir gülümsedi. “O da bana ne iş yaptığımı sordu.” O hevesli çehreler aniden endişeyle bezenirken Mahir daha geniş gülümsedi. “Ona durumumdan bahsettim.” Detaylara girmemişti ancak Mahir’i tanıyan birisi şu üç cümleden bile Zümrüt İçel ile bir daha karşı karşıya gelmeyi düşünmediğini kolaylıkla anlayabilirdi. “O ne dedi peki?” Halası bu soruyu tedbirli bir şekilde sormuştu. Belli ki hassas konuya girmemeye çalışıyordu. Mahir’in iki yıllık yarasına dokunmak istemiyordu. İşe yaramaz herifin teki olup çıkmasına karşı yorum yapmayacaktı. Bazen bunu kendisi de çok merak ediyordu ama acaba ailesi ona, varlığına nasıl sabrediyordu? Kimse bu ruhsuz bedeni tutup sarsmak istemiyor muydu? Çünkü şunu çok iyi biliyordu ki ailesinin aksine, eski benliği hayatının bir köşesinde olsa onu güzelce silkeleyip bir köşeye fırlatıverirdi. “Babamın yanında çalışmayı düşünüp düşünmediğimi sordu.” Üçü de bu sözün ardından gözlerini ondan kaçırdı. Mahir boşalan bardağını önündeki sehpaya yerleştirdi. Tabağındaki sarmalardan atıştırmaya başladığı sırada odayı saran sessizlik sürüp gitmekteydi. Hiçbirinin yüzüne bakmamasına rağmen onların imalı bakışmalar eşliğinde bir karara vardığını biliyordu. Yine de gülümserken içi rahatlamıştı. Her şeye rağmen ailesi yanında olduğu için ne kadar da şanslı olduğunu unutmamalıydı. Dünyada böylesine gereksiz bir şekilde yaşıyorken ona başka kim tahammül ederdi ki bu kadar içten bir şekilde? “Bu henüz başlangıç… Kim bilir daha nasıl insanlarla tanışacaksın, değil mi hala?” “Tabii Mahir. Herkes aynı değil sonuçta, değil mi canım?” “Öyle,” dedi bir sarmayı daha yedikten sonra. Omzunu hafifçe silkerken durumdan rahatsız olmadığını belli etmeye çalışıyordu. Şükürler olsun ki konu uzatılmayıp orada kapandı. Ablası da her zamanki neşesiyle onlara Ankara’da yaşadığı bir şeyleri anlatmaya başladı. Mahir sessizce onu izlerken dinliyormuş gibi yaptıysa da aklı çoktan başka yerlere gitmişti. Tabağı bittiğinde kalkıp yeni kitaplarıyla odasına geçti. Onları kitaplığına yerleştirdikten sonra okumakta olduğu kitabı eline alıp bir köşeye sindi. Bir süre kaldığı yerden kitabını okumaya devam edip düşüncelerini düzene sokmaya çalıştı. Bu, gittikçe daha sık tekrarlanan bir eylem olmaya başlamıştı. Belli ki her geçen gün hissettiği stres çoğalıyordu. Ama elinden başka bir şey de gelmiyordu. Ne yapmalıydı? Ne ile meşgul olmalıydı? Neden kendine dahi sözü geçmiyordu ki? Hayatı ne zamana kadar böyle devam edecekti?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD