Gecenin Fısıltıları

1425 Words
Defne, sanat sergisinin kalabalığında, Demir Aslan’la yüz yüze gelmenin şaşkınlığını yaşıyordu. İstanbul’un bu eski konağında, tabloların arasında, sanki Diyarbakır’ın tesadüfü buraya uzanmıştı. Demir’in gözlerindeki o samimi ışıltı, Defne’nin kalbini bir an için hızlandırdı, ama hemen geçmişin gölgeleri devreye girdi. Kerem’in sergilerde başlayan flörtleri, yalan dolu geceleri, hâlâ taze bir yaraydı. “Tesadüfler mi, yoksa takip mi?” dedi Defne, sesinde hafif bir şüphe. Demir, kahkaha attı, ama sesi yumuşaktı. “Söz veriyorum, takip değil. Bu sergi, ailemin sponsorluğunda. Aslan Koleksiyonu, Diyarbakır’dan getirdiğimiz parçalarla dolu.” Defne, tabloya tekrar baktı; bağ bozumundaki kadınlar, sanki Demir’in anlattığı çocukluk anılarını canlandırıyordu. Birlikte tablolar arasında dolaşmaya başladılar. Demir, her eserin hikâyesini anlatıyordu: Bir tablo, babasının bağlarından esinlenmişti; diğeri, Osmanlı döneminden kalma bir ailenin mirasıydı. “Bu resimler, sadece boya değil,” dedi Demir, bir tablonun önünde durarak. “Her biri, bir hikâye taşır. Tıpkı insanlar gibi.” Defne, onun sözlerindeki derinliği fark etti. Demir Aslan, dışarıdan bakıldığında güçlü bir avukat, bir ağanın oğlu gibi görünüyordu; ama içinde, sanata, tarihe olan bir tutku vardı. Bu, Defne’yi etkiledi, ama güvenini sarsmadı. “Peki, senin hikâyen nedir?” diye sordu Defne, gözlerini ona dikerek. Demir, bir an duraksadı. “Bir ağanın oğlu olarak doğdum, ama kendi yolumu çizdim. İstanbul’da hukuk, Diyarbakır’da kökler… Arada kalmış bir hikâye,” dedi, sesinde hafif bir melankoli. Defne, bu açıklık karşısında suskun kaldı. Kendi hikâyesi, Kerem’in ihanetinden sonra, bir kabuk gibiydi. “Hikâyeler bazen yaralayıcı olur,” dedi sadece, tabloya dönerek. Demir, onun sesindeki hüznü yakaladı, ama üstelemedi. “Evet, ama yaralar da iyileşir,” dedi yumuşak bir tonda. Konuşmaları, serginin kalabalığında devam etti. Defne, Demir’in zekâsına, samimiyetine hayran kaldı; o, sadece jestlerle değil, sözlerle de etkileyiciydi. Ama içindeki ses, hâlâ “dikkat et” diyordu. Sergi bitiminde, dışarıdaki serin havada, Demir tekrar sordu: “Bir kahve? Ya da sadece bir yürüyüş?” Defne, bir an düşündü. Diyarbakır’daki o beş dakika, buradaki tesadüf… Sanki kader onları zorluyordu. “Başka bir zaman,” dedi yine, ama bu kez sesinde bir yumuşama vardı. Eve dönerken, Defne’nin aklı karışıktı. Demir’in notu, broşürün arasındaydı: “Tesadüfler, hikâyeler yazar. Bir sonraki satırı sen seç. – Demir Aslan” Bu sözler, onun kalbinde bir soru işareti bırakmıştı. O gece, gümüş kalemi eline aldı ve bir deftere yazdı: “Neden korkuyorum?” Kerem’in yüzü zihninde canlandı; o yalanlar, o kırık hayaller. Ama Demir farklı görünüyordu; sabırlı, ısrarcı ama baskısız. Yine de, Defne duvarlarını indirmeye hazır değildi. Demir ise ofisine döndüğünde, Mert’in soruları onu bekliyordu. “Sergide miydin? O doktorla mı?” dedi Mert, kaşlarını kaldırarak. Demir, gülümsedi. “Tesadüf,” dedi, ama Mert inanmadı. “Demir, senin gibi bir avukat, tesadüflere inanmaz. Bu kız kim?” Demir, oturdu ve anlattı; hastanedeki karşılaşma, Diyarbakır’daki dükkân, şimdi sergi. “Sadece bir beğeni,” dedi, ama sesi kendi sözlerini yalanlıyordu. Mert, “Dikkat et, oğlum. Diyarbakır’da baba evlilikten bahsediyor, sen burada bir doktora kapılmışsın.” Demir, güldü, ama içindeki çekim güçlüydü. Defne’nin temkinli bakışları, onun için bir meydan okumaydı. Günler geçti, ikisi görüşmedi. Defne, hastanede yoğunlaşmış, Demir hukuk dosyalarında kaybolmuştu. Ama o tesadüf, ikisinin de hayatında küçük bir iz bırakmıştı. Defne, bir hastasının yaralarını sararken, kendi yaralarını düşündü. Demir, bir davayı kazanırken, Defne’nin sakin gücünü anımsadı. Bu, aşkın başlangıcı değildi; sadece bir beğeninin derinleşmesiydi. Ve hikâye, yeni tesadüfleri bekliyordu. İstanbul’un aralık geceleri, Boğaz’ın soğuk rüzgarıyla birlikte bir sırlar perdesi gibi iniyordu şehre. Defne Yılmaz, hastaneden çıkmış, Galata’nın dar sokaklarında yürüyordu. Zihninde, sanat sergisindeki o son tesadüf yankılanıyordu: Demir Aslan’ın gülümsemesi, o notu – “Bir sonraki satırı sen seç.” – ve kendi içindeki çelişkiler. Defne, dört yıldır kimseye güvenmemişti. Kerem’in ihanetinden sonra, kalbi bir kale gibiydi; duvarları yüksek, kapıları kilitli. Ama Demir, o duvarlara sızan bir rüzgar gibiydi – ısrarcı ama nazik, samimi ama gizemli. “Aptallık etme, Defne,” diye mırıldandı kendi kendine, eldivenli ellerini ovuşturarak. O gece, bir arkadaşının ısrarıyla katıldığı bir yılbaşı partisine gidiyordu. “Gel, eğlen biraz,” demişti arkadaşı Ece. “Hayat sadece hastane değil.” Parti, Beyoğlu’ndaki eski bir binanın çatı katındaydı. Müzik yüksek, ışıklar yanıp sönüyor, insanlar kahkahalarla doluydu. Defne, içeri girer girmez pişman oldu. Kalabalık, onun sakin ruhuna fazla geliyordu. Bir köşede, elinde bir kadeh şarapla durdu, etrafı izleyerek. Tam o sırada, kalabalığın arasından bir ses yükseldi: “Doktor Hanım, burada mıydınız? İstanbul’un tesadüfleri bitmiyor mu?” Defne, başını çevirdi ve işte yine o – Demir Aslan. Lacivert bir kazak, koyu kot pantolonla, elinde bir bira şişesi, gülümsüyordu. “Sen… Parti mi?” dedi Defne, şaşkınlığını gizleyemeyerek. Demir, kahkaha attı. “Evet, arkadaşımın partisi. Sen de mi? Bu sefer takip ettiğine inanacağım!” Defne, istemeden güldü. “Hayır, hayır. Arkadaşım Ece davet etti. Senin arkadaşın mı ev sahibi?” Demir, başını salladı. “Evet, Mert. Hatırlarsın, ofisimden. Gel, seni tanıştırayım. Ama önce, bir içki? Yoksa hastane nöbeti gibi mi davranayım, alkol yok?” Defne, muzip bir gülümsemeyle, “Bir kadeh daha alabilirim. Ama sen avukat olarak, dava mı açacaksın bana?” Demir, göz kırptı. “Belki, ama savunmanı dinlerim önce. Gel, şu kalabalıktan uzaklaşalım.” İkisi, çatının kenarına, Boğaz manzaralı bir köşeye çekildiler. Müzik fonda uğulduyor, ama onlar kendi dünyalarına dalmışlardı. Demir, “Diyarbakır’dan sonra, seni burada görmek… Sanki bir romanın kahramanlarıyız,” dedi, sesinde eğlenceli bir ton. Defne, şarabından bir yudum aldı. “Roman mı? Hangi tür? Polisiye mi, yoksa trajikomik?” Demir, güldü. “Umarım romantik komedi. Ama senin duvarlarınla, belki gerilim.” Defne, kaşlarını kaldırdı. “Duvarlar mı? Senin tesadüflerinle, belki macera.” Konuşmaları, hafif atışmalarla akıyordu; Demir’in Diyarbakır anıları, Defne’nin hastane maceraları. “Bir keresinde, bir hasta bana ‘Doktor, kalbi kırıklar için ilaç var mı?’ diye sordu,” dedi Defne, gülerek. Demir, “Var mı?” diye sordu, gözleri parlayarak. Defne, duraksadı. “Yok, ama zaman iyileştirir derler.” Demir, “Zaman mı, yoksa doğru insan mı?” Bu soru, havayı bir an değiştirdi, ama Defne konuyu değiştirdi. “Peki sen, avukat olarak en komik davan neydi?” Demir, anlatmaya başladı. “Bir seferinde, bir adam kedisini miras bırakmak istedi. Ailesi dava açtı, ben kedinin avukatı oldum! Mahkemede, ‘Miyav’ diye savunmamı yaptım.” Defne, kahkaha attı, gerçekten eğleniyordu. “Yalan söylüyorsun!” Demir, elini kalbine koydu. “Yemin ederim! Kedi kazandı, mirasın yarısını aldı. Şimdi lüks mama yiyor.” Konuşmaları, bol laflı, eğlenceliydi; Demir’in mizahı, Defne’nin zekâsı birleşince, zaman uçup gidiyordu. Ama Defne’nin içinde, o eski korku hâlâ vardı. “Neden bu kadar ısrarcısın, Demir?” diye sordu birden, sesi ciddileşerek. Demir, bir an durdu, birasını kenara koydu. “Çünkü seni gördüğüm ilk andan beri, bir şey hissettim. Hastanede, o dikiş atarkenki sakinliğin… Diyarbakır’da, o kitapla… Burada, bu kahkahalarınla… Sen, sıradan değilsin, Defne. Ve ben, sıradanı sevmiyorum.” Defne, gözlerini kaçırdı, Boğaz’ın ışıklarına baktı. “Ben… Güvenemiyorum, Demir. Geçmişimde biri vardı, Kerem. Bana dünyaları vaat etti, ama hepsi yalandı. O günden beri, kalbim taş gibi.” Demir, yumuşak bir sesle, “Anlıyorum. Ama ben yalan söylemem. Ben Demir Aslan’ım, Diyarbakırlı bir ağanın oğlu. Babam bana dürüstlüğü öğretti. Eğer istersen, yavaş gideriz. Bir kahve, bir yürüyüş… Tesadüfler devam etsin.” Defne, gülümsedi. “Belki. Ama bu gece, eğlenelim mi?” Demir, “Tamam! Dans edelim mi?” Defne, “Dans mı? Ben doktorum, ritim tutturamam!” Demir, elini uzattı. “Ben öğretirim. Gel!” Partinin ortasında, müzik hızlanınca, Demir Defne’yi piste çekti. Adımları karışık, kahkahaları boldu. Defne, yıllardır böyle eğlenmemişti; Demir’in elleri sıcaktı, ama baskısız. “Sen Diyarbakır’da dans eder miydin?” diye sordu Defne, nefes nefese. Demir, “Bağ bozumunda, halay çekeriz! Ama seninle, vals olur.” Eğlence, merakı da getiriyordu; Demir’in ailesi, babasının evlilik baskısı, Defne’nin Kerem’le ilgili sırları… Ama o gece, hepsi arka plandaydı. Parti bitimine yakın, Mert yanlarına geldi. “Demir, bu mu o meşhur doktor?” dedi, gülerek. Defne, utandı, ama Mert, “Hoş geldin! Demir senden bahsedip duruyor.” Demir, “Sus, Mert!” dedi, ama kahkaha attı. Ece de geldi, “Defne, sen eğleniyorsun mu? Bu adam kim?” Defne, “Tesadüf adamı,” dedi. Grup sohbeti, bol laflı ve eğlenceliydi; Mert’in avukatlık anıları, Ece’nin hastane dedikoduları. Ama gece biterken, Demir Defne’yi kapıya kadar geçirdi. “Bir sonraki tesadüf ne zaman?” diye sordu. Defne, “Belki sen ara, tesadüf olmasın.” Demir, şaşırdı. “Numaranı verir misin?” Defne, bir an tereddüt etti, ama verdi. “Ama yavaş, tamam mı?” Eve dönerken, Defne’nin kalbi heyecanlıydı. Demir, arabasında, numarayı kaydederek gülümsedi. Ama hikâye, burada bitmiyordu. Ertesi sabah, Defne’ye bir mesaj geldi: “Günaydın, Doktor. Dün gece eğlenceliydi. Bir kahve?” Defne, cevap yazdı: “Belki yarın.” Ama o “belki”, bir kapının aralanmasıydı. Demir’in babası, Diyarbakır’dan aradı: “Oğlum, bir kız mı var? Aileye getir.” Demir, “Zamanı var, baba.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD