Gâzel, yağmurun altında hızlı adımlarla otogarın yolunu tutarken, evin içinde hâlâ tokadın yankısı vardı.
Hafsa, annesine dönüp öfkeyle konuştu:
“Anne… Sence o tokat fazla olmadı mı? Kız zaten can çekişiyor, bir de sen… Sen ona hiç kıyamazdın ki! Nasıl elin kalktı?”
Melek Hanım’ın yüzü asılsa da sesi sertti.
“Biliyorum, keşke vurmasaydım! Ama başka türlü kendine gelemiyor. Hâlâ o Emirhan’ın onu sevdiğine inandırıyor kendini! Kızın adı köyde dillere düşmüş, iftiralar havada uçuşuyor. Sen hâlâ bana tokattan mı bahsediyorsun?”
Hafsa gözlerini kısmış, sesi titriyordu.
“Anne, o benim kardeşim, seninde biricik kızın! İftiraya uğramış, sevdiği tarafından terk edilmiş… Bunlar yetmemiş gibi birde üstüne görücüleri çıktı… Bu yaşadıkları kolay mı sanıyorsun? Mantıklı davranmasını nasıl bekliyorsun?”
Melek Hanım sinirle ellerini salladı.
“Ne yani? Ömrünün sonuna kadar Emirhan’ın peşinde mi sürünecek? Üzerinden bir yıl geçti Hafsa! Bir yıl! Hâlâ aynı yalanın içinde yaşıyor. Artık kabullenecek, başka yolu yok!”
Hafsa bir adım ileri çıktı, gözleri dolmuştu.
“Sen böyle bastırdıkça kabullenmez anne! Senin bu sertliğin onu daha çok koparıyor bizden!”
Melek Hanım, öfkesini yutmaya çalışarak derin bir nefes aldı.
“Hadi… Yarım saat geçmedi mi? Git bak hazırlanmış mı. Yoksa o çocukla evlenmek istemese de, bu gece nişanı olacak!”
Hafsa, dişlerini sıkarak başını salladı.
“Tamam…”
Koridora doğru yürürken adımları ağırlaştı. İçine çöken o uğursuz his, adeta kalbini sıkıştırıyordu. “Allah’ım, inşallah düşündüğüm şey olmaz,” diye mırıldandı. Gâzel’in odasının önüne geldiğinde kapıya vurdu.
“Güzelim, hazır mısın? İçeri gireceğim.”
Sessizlik…
Bir kez daha seslendi, yine yanıt gelmedi. Tokmağı çevirip içeri girdiğinde kalbi duracak sandı. Oda bomboştu. Hafsa hemen içeri girdi gazelin dolabına baktı feracesi ve çantası yoktu. Yeni aldığı spor ayakkabılar da yoktu. Pencere ardına kadar açıktı.
Hafsa pencereye doğru bir adım attı, sonra olduğu yerde kaldı. Yağmurun sesi, açık pencereden içeri vuruyordu. Boğazı düğümlendi. Dudaklarından yalnızca şu söz döküldü:
“Güzelim… Sen ne yaptın? Tek çare bu muydu?”
Salonda oturan Melek Hanım, kızlarının hâlâ gelmemesinden rahatsız olup koridora yöneldi. Tam kapıya yaklaşırken, karşısında gözleri yaşlı Hafsa’yı gördü.
Melek Hanım telaşla yanına koştu.
“Ne oldu kızım? Bu hâlin ne? Niye ağlıyorsun? Yoksa…”
Aklına gelen ihtimalle kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu. “Kardeşine bir şey mi oldu? Söylesene Hafsa!”
Ravza, boğazındaki düğümü yutkunarak çözmeye çalıştı.
“Anne… Şey… Gâzel…”
“Ne var , ne oldu Gazele? Lafı ağzında geveleme de söyle!” diye sertçe kesti Melek Hanım.
Hafsa, gözlerinden süzülen yaşları artık durduramadı.
“Anne… Gâzel evden kaçmış. Çantası yok… Feracesi yok… Yeni aldığı spor ayakkabılar yok. Pencere de açık…”
Melek Hanım’ın dizlerinin bağı çözüldü. Elini duvara dayayarak derin bir nefes almaya çalıştı. Kalbi öyle hızlı atıyordu ki, yağmurun sesi bile o ritmi bastıramıyordu.
“Allah’ım sen koru… Ya bu yağmurda nereye gider bu kız?” diye fısıldadı.
Hemen ardından Hafsa'nın kolunu tutup pencereye yöneldi. Yağmur damlaları içeri sıçrıyor, dışarıda karanlık gece ve boş sokak görünüyordu. Uzaktan bir köpeğin havlaması duyuldu. Melek Hanım’ın içi daha da sıkıştı.
“Hafsa… Çabuk! Babana haber ver, Gâzel’i bulmamız lazım!” dedi.
Yağmur, pencerenin pervazından içeri düşerken, ikisi de biliyordu ki artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı…
Gazel otogara vardığında hem çok ıslanmış hem de halsiz düşmüştü. Hakkari’ye en yakın saatte giden otobüslere baktı ve saat 12 gibi kalkan bir otobüs bulabildi. Daha otobüs saatine 1,5 saat vardı, o da bekleme salonunda oturup saatin gelmesini bekledi. Sonra evden kaçışını ve annesinin ilk defa ona el kaldırması o anlar aklına doluştu. Sonra kendi kendine “Ben size kanıtlayacağım Emirhan’ın beni terk etmediğini ve buraya geri döneceğini. Gerçekleri öğrendiğinizde benden özür dileyeceksiniz,” der.
Bu düşünceler içindeyken birden ürperti gelir Gazel’e, hava esmeye başlamıştı. Gazel evden kaçtığında yağmur hâlâ yağıyordu, o yüzden elbiseleri ıslanmıştı, şimdi de esen rüzgârdan dolayı üşüyordu. “Sanırım bugün hasta olacağım,” diye geçirdi içinden. “Daha sonra Hakkari’ye kadar dayanmalıyım, ondan sonra hastaneye giderim ama şimdi olmaz,” diye düşünüyordu.
Bir buçuk saat sonra otobüs saati geldi ve gazel yola çıktı.
3 saat sonra... Otobüs hakkeriye varmıştı.
Gâzel, Hakkâri’ye vardığında sabah ezanı okunmaya başlamıştı. Yorgun, ıslak ve halsizdi. Otogardan doğruca askeriyeye gitti. Kapıda nöbet tutan iki asker, yaklaşan genç kızı dikkatle süzdü.
“Buyrun, kime bakmıştınız?” diye sordu biri.
Gâzel, titrek bir sesle, “Emirhan Sayar komutan burada mı?” dedi.
Askerlerden biri kaşlarını çattı. “Siz kimsiniz, neden sordunuz?”
“Ben… onun nişanlısıyım,” dedi Gâzel. “Ona sürpriz yapmak istedim. Nerede olduğunu söyler misiniz?”
Askerlerden diğeri gülümsedi. “Sanırım arka bahçedeydi. İsterseniz biz sizi götürelim. Hatta isterseniz telefon edip haber de verebiliriz.”
Gâzel hemen başını salladı. “Hayır… Onun haberi olmasın. Gerçekten sürpriz olsun istiyorum. Rica etsem, ben kendim gideyim.”
Kimlik bilgilerine baktıktan sonra askerler, “Peki, buyurun,” diyerek kapıyı açtılar.
Gâzel, arka bahçeye doğru ilerlerken binanın çıkışında onu fark eden Zeyd Yüzbaşı, kaşlarını çatarak peşine düştü. “Bu kız askeriyede ne arıyor? Kim aldı içeri?” diye mırıldandı kendi kendine.
Arka bahçeye vardığında Gâzel’in adımları yavaşladı. Gözleri bir an için dondu kaldı: İki kişi, loş ışıkta birbirine sarılmış, öpüşüyordu. Geri dönmek üzereyken, adamın kolundaki dövme dikkatini çekti. O dövmeyi tanıyordu… Emirhanın kolunda da böyle bir dövme vardı.
Gözleri, gördüğü manzara karşısında donup kaldı. O an, sanki kalbine keskin bir hançer saplanmış gibiydi; öyle derin bir hayal kırıklığı yaşıyordu ki nefesi kesildi.
Beyninde annesinin, babasının ve ablası Hafsa’nın sözleri yankılanıyordu.
Gözlerinden süzülen yaşlarla, titreyen dudaklarından şu cümle döküldü:
“Hepsi haklıymış… Ben kendimi kandırmışım.”
Ama yaşadığı bu acının, bu hayal kırıklığının tek sebebi, bütün bu olanların sorumlusu yalnızca Emirhan’dı.
Ve bunun hesabını şimdi sormalıydı.
Birkaç adımda yanlarına vardı, onları sertçe ayırdı ve Emirhan’a öfkeyle bağırdı:
“Ben onca yolu, onca çileyi, rezil olma pahasına sana gelmek için çektim! Sırf yüzünü görebilmek, sarılabilmek için! Sen beni böyle mi karşılıyorsun? Ne yaptım sana? Seni sevmekten, sana inanmak ve seni savunmaktan başka ne suçum vardı benim? Bu kız için mi çöpe attın her şeyi? Bunun için mi yaktın beni? Ben senin hasretinle günleri sayarken sen burada başkasına mı sarıldın?!”
Emirhan önce karşısında Gâzel’i görünce afalladı, ardından yanında duran kıza dönüp, samimi bir şekilde gülümsedi.
“Canım, bize biraz müsaade eder misin? Ufak bir yanlış anlamayı düzeltip gelirim.”
Sinem ifadesiz bir yüzle başını sallayıp ağır adımlarla lojmana gitti.
Emirhan bu kez tüm dikkatini Gâzel’e çevirdi, bakışlarında küçümseme vardı.
“Sen gerçekten delirmişsin. Ne sevgisi, ne hasreti? Ben seni hiçbir zaman istemedim, Gâzel! Seni annem zorla dayattı bana. O saçma nişanı da hemen bozdum. Bunu bilmen gerekirken hâlâ burnumun dibine kadar gelmişsin. Şu hâline baksana, perişansın… Senin gibi biriyle olacağımı mı sandın? Kendini fazla mı değerli zannettin?”
Sözler Gâzel’in yüreğini lime lime etti. Ama Emirhan, acımasızca devam etti:
“Madem buralara kadar geldin, boş dönme. Hani bana aşıktın ya… Belki de tek işe yarayacağın şey bu olur.”
Gâzel, bu laflarla yüzüne kaynar su dökülmüş gibi irkildi, geri çekildi.
“Yaklaşma bana!” diye bağırdı ve bütün gücüyle tokat attı.
Emirhan’ın yüzü gerildi, bir anda gazelin kolunu kavradı.
“Sen ne yaptığını sanıyorsun? Bu kadar peşimden koşan sen değil miydin? Şimdi numara mı yapıyorsun?”
Gâzel, boğazına düğümlenen hıçkırıkla, “Ben… böyle pislik birini sevmiş olamam. Sana inandığım her günümden utanıyorum,” dedi, kalbi kırılmıştı.
Emirhan alaycı bir kahkaha attı.
“Senin gibiler ancak hayal kurar, Gâzel. Benim seviyemde olmadığını hâlâ anlayamadın mı? Sen çamurda debelenirken ben gökyüzündeyim.”
“Senden… nefret ediyorum!” diye haykırdı Gâzel, gözyaşları artık dinmeden akıyordu.
Emirhan gözlerini kısıp, buz gibi bir sesle, “Ben zaten seni hiç sevmedim… Hatırlanacak tek yanın, bana olan zavallı hayranlığın olacak,” dedi.
Gazel Emirhana bakıp hızla gözlerinde ki yaşları sildi ve ona sinirli gözlerle bakıp.
"Ben bugünü unutmayacağım, ve sana da unutturmayacağım ne kadar zavallı biri olduğunu. Zamanı geldiğinde Bender yalvararak af dileyeceksin Emirhan sayar. Ama ben asla ama asla affetmeyeceğim seni!" der ve...
Gâzel arkasını dönüp koşarak uzaklaşır, ama her adımda kalbindeki kırık daha da derine saplanıyordu.
Gâzel, hızla uzaklaşırken bir köşede onları izleyen Zeyd Yüzbaşı’ya çarptı. Gözleri yaşlı, başını kaldırıp Zeyd’in gözlerine baktı, sonra tekrar yere indirdi. “Affedersiniz…” dedi.
Zeyd hafifçe başını eğdi. “Önemli değil. Siz iyi misiniz?” dedi.
Gâzel, “Ben…” diye başladı, ama cümleyi bitiremeden gözleri karardı. Zeyd, onu düşmeden kollarına aldı.
Hiç vakit kaybetmeden kucakladı ve revire doğru yürüdü.