kaçış
Sabah güneşi pencerelerden içeri sızarken umut dolu bir gün başlıyormuş gibiydi. Ama gece bastırdığında, gökyüzü birden karardı. Kara bulutlar toplandı, rüzgâr uğultuyla camları titretti ve yağmur bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı. Sanki âlem, Gâzel’in kalbindeki fırtınaya ortak olmuştu. Gökyüzü bile onunla birlikte ağlıyordu.
“Gâzel, ağlamayı kes artık. Kalk, hazırlan. Misafirler gelecek birazdan,” dedi ablası Hafsa, sert ama yorgun bir sesle.
Gâzel, elindeki mendili buruşturdu. Hıçkırıkları, derin bir acının boğuk sesi gibi yankılandı odada.
“İstemiyorum abla... Neden anlamıyorsunuz? Ben Emirhan’dan başkasıyla evlenmem!”
“Gerçeği gör artık!” diye patladı Hafsa. “Emirhan seni istemiyor! Eğer isteseydi, o nişan yüzüğünü parmağından çıkarıp seni ortada bırakır mıydı?”
Gâzel başını salladı, gözyaşları yanaklarından süzülürken titreyen sesiyle mırıldandı:
“Evet… Gitmiş olabilir. Ama bu, beni sevmediği anlamına gelmez ki. Belki mecburdu. Belki elinden bir şey gelmedi, kim bilir...”
Hafsa iki adım atıp Gâzel’in karşısında dikildi. “Allah aşkına Gâzel, yeter artık! Kendini kandırmayı bırak! O seni istemiyor. Kaç kere daha söylemem gerekiyor sana? İstemiyor!”
“Yeter!” diye haykırdı Gâzel, ayağa fırlayarak. Gözlerinde hem öfke hem umutsuzluk vardı. “O beni istemese de ben onu istiyorum! Kalbim hâlâ ondayken başkasına nasıl ‘evet’ diyeyim? Ben Sinan’a yar olmam!”
Hafsa derin bir iç çekip yatağın kenarına çöktü. Yüreği eziliyordu ama çaresizdi. Gâzel’in elini tutmaya çalıştı, göz göze geldiler.
“Bu gece o nişan olacak, Gâzel,” dedi sessiz ama kararlı bir tonla. “İstesen de istemesen de… Olmak zorunda. Ne kadar erken kabullenirsen, o kadar az acı çekersin.”
Gâzel, ablasının elini hızla itti. Göğsü öfkeyle inip kalkıyordu.
“Hayır! Bu gece o nişan olmayacak! Ve ben asla Sinan’la evlenmeyeceğim! Asıl siz bunu kabul edin, çünkü bu benim hayatım!”
Kapının önüne yürüdü ama birkaç adım kala durdu. İçinden geçenleri kelimelere dökmek o kadar zordu ki...
Hafsa arkasından baktı, elleri titriyordu. Gâzel’in bu isyanı kalbine dokunuyordu ama elinden gelen bir şey yoktu. Çünkü o nişan olmak zorundaydı. Emirhan’ın geri çekilmesiyle Gâzel’in adı köyde lekelenmişti. Babalarının başı eğilmiş, her adımda dedikodu peşlerine düşmüştü. Herkes Gâzel’in Emirhan’la gizli işler çevirdiğini, işi bitince terk edildiğini konuşuyordu.
Oysa bu bir iftiraydı. Gâzel, köyde diniyle, ahlakıyla tanınan, helal-haram sınırlarını titizlikle gözeten bir kızdı. Ama insanlar iftirayı gerçeğe, suskunluğu da kabule çevirmekte çok ustaydı...
Tabii, konuşulanlardan Gâzel’in haberi yoktu. Emirhan nişanı atıp onu terk ettikten sonra kendini odasına kapatmış, bir aydır dışarı adımını atmamıştı. Köyde yankılanan dedikodular ona ulaşmasın diye annesi ve babası, Hafsa’yı tembihlemişti.
“Gâzel zaten üzgün. Bu söylentileri duyarsa daha da kahrolur,” demişlerdi.
Oysa Gâzel, kahrolmazdı. Onlara ağzının payını vermesini de çok iyi bilirdi. Ama ailesi, onun onurunun çamura çekilmesini daha da büyütmemek için, her şeyi ondan gizlemişti.
Hafsa derin düşüncelere dalmıştı ki, kapı bir anda sertçe açıldı. İçeri anneleri Melek Hanım girdi. Kapının eşiğinde dikilen Gâzel’in yanına yürüdü ve aniden yüzüne tokadı patlattı.
Yanağına inen sert el, Gâzel’in dengesini bozdu. Gerisin geri düşüp yere çakıldı. Şaşkındı. Canı yanmıştı. Ama ondan daha çok, annesinin ona ilk defa vurması onu kırmıştı.
“Sen ne yapıyorsun anne?” diye bağırdı Hafsa, yerinden fırlayarak.
Melek Hanım öfke dolu gözlerini dikti kızına. “Ne mi yapıyorum? Gâzel Hanım’ı kendine getirmeye çalışıyorum! Yeter artık! Bu kapris, bu inat nereye kadar?”
Sonra tekrar Gâzel’e döndü. Gözleri öfkeyle parlıyordu.
“Bana bak kızım, şimdi ablanla birlikte odadan çıkıyoruz. Yarım saatin var. Geri döndüğümde hâlâ böyle yerde oturuyor olursan, o zaman sana ne yapacağımı sen bile tahmin edemezsin.”
Bu sözlerin ardından Hafsa’yı kolundan tutup odadan çıktı. Gâzel öylece yerde kaldı. Yüzü yanıyordu, ama içi ondan da beter yanıyordu.
Bir süre gözyaşlarının akmasına izin verdi. Sonra kollarıyla gözlerini sildi, yavaşça ayağa kalktı. Gardırobun kapağını açtı, feracesini çıkardı. Şalını ve peçesini çekmeceden aldı. Sessizce giyinmeye başladı. Ardından askıdan sırt çantasını aldı. İçine sadece iki şey koydu: Günlüğü ve biriktirdiği para.
Pencereye yaklaştı. Camı usulca açtı. Dışarısı karanlıktı, gökyüzü hâlâ ağlıyordu. Yağmur sağanak hâlinde yağıyordu, gök gürültüsü uzaklardan homurdanıyordu. Sokağa bakmak için kafasını yavaşça dışarı uzattı. Kimsecikler yoktu. Herkes evine çekilmiş, pencereler örtülmüştü.
Tam o anda bir şey fark etti: Ayakkabıları yoktu. Geri dönüp dolaptan yeni aldığı beyaz spor ayakkabılarını aldı, giydi. Ardından çantasını sırtına geçirdi. Son bir kez odasına baktı. Sonra pencereye yaklaşıp kendini dışarı bıraktı.
Yağmur umurunda değildi. Islanıyordu, üşüyordu belki ama içi sıcaktı. Çünkü ilk kez kendisi için bir adım atıyordu. Sessizce yürümeye başladı. Nereye gideceğini çok iyi biliyordu. Ve artık bu evde kalamayacağını da çok iyi biliyordu.
Bilmediği tek şey gideceği yerde onu karşılayacak olan manzaraydı.