Bölüm 11

1350 Words
BÖLÜM 11: KAYIP TANRILARIN GÖLGESİ Tapınak sarsılmaya devam ediyordu. Her yankıyla, duvarlardan dökülen taşlar yere çarpıyor, çıkardıkları ses sonsuz bir boşlukta kayboluyordu. Ama burası sadece fiziksel olarak çökmüyordu. Sanki tapınağın kendisi, bizi içine çekmeye çalışıyordu. Burası çöküyordu. Ama gerçekten düşen şey tapınak mıydı… yoksa biz miydik? Bedenim ağırlaşmıştı. İçimde bir şeyler sürükleniyordu, sanki bir el, ruhumu içimden çekip almaya çalışıyordu. O an fark ettim: Tapınak beni bırakmak istemiyordu. Çünkü artık ben onun bir parçasıydım. Karan bile korkuyordu. Gözlerindeki panik, onu ilk kez böyle gördüğüm andı. O, her şeyi bilen, her labirentin yolunu bulan Karan bile… şimdi kaybolmuş gibiydi. Bu, onun bile bilmediği bir şeydi. Karan, titreyen sesiyle, “Buradan hemen çıkmamız lazım!” diye bağırdı. Ama sesi bile boğuk geliyordu. Çünkü bu tapınakta sesler bile ölüydü. Ve sonra… Zemin parçalandı. Ayağımın altındaki taşlar çöktü. Boşluğa düşüyordum. Düşüyordum. Ama bu sıradan bir düşüş değildi. Zamanın, mekânın ve gerçekliğin ötesine savruluyordum. Gölgeler etrafımı sardıkça, vücudum ağırlaştı. İçimde bir şey eziliyordu. Sanki ruhum bedenime sığmıyordu. Karan’ın sesi duyulmaz olmuştu. Yalnızdım. Ve sonra… BİR GÖZ AÇILDI. Karanlığın içinde, devasa bir göz belirdi. İçinde yıldızlar yanıyordu. Ama bu bir gökyüzü değildi. Bu, hiçlikti. Beni izliyordu. Ve sonra bir ses yankılandı. **“Bana geri dön.”** Bu sesi tanıyordum. Ama nereden? Ben… kime aittim? Bana geri dön. Ses, kemiklerimin içine işledi. Bu bir çağrı değildi. Bu bir emir, bir hak iddiasıydı. Ama ben kime aittim? Etrafımda yankılanan gölgeler, yüzü olmayan varlıklar gibi kıpırdanıyordu. Birer fısıltıydılar, birer yankı… Ve sonra fark ettim. Bunlar bendiler. Her biri, geçmişten koparılmış bir parçamdı. Unuttuğum, unutturulan… benden alınan şeyler. Ve şimdi… geri istiyorlardı. Karan’ı göremiyordum artık. Sadece ben vardım. Ben ve karanlık. O devasa göz kırpıştı. **“Sen bizden birisin.”** Birden, içimde bir ateş yandı. Ve sonra her şey alevler içinde kaldı. Ateş içimde patladı. Beni saran gölgeler bir anlığına geri çekildi, ama kaybolmadılar. Etrafımda dönmeye, şekilsiz bedenleriyle çember oluşturmaya devam ettiler. Ve sonra, bana dokundular. Soğuk. Ölüm gibi. Boşluk gibi. Kim olduğumu unutturacak kadar güçlü bir yokluktu. Dizlerimin üzerine düştüm. Gölgeler üzerime çökerken, zihnimde yankılanan bir ses vardı. Benim sesim. *“Sen bizden birisin.”* Hayır. Hayır, ben onlardan değildim. Ben bir gölge değildim! Ben vardım! Ateş parmak uçlarımda bir kez daha titreşti. İçimde yanmaya başlayan şey, bu gölgeleri uzak tutabilecek tek şeydi. Ama ben kimdim? Kendimi hatırlamak zorundaydım. Ayağa kalkmaya çalıştım. Gölgeler beni aşağı çekti. Bir tanesi yüzümü okşadı. Dokunuşu bir anlığına tanıdık geldi. Ama o anın içinde boğulmamam gerekiyordu. Başımı kaldırdım. Ve orada onu gördüm. Karan. O da gölgelerin arasındaydı. Ama onun gözleri hâlâ ışığını kaybetmemişti. Beni gördüğünde, çırpındı. Ama gölgeler onu tutuyordu. Tıpkı beni tuttukları gibi. Bir şey yapmalıydım. Ama nasıl? Yüzü Olmayan Tanrı’nın sesi zihnimde yankılandı. **“Ruhunu geri ver.”** O an anladım. Bu yerden kurtulmanın tek yolu, bana ait olanı geri almaktı. Ama hangi ben? Buraya kim olarak gelmiştim? Şimdi kimdim? Parmak uçlarımda yanan ateş benim miydi? Yoksa… Başımı kaldırdım. Gölgeler üzerime çökmek üzereydi. Alevleri hissettim. Ama bu kez korkmadım. Bu kez, ateşin bana ait olup olmadığını sorgulamadım. Çünkü önemi yoktu. Eğer bu ateş bana hükmetmeyecekse… ben ona hükmederdim. Derin bir nefes aldım. Ve içimdeki ateşi serbest bıraktım. Alev içimden dışarı taştı. Ellerimden, kollarımdan, göğsümden… her yerimden fışkıran bir yangın gibiydi. Gölgeler çığlık attı. Ölümün sesi gibi, uğursuz ve kulak tırmalayan bir inilti yankılandı tapınağın çürüyen duvarlarında. Çekildiler. Ama yok olmadılar. Beni sarmalayan karanlık, bir anlığına dağıldı. Ama o boşlukta ben kimdim? Külün içinde yanan bir kıvılcım mı? Yoksa kıvılcımın içindeki kül mü? Karan’ın sesi, kaybolmaya yüz tutmuş bir yankı gibi ulaştı bana. “**Dur!**” Ama çok geçti. Yanıyordum. Ateş benimle bir olmuştu, ben onunla bir olmuştum. Ama bu, özgür olmak mıydı? Bilmiyordum. Tek bildiğim, etrafımdaki gölgelerin geri çekildiğiydi. Ve birinin çözüldüğüydü. Siyah bir duman gibi döndü, döndü, döndü… ve bana aktı. Bir şey içime doldu. Boşluk. Ve aynı anda hatıralar. Bana ait olmayan, ama tanıdık gelen anılar. Kan. Alev. Bağıran yüzler. Bir tahtın önünde diz çöken insanlar. Ve ben. Baktığım şeyin benim yüzüm olduğunu biliyordum. Ama tanımıyordum. Kimdim ben? Karan’ın sesi, yankılar arasında yeniden yükseldi. **“Ona dokunma!”** Ama ben zaten dokunmuştum. Ve o an… Tapınak çöktü. Karanlıktan sıyrılıp bambaşka bir yere düştüm. Düşüyordum. Ama altımda bir son yoktu. Sonsuz, dipsiz bir boşluğa çekiliyordum. Gökyüzü yoktu. Zemin yoktu. Sadece düşüşün kendisi vardı. Çığlık atmak istedim. Ama sesim çıkmadı. Sonra— Bir el beni yakaladı. Öyle sıkı tuttu ki, sanki varlığımı paramparça etmeden beni bırakmayacaktı. Yukarı çekildim. Boşluk yerini gerçekliğe bıraktı. Ve gözlerimi açtığımda— Bambaşka bir dünyadaydım. Küllerin Krallığı Gökyüzü alev almış gibiydi. Kızıl ve turuncunun binlerce tonuyla, yanan bir deniz gibi gökyüzü kıpırdanıyordu. Ama buradaki ateş yok edici değildi. Bu ateş yaşıyordu. Dünyaya ait bir ateş gibi değildi. Nefes alıyordu. Ayağa kalktım. Zemin, siyah taşlardan yapılmıştı. Her adımımda kül kalkıyor, sonra tekrar yere çöküyordu. Nerede olduğumu bilmiyordum. Ama bir şey kesindi. Burası, benim dünyam değildi. Sonra onu gördüm. Tahtı. Devasa, siyah taşlardan yapılmıştı. Üzerine altın damarlar gibi parlayan, kızıl işaretler oyulmuştu. Ve o tahtın üzerinde… Bir adam oturuyordu. Hayır. Bir adam değil. Bir tanrı. Sırtı dik, elleri tahtın kolçaklarına sıkıca yerleşmişti. Hareket etmiyordu. Ama gözleri açıktı. Gözleri… kan kırmızıydı. Ve bir ses… Benim zihnimde yankılandı. **“Geri geldin.”** Nefesim kesildi. Çünkü bu sesi tanıyordum. Ama nasıl? Ne geçmişimde böyle birini hatırlıyordum… ne de gördüğüm hiçbir şeye benziyordu. Ama içimde bir şey… onu bildiğimi söylüyordu. Ve o anda… Hatıralar geri döndü. Ama benim hatıralarım değildi. Ve işte o zaman anladım. Ben… bu dünyaya zaten aittim. Hatıralar üzerime çökerken, varlığımın kırıldığını hissettim. Bu anılar bana ait değildi ama… bana aitti. Kanın toprağa aktığı savaşlar, küllerden doğan varlıklar, yanarak yok olan şehirler… Ve en korkuncu… Bütün bunların içinde ben vardım. Elimde alevden bir kılıç tutuyordum. Ve önümde… diz çökmüş biri vardı. Ama yüzünü göremiyordum. Kimdi o? Ona ne yapmıştım? Sanki aklımın içinde bir kapı vardı. Açılmaya çalışan ama bir şey tarafından kapalı tutulan bir kapı. Geri çekildim. Ama önümdeki tanrı hareketsiz oturmaya devam etti. Beni izliyordu. Beni tanıyordu. Ve ben onu tanımıyordum. Ama içimde… bir şey ona boyun eğmek istedi. Varlığımın derinliklerinde, dizlerimin üzerine çöküp ona biat etmem gerektiğini söyleyen bir emir yankılanıyordu. Ama neden? Bütün vücudum titriyordu. İçimde iki ses vardı. Biri… kaç diyordu. Diğeri ise… hatırla. Ve sonra… Tanrı konuştu. Ama sesi kulaklarımdan değil, zihnimin en derininden geldi. **"Unutulmuş olan hatırlanır."** **"Ölü olan… geri çağrılır."** Gözlerimi sımsıkı kapadım. Ama kaçamadım. Çünkü o, beni çağırıyordu. Ve sonra— Dünya çöktü. Yere düştüğümde, ayaklarımın altındaki dünya kayboldu. Sonsuz bir boşluğa düşüyordum. Ama bu kez, yalnız değildim. Etrafımda gölgeler belirdi. Bedenleri vardı ama yüzleri yoktu. Tıpkı… tapınaktaki Yüzü Olmayan Tanrı gibi. Ellerini bana doğru uzattılar. Her biri fısıldıyordu. Ama söyledikleri şeyleri anlayamıyordum. Sonra, biri öne çıktı. Diğerlerinden daha uzun. Ve yüzünde… bir maske vardı. Maske, siyah ve kırıktı. Çatlaklarının arasından kırmızı ışık sızıyordu. Ve o, konuştu: **“Geri döndüğünü biliyor.”** **“Ama sen kimsin?”** **“Hatırlıyor musun?”** Boğazım kurudu. Sadece soruya cevap vermem gerekiyordu. Ama bilmiyordum. Ben kimdim? Gerçekten… ben kimdim? Sonra— Beni yakaladılar. Elleri buz gibiydi. Beni çekmeye başladılar. Bağırdım. Ama hiçbir ses çıkmadı. Gözlerim karardı. Ve zihnimde bir kelime yankılandı. **“Küllerden doğan.”** **“Kanla yazılan.”** **“Alevlerin lanetlisi.”** Ve sonra… Hatırladım. Bütün anılar, zihnime çığlıklar gibi geri döndü. Alevlerin içinden yürüyordum. Kan içinde kalmış taşlar, diz çöken krallar, paramparça olmuş tahtlar… Ben… onların sonuydum. Ben yakandım. Ben yıktandım. Ve ben… unuttum. Beni unutmaya zorladılar. Beni bir insana çevirdiler. Ama ben hiçbir zaman insan değildim. Bunu biliyordum. Çünkü bütün krallıklar benim gölgemde yanmıştı. Ve ben… geri dönmüştüm. Gözlerimi Açtığımda Tekrar tapınaktaydım. Ama bu kez, bambaşka bir ben vardım. Elllerime baktım. Parmak uçlarım yanıyordu. Ama bu ateş beni yakmıyordu. Bu ateş bana aitti. Bu ateş… bendim. Karan, birkaç adım geriye çekildi. Gözlerindeki korkuyu gördüm. O, beni tanıyordu. Ama artık… ben kimdim? Ve sonra, tapınak sarsılmaya başladı. Tavan çatırdadı, taş duvarlar çökmeye başladı. Burası artık beni tutamıyordu. Çünkü ben artık buraya ait değildim. Tapınağın kapıları kendi kendine açıldı. Ve dışarıda, bana ait olan dünya beni bekliyordu. Burası bir hapishaneydi. Ama ben mahkum değildim. Ben… gardiyandım. Ve şimdi, zincirler kopmuştu. DEVAM EDECEK…
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD