Bölüm 8

2006 Words
BÖLÜM 8: KAYIP DİYAR VE SESSİZ TANIKLAR Zihnim bulanıktı. Hatırlamaya çalıştıkça, düşüncelerim sanki sis perdesinin ardında kayboluyordu. Son anım neydi? Karan ile yüzleşmiştim. Onu geriye itmiştim, karanlık çözülüyordu. Ama sonra… sonrası yoktu. Şimdi buradaydım. Bu yer neresiydi? Hava, boğucu bir ağırlıkla üzerime çöküyordu. Sanki gökyüzü beni aşağı bastırıyor, kaçmamı engelliyordu. Aldığım nefes ağır ve bulanıktı. Havanın içindeki koku… Çürümüş yapraklar, ıslak toprak, pas… Ve başka bir şey daha. Ölüm gibi kokuyordu. Etrafıma baktım. Ağaçlar, gövdeleri bükülmüş ve buruşmuş halde göğe doğru uzanıyordu, sanki umutsuzca bir kaçış yolu arıyorlardı. Yaprakları yoktu. Sadece çıplak, kemik gibi dallar. Aralarındaki boşluklardan ileride bir şeyin siluetini görebiliyordum. Bir yapı. Yavaşça yürümeye başladım. Ayaklarımın altındaki kuru dallar çıtırdayarak kırılıyor, her adımımın yankısı havada asılı kalıyordu. Sanki bu yer, hareket ettiğimi biliyor ve beni izliyordu. Nereye gittiğimi önemsiyordu. Ama asıl soru şuydu: Ben nereye gidiyordum? O malikâne artık yoktu. Veya en azından… ben artık orada değildim. Bir şey beni buraya sürüklemişti. Bu yeni bir geçiş miydi? Yoksa gerçekten bir çıkış bulduğumu sanarken başka bir kâbusun içine mi düşmüştüm? Burası neresiydi? Etrafıma bakındım ama buranın tanıdık gelen hiçbir yanı yoktu. Karan’ın kaybolduğu o an… Ondan sonra bir boşluk vardı. O varlık— gözleri olmayan, ama beni gören o şey— bana dokunmamıştı bile. Buna gerek de yoktu. O sadece zihnimi söktü. Her şeyi, beni ben yapan her duyuyu, her anıyı aldı ve bir yırtık gibi içimi ters yüz etti. Sonra… beni buraya attı. Ama burası… Neresi? Havaya bakındım. Gökyüzü kapalıydı, ama bulutlarla değil. Sanki devasa bir taş tavanın altındaydım. Hareket etmeyen bir gökyüzü. Toprak soğuktu. Nemli ama ölü. Ağaçlar mı? Eğer bunlara ağaç diyebilirsek… İskelet gibi çıplak ve buruşmuşlardı. Ama en kötüsü… Sessizlikti. Havanın içinde bile bir durgunluk vardı. Ne rüzgâr, ne de en ufak bir ses. Sanki burası gerçekten ölüydü. Ama burası bir son olamazdı. Buradan çıkmalıydım. Çünkü eğer çıkamazsam… Beni buraya gönderen şey geri gelecekti. Şehir, sessiz bir mezarlık gibiydi. Ama burada hiçbir şey ölmemişti. Ölmek için önce yaşamış olmak gerekiyordu. Burası hiç yaşamamış gibiydi. Gökyüzü griydi, ama fırtınanın habercisi olan o tehditkâr gri değil. Hareketsiz, boş bir renk. Rüzgâr esmiyordu. Sokak lambaları eğilmişti ama devrilmemişti. Sanki zaman, tam yıkımın eşiğindeyken durdurulmuştu. Adımlarımı attıkça, sanki bir film setinde yürüyormuşum gibi hissettim. Gerçeklik burada yalnızca bir dekor gibiydi, ama perdenin arkasında ne olduğunu bilmiyordum. Yol kenarında bir araba gördüm. Boyası solmuştu, camları çatlamıştı. Ama garip olan şey… tekerleklerin altında hiçbir iz yoktu. Burası uzun süredir böyle olmalıydı. Ama zamanın izleri kaybolmuştu. Toz bile yoktu. Bu şehir terk edilmiş değildi. Bu şehir sıkışıp kalmıştı. Ve en kötüsü… Burada yalnız değildim. Hissettiğim şey, sıradan bir takip edilme hissi değildi. Bu, varlığımın farkında olan bir şeyin beni izlediği duygusuydu. Ama dönüp baktığımda… hiçbir şey yoktu. Birden, tüm vücudumu saran keskin bir soğuk hissettim. Sanki havadaki sıcaklık aniden çekilmiş, bedenimi donuk bir boşluğun içine bırakmıştı. Bu, sıradan bir ürperti değildi. Bir refleks, bir korku tepkisi… Daha ilkel bir şeydi. Bir gözün üzerimde olduğunu biliyordum. Ama bu, insana ait bir bakış değildi. Daha derinden, daha rahatsız edici bir şeydi. İçgüdüsel olarak durdum. Gözlerim, solgun ve hareketsiz şehri taradı. Yıkık binaların karanlık pencerelerine, sokak lambalarının arkasındaki gölgelere baktım. Hiçbir şey kıpırdamıyordu. Ama hissediyordum. Biri… ya da bir şey… beni izliyordu. Ve en kötüsü… yaklaşıyordu. Görünmeyen bir varlığın baskısı, sanki boynumun arkasına çökmüş gibiydi. Nefesim hızlandı, kalbim deli gibi çarpmaya başladı. Bu şehir sessizdi. Ama bu sessizlik… doğal değildi. Bir tuzaktı. Ve ben, tam ortasındaydım. Ayağım betona değdiğinde, boğuk bir yankı etrafı doldurdu. Sanki şehir, beni fark etmişti. Burası sadece terk edilmiş değildi. Burası beni bekliyordu. Hava ağırlaştı, sis yoğunlaştı. Soğuk bir nefes tenimi yaladı, ama rüzgâr esmiyordu. O an fark ettim—bu his daha önce yaşadığım hiçbir korkuya benzemiyordu. Bu sadece izleniyor olmanın verdiği rahatsızlık değildi. Bu, avlanıyor olmanın kesinliğiydi. Sokaklarda adımlarımı dikkatlice attım. Yerdeki çatlaklar, sanki onları kırmamı bekleyen ince camdan yapılmış gibiydi. Etrafımdaki binaların pencereleri boş göz çukurları gibi üzerime bakıyordu. Çatlak duvarlar ve paslanmış tabelalar bir zamanlar buranın gerçekten var olduğunu gösteriyordu ama… burada hiçbir şey yaşamıyordu. Ya da belki de… burada hiçbir şey ölmemişti. Bir fısıltı duyuldu. Zihnimin en derin köşesinden kopup gelmiş gibiydi. Tanıdık, ama yanlış. Adımı söylüyordu. Gözlerimi kıstım, geldiği yönü anlamaya çalıştım ama ses yankılanıyordu. Sanki etrafımı sarmıştı. Sanki şehir nefes alıyordu. Geri çekilmenin anlamı yoktu. Eğer bir tuzağın içindeysem, o tuzak zaten kapanmıştı. Derin bir nefes aldım ve karanlığın içine ilk adımımı attım. Apartmanın girişinde durup içeriyi süzdüm. Kapı, ardına kadar açıktı—gereğinden fazla açık. Sanki beni içeri çağırıyordu. Sanki içeri adım attığım anda kapanacağını biliyordum. Karanlık, basit bir boşluk değildi. Hareket ediyordu. Gözlerimin göremediği bir derinlikte dalgalanıyor, kıpırdıyor, nefes alıyordu. O sadece karanlık değil, yaşayan bir şeydi. Bir adım attım. Sonra bir tane daha. Zeminin çıplak betonuna bastıkça, ayaklarımın altında bir şeyin hafifçe ezildiğini hissettim. Sert, kuru, ama kırılgan. Sanki… kemik gibiydi. Tam o anda, arkamdan kapı gürültüyle çarptı. Sarsıntı, duvarları titretirken apartmanın içi yankıyla doldu. Ama bu yankı doğal değildi. Sanki duvarların içinde bir şey vardı ve ses, onu uyandırmıştı. Geriye dönüp baktım, ama… çok geçti. Kapı, artık sadece bir duvardı. Birkaç saniye önce orada olan çıkış, şimdiden binanın bir parçası olmuştu. Tuzak… Zaten içeri girdiğim anda kapanmıştı. Bir şey içimde kıpırdandı. Kaçışın imkânsız olduğunu biliyordum ama yine de geri çekilmek istedim. Ayaklarım, bilinçsizce geldiğim yöne doğru kaymaya çalıştı. Ama olmadı. Karanlık beni fark etmişti. Ve artık… geri dönüş yoktu. İçeride, duvarlara işlenmiş garip semboller vardı. Her bir şekil, uzun bir zamanın ve unutulmuş bir dilin izlerini taşıyordu. Elimi hafifçe taşların yüzeyine dokundurunca, sanki zamanın kendisi durdu. Semboller aniden parladı, soluk bir ışık yayıldı, ve derin bir sıcaklık yayıldı ellerime. Hava aniden ağırlaştı, vücudumda bir his belirginleşti; bu, bir şeyin uyanmaya başladığına dair bir işaretti. Bu semboller, bir anahtar gibiydi, ama neyi açacaklarını bilmiyordum. O sıcaklık, sadece ellerimde değil, tüm bedenimde bir ürpertiye dönüştü. Sonsuz bir merak ve korku içinde, daha fazla düşünmeden ilerledim. Adımlarım, taş zemin üzerinde yankı yaparak ilerledi. Her adımda, etrafımda yükselen karanlık daha da derinleşiyor gibiydi. Yavaşça ilerledim, her hareketimi dikkatlice hesaplayarak. Ve birden, tam önümde hareket eden bir gölge gördüm. Sanki bir duvarın arkasından hızla kayan bir figür gibiydi. İçim dondu, her kasım titredi. Gölge, çok hızlı ve belirgin şekilde hareket ediyordu, fakat bir insan figürüne mi yoksa başka bir şey mi olduğuna dair bir işaret bulamıyordum. O gölge… bir insan gibi görünüyordu ama her şeyde bir gariplik vardı. Gözlerim, figürün her hareketini izlerken, bir anda tüm etrafımda hissedilen ağır sessizlik daha da yoğunlaştı. Hava, sanki daha da kalınlaşmıştı; içimdeki korku giderek büyüyordu. Adımlarımın hızlandığını fark etmeden, adeta bir güç beni çekiyordu, ama aynı zamanda bu figürün varlığı beni duraklatıyordu. İçimden bir ses, ne olursa olsun ona yaklaşmamalıydım diyor, ama yine de istemsizce ilerliyordum. Gölge, tam önümde hareket etmeye devam etti, ama her zaman bir adım geride duruyordu. Ve o an, sanki bir bakışla beni içine çekebilecekmiş gibi bir korku sardı etrafımı. O insan figürü… ama emin değildim. Bir adım attım. O da bir adım attı. Beni takip ediyor muydu, yoksa ben mi onu takip ediyordum? Aramızdaki mesafe her geçen saniye azalıyordu. Durduğumda, o da hemen durdu, tıpkı bir gölge gibi… ama ben durduğumda, onun beni izlediğinden emin olamıyordum. İçimde bir rahatsızlık vardı, ama aynı zamanda bir çekim gücü de vardı. Hızla düşündüm: Beni taklit ediyor muydu? Yoksa bir yansıma mıydı? Bir an için nefesimi tuttum. Bütün her şey, o tek anlık sessizliğe sığdı. Kafamda bir şey patladı, tüm o kaygı, korku ve belirsizlik birbirine karıştı. Bir şeyin tuhaf olduğunu hissediyordum, ama tam olarak neyin olduğunu anlayamıyordum. Sonra, o hareket etmeye devam etti. Ama bu defa, biraz daha farklıydı. O şey… beni kopyalıyordu. Ama mükemmel bir şekilde değil. Her hareketi, benim hareketlerim gibi görünüyordu, fakat titrek, bozuk ve düzensizdi. Sanki bir yansıma değildi; daha çok bir kopya gibiydi, ama bu kopya, benim bedenimi yeniden yaratmaya çalışırken kaybolmuş, yanlış anlamış bir şeydi. Ona her bakışımda, titreyen ve bozuk hareketleriyle daha da belirginleşiyordu. Bir adım ileri atarken, o iki adım geri gidiyordu. Ellerimi kaldırdığımda, o da ellerini kaldırıyordu, ama sanki bunu yanlış yapıyormuş gibi, bedenini tam oturtamıyordu. Adımlarındaki bozukluk, sadece bedensel bir uyumsuzluk değildi. Sanki her hareketi, bir şekilde kendisini ve etrafını doğru bir şekilde hissetmiyordu. Ve bir şey daha vardı. Gözlerini göremiyordum. Gözlerinin yerinde sadece karanlık bir boşluk vardı. Ama hissedebiliyordum. O, beni izliyordu. O kadar keskin bir izleme gücü vardı ki, nereye bakarsam bakayım, gözlerimin arkasında, derin bir bakış hissediyordum. Karanlık, her şeyin içine yayılmıştı ve onun gözleri… benim her hareketimi takip ediyordu. Yavaşça ilerledim, ama her adımda o da beni taklit etti. O an, bu varlık, bana gerçekten bir şeyin kopyası gibi gelmeye başladı. Ama her zaman bir adım geride kalıyor, eksik ve yarım bir şekilde hareket ediyordu. Sanki bir yanlışlık vardı; bir yanlışlık, tıpkı bir rüyanın ortasında kaybolmuş gibi, her şey birbirine karışıyordu. Bir adım daha attım. O şey de attı. Ama bu kez… bir fark vardı. Birden, çok sayıda silüet beliriverdi, hepsi aynı anda hareket ediyordu. Şimdi önümde sadece bir tane değil, onlarca kopyam vardı. Hepsi birbirini taklit ediyor, aynı adımları atıyor, aynı hareketleri yapıyordu. Ama gözlerindeki boşluklar, gerçekten beni yansıttıklarından emin olmamı engelliyordu. Bozuk ve eksik birer yansıma gibiydiler. Bir anlık sessizlikten sonra, her biri aynı anda konuşmaya başladı. Ancak sesleri, birbirine karışıyor, kelimeler kayboluyor, anlamlar birbirini yok ediyordu. Birbirine girmeyen, garip ve karmaşık bir yankı halinde duyduğum cümleler şöyleydi: “Burası… geçmişin mezarı… ve sen… sen artık buraya aitsin.” Kelimenin tam anlamıyla buruşmuş, bozuk cümleler havada dans ediyordu. Bu kopyalarım, benim kimliğimi yansıtan ama aynı zamanda bozan varlıklara dönüşmüştü. Gözlerim her birinin içine daldığında, sadece bir boşluk, bir karanlık vardı; ama o karanlık… benim gibiydi. Beni izliyorlardı. Geri çekildikçe, onlar da adım adım ilerledi. Artık aramızdaki mesafe giderek azalıyor, üzerimdeki baskı artıyordu. O an… bir şeyin farkına vardım: Kaçış yoktu. Buradan çıkmak mümkün değildi. Yavaşça bir adım daha geri attım, ama o da beni izledi. Diğerleri de, hep bir adım daha ilerliyorlardı. Bir çember gibi sarılmıştım. Ve sonra… bir anda, tüm ışık kayboldu. Önce zifiri karanlık, sonra her şeyin içine giren bir sessizlik sardı. Ne bir ses, ne bir iz vardı. Her şey kaybolmuştu. Sadece sürekli beni izleyen gözler vardı. Bütün bedenimi saran o garip varlıkların varlığı, bir ağırlık gibi, tutkulu bir karanlık gibi üzerime çökmüştü. Ne soluk alabiliyor, ne de bir adım atabiliyordum. Kelimeler yoktu. Zihnim boşalmıştı. Tek düşündüğüm, bir çıkış bulmak… Ama o karanlık, her yönüyle beni sararken, bir çıkışın imkansız olduğunu fark ettim. Burası, her şeyin sona erdiği yerdi. Geçmişin mezarıydı ve ben, artık buradaydım. Bir anda, gerçeklik sanki bütün gücünü kaybetmiş gibi çökmeye başladı. Havada bir boşluk hissi vardı, zaman ve mekan birbirine karışıyordu. Her şeyin belirsizleştiği bir anda, etrafımdan yükselen sesler yankılar halinde zihnimi sardı. Her bir ses, adeta beynimin içinde çınlıyordu, kulağımda uğuldayan fısıldayan sözler gibiydi. Bir an gözlerimi açtım, ama… hiçbir şey göremedim. Karanlık her yeri kaplamıştı, bir yokuşun dibinde, hiçliğin içinde kaybolmuş gibiydim. Ben buraya nasıl geldim? Ne olmuştu? Bu insanlar kimdi? Onlar da mı… bu karanlığın bir parçasıydı? Ve en önemlisi, ben kimim? Kim olduğumu, ne olduğumu… artık bir anlam ifade etmiyordu. Her şey sıfırlanmış, her şey kaybolmuştu. Zihnimdeki yankılar, son bir cümleyi tekrar ediyordu: “Sen artık buraya aitsin.” O cümle zihnimde sürekli dönerken, kalbim bir korku ile hızla çarpmaya başladı. Hayır, ben buraya ait değildim! Burası… bana ait değildi. Buradan çıkmalı, kurtulmalıydım! Bir anlık çaresizlik ve öfke içinde, çığlık attım. Ama sesim çıkmadı. Ağzımın içinde bile bir sessizlik vardı. Sadece ben ve o karanlık kaldık. İçimi kemiren korkunun yanı sıra, gölgelerin yavaşça üzerime çökmeye başladığını hissediyordum. Gözlerim kararmıştı, bedenim buz gibi olmuştu. O korkunç boşluk, beni içine çekiyordu. Ve sonra… bir el aniden bileğimi yakaladı. Şiddetle çekiştirildiğimde, toprağın, duvarların ve her şeyin kaybolduğu bir anda, bir fısıltı duydum. Ses, adeta doğrudan zihnime kazındı. Kelimeler, karanlık bir tehdit gibi yankılandı: “Henüz değil.” Sanki zaman durmuş ve ben, o an, henüz buradan kurtulamayacakmışım gibi bir hisse kapıldım. Derin bir boşluğa çekilirken, her şey bir anda kayboldu. Bir tek o fısıldayan ses kaldı, içimde bir gölge gibi yankılanarak. Sonra gözlerimi yeniden açtığımda, çevremde her şey değişmişti. Bambaşka bir yer vardı artık. Tanımadığım bir ortam, yeni bir dünyaya adım atmış gibiydim. Yine bir karanlık vardı ama bu, farklıydı. Sanki, farklı bir boyutun içinde hapsolmuştum. DEVAM EDECEK…
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD