Duyulmayan Fısıltılar
Telefonu kapattıktan sonra bir süre elimde öylece tuttum. Ekrana bile bakamıyordum. Gözlerimi kısmış, boşluğa dalmıştım. O sesi düşünüyordum. O kelimeleri. “Bunu zaten biliyorsun. Sadece hatırlamıyorsun.” Sanki zihnime kazınmış gibiydi, defalarca yankılanıyordu.
İçimde tarif edemediğim, büyük bir boşluk vardı. Mideme oturan bir ağırlık, nefes almamı zorlaştırıyordu. Bir şeyler eksikti, bunu iliklerime kadar hissediyordum. Ama ne olduğunu bilmiyordum.
Ya da… belki biliyordum. Sadece unutturulmuştum.
Bu düşünce beni ürpertti. Unutturulmuş olmak… İnsan nasıl olur da kendi anılarını kaybederdi? Birisi mi yapmıştı bunu? Yoksa… kendi kendime mi unutmayı seçmiştim?
Birden, nefesim sıkıştı. Oturduğum sandalyeden hızla kalktım, küçük ofis banyosuna yöneldim. Ellerimi lavabonun kenarlarına dayayarak eğildim, gözlerimi kapatıp derin derin nefes aldım. Başım dönüyordu.
Musluğu açıp avuçlarıma buz gibi su doldurdum ve yüzüme çarptım. Soğuk, anlık bir rahatlama sağladı ama içimdeki huzursuzluk hala oradaydı. Yüzümden süzülen damlalarla başımı kaldırdım ve aynaya baktım.
Ama o an…
Gözlerim bana ait değilmiş gibi hissettirdi.
Bir anlığına, gözbebeklerimde garip bir şey gördüm. Küçük bir alev… ya da ışık parıltısı gibi bir şey. Titrek, turuncu bir parıltı.
Kalbim hızlandı. Ani bir refleksle geri çekildim, sırtım duvara çarptı. Aynadaki yansımama dehşetle baktım. O şey hâlâ orada mıydı?
Hayır.
Gözlerim şimdi normal görünüyordu. Aynadaki yansımam, her zamanki gibi duruyordu. Ama içimde bir şey, bunun gerçek olduğunu fısıldıyordu. O parıltıyı görmüştüm.
Titreyen ellerimle yüzümü tekrar yıkadım, derin bir nefes aldım. Kendimi sakinleştirmeliydim.
Ama nasıl?
Son birkaç gündür yaşanan hiçbir şey normal değildi.
O gün öğle arasında gördüğüm adam. Simsiyah paltosu, gölgelerin ardına saklanan yüzü. O tanımadığım ama tanıyormuş gibi hissettiren ses.
Ve şimdi… gözlerimde beliren o alev gibi parıltı.
Birisi beni izliyordu. Bunu hissedebiliyordum.
Telefonum çalıyordu. Sürekli bilinmeyen numaralar… Ama arayanın kim olduğunu bilmediğim halde, içimde bir his onun aynı kişi olduğunu söylüyordu.
Ve bu çağrılar bana geçmişten bir şeyler fısıldıyordu.
Unutulmuş bir anının yankıları gibiydi…
Ama neden?
Ne olmuştu?
Ve en önemlisi…
Hatırlamak istiyor muydum?
İçimdeki korku büyürken, aynadaki yansımama bir kez daha baktım.
Sanki orada duran kişi ben değildim.
⸻
O gece, uyumak imkânsız gibiydi.
Saatlerce yatağımda dönüp durdum, gözlerimi tavana dikerek düşüncelere daldım. O gün yaşananları, haftalardır içimde büyüyen huzursuzluğu, telefonun diğer ucundaki sesi, aynada gördüğüm o kısacık parıltıyı… Her detayı tekrar tekrar zihnimde döndürdüm.
Ama hiçbir şey hatırlayamadım.
Sanki zihnimde büyük, kara bir boşluk vardı. Bir şeyleri unutmuş olduğumu biliyordum ama ne olduğunu bilmiyordum. Bu, bir sorunun cevabını dudaklarının ucuna kadar getirip bir türlü hatırlayamamak gibiydi. Ama daha kötüydü. Çünkü burada hatırlayamadığım şey sadece bir kelime ya da bir anı değil, bütün bir gerçeklikti.
Göğsümde ağır bir baskı vardı, nefes almakta zorlanıyordum. Bir an, yataktan fırlayıp ışıkları açmak, pencereyi sonuna kadar açıp içeri dolacak soğuk havanın beni kendime getirmesine izin vermek istedim. Ama yapmadım.
Sadece nefes aldım. Yavaş, derin, titrek nefesler.
Bir yerlerde beni bekleyen bir cevap olduğuna emindim. Bir şekilde unuttuğum, bilmem gereken bir şey vardı. Ama ne kadar düşünsem de ona ulaşamıyordum.
Sonunda, gözlerim ağırlaşmaya başladı. Yorgunluk bedenimi ele geçiriyordu.
Düşünceler bulanıklaştı.
Tavandaki gölgeler silikleşti.
Nefesim yavaşladı.
Ve sonunda, rüyalar beni içine çekti.
⸻
Bir ormandaydım. Ormanın içindeki soğuk, kemiklerime işliyordu.
Hava sisliydi, gökyüzü yok gibiydi. Ne ay vardı ne de yıldızlar. Sanki bu orman, dünyanın geri kalanından kopmuş, zamansız ve sonsuz bir boşluktu. Ağaçlar kasvetliydi, gövdeleri simsiyah, dalları ise kıvrımlı eller gibi gökyüzüne uzanıyordu. Yüzlerce yıldır burada bekleyen lanetli muhafızlar gibi…
Ayaklarımın altındaki kuru yapraklar, en ufak hareketimde çıtırtılar çıkarıyordu. Ama ben hareket etmiyordum.
Adım sesleri ise gelmeye devam ediyordu.
Biri ilerliyordu.
Yaklaşıyordu.
Kalbim deli gibi çarpıyordu ama bedenim donmuş gibiydi. Kaçamıyordum.
Bildiğim tek şey, onun geldiği idi.
Ama kim olduğunu bilmiyordum.
Varlığı o kadar tanıdıktı ki, ciğerlerime çektiğim hava gibi kaçınılmaz hissediliyordu.
Sonra, sisin içinden bir figür belirdi.
Uzun boylu, siyah paltolu bir adam.
Gölgeler bedenine yapışmıştı, karanlığın içinden sıyrılan bir siluet gibi. Yüzü belirsizdi, ışığın ulaşamadığı bir boşluk gibiydi. Ama… gözleri…
Gözlerini göremiyordum ama orada olduklarını biliyordum.
Bana bakıyordu.
Ve ben, onu tanıyordum.
Ama hatırlayamıyordum.
Bedenim titredi, nefesim düzensizleşti. Bir adım geri atmak istedim ama ayaklarım toprağa yapışmıştı.
Adam bir adım daha yaklaştı.
Ve bir adım daha.
Derken, bana doğru uzandı.
Elinin soğukluğunu tenimde hissetmedim ama varlığını hissettim.
İçimde bir şey kıpırdadı.
Sanki çok uzun zamandır karanlığın içine gömülmüş, unutulmuş bir anı…
Tam o an, dudaklarından bir fısıltı döküldü:
“Beni unutmaktan vazgeç artık.”
Kelime kelime zihnime işledi, içimdeki o boşluğa çarptı.
Ve ben, o an anladım.
Bu, sadece bir rüya değildi.
⸻
Uyandığımda nefesim düzensizdi, ciğerlerim sanki havayı reddediyordu. Göğsüm inip kalkıyor, kalbim kaburgalarımı zorlayacak kadar sert atıyordu. Ama nefesimi kesen şey korku değildi.
Gerçekti.
Gözlerimi açtığımda yalnız olmadığımı fark ettim.
Oturma odamın köşesinde bir siluet duruyordu. Hareket etmiyordu ama varlığı, odanın tüm atmosferini değiştirmişti. Karanlığın içinde belirsizdi, ama oradaydı. Simsiyah bir palto giymişti, uzun ve ağır. Sanki kumaştan değil de bizzat gölgelerden dokunmuştu. Hava soğumuştu. Odayı saran karanlık normal değildi, sanki hareket ediyor, titreşiyor, canlıymış gibi iç içe akıyordu.
Ama en kötüsü…
Bana bakıyordu.
Gözlerini göremiyordum, ama hissettim. O soğuk, kaçınılmaz bakışı… Sanki ruhumu bir bıçak gibi kazıyordu. Tenime değil, içime işliyordu. Tüm bedenim hareketsiz kaldı. Bağırmak istedim ama sesim çıkmadı. Kaçmak istedim ama kaslarım kilitlenmişti. İçimde garip bir ürperti yükseldi.
Bu bir rüya değildi.
Uyanmıştım. Gerçekti. Ve o buradaydı.
Tam yerimden fırlamak için hareket ettiğim anda… konuştu.
Adımı söyledi.
Ses… İçimde tuhaf bir yankı uyandırdı.
Tanıdıktı. Ama aynı zamanda yabancıydı. Sanki bir zamanlar her gün duyduğum bir sesi yıllar sonra ilk kez işitiyormuşum gibi… Onu tanıyordum. Ama nasıl?
Bildiğim ama bilmediğim bir ses.
Unuttuğum ama tanıdığım bir ses.
Sanki çok uzun zaman önce, başka bir hayatta duymuştum onu.
Beynimin derinliklerinde bir şey kıpırdadı. Bir an… neredeyse hatırlayacaktım. Ama görüntü bulanık, düşünceler pusluydu. Hafızamın duvarları kalın bir sisle kaplanmış gibiydi.
O zaman fısıldadı:
“Beni hatırlıyor musun?”
Ses titreşerek havada asılı kaldı. O an oda daha da karardı.
Tüm vücudum donmuş gibiydi. Kalbim güm güm atarken, içimdeki ses bir şeylerin yanlış olduğunu haykırıyordu. Ama ne?
Dudaklarım kurumuştu, bir kelime bile edemedim. Çünkü…
Cevabı bilmiyordum.
Ama içimde bir şey çığlık atıyordu.
Hatırlamak zorundaydım.
Hatırlamazsam…
Her şey çok geç olacaktı.
⸻
BÖLÜM SONU.